[Daniel PANZAC,Osmanlı İmparatorluğu’nda Veba (1700-1850),
çev. Serap Yılmaz, Tarih Vakfı Yurt Yay., İstanbul 1997.]
Bugün bütün dünyayı saran korona virüsü (kovid19) salgını sadece hastalığa, ölümlere değil, ekonomiden siyasete küresel etkiler doğuruyor. İnsanların ruh hâli, geleceğe dair planları değişiyor ama bir yandan da dünya nüfusunun azaltılması, küresel kapitalizmin hegemonyası, sayısal çağa geçişte yeni bir insan tipi inşası vb. komplo teorileri ortalığı kaplıyor. Mücadelede tabiatıyla devlet ve hükûmetler çeşitli tedbirler alıyor, konu uzmanları görüşlerini açıklıyor, hekimler hastalara müdahale ediyor. Dünya âdeta bir virüs tarafından esir alınmışçasına bir dönemden geçiyoruz. Hadisenin ilk ortaya çıktığı Çin’de durumun kontrol altına alındığına dair haberler yayılırken bazı komplo teorilerine göre bu virüsü kasten yayan ABD’de durum kötüye gidiyor. Kimileri Haziran’a kadar salgının yavaşlamasını beklerken son günlerde işin sonbahara hatta 2021’e uzayabileceği dillendiriliyor. Ülkemizde, başta Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca ve bakanlık yetkilileri ile Korona Virüsü Bilim Kurulu üyeleri olmak üzere, konuyla ilgili olanlar dikkatli ve özenli bir çalışma yürütüyorlar. Bunları medyadan takip ediyoruz. Bütün uyarılara rağmen bazı kesimler ilan edilen tedbirlere uymuyor veya ihmalkâr davranabiliyor. Temennimiz, bu süreci bütün dünya olarak en az hasarla atlatmamızdır.
İnsanlık tarihinde pek çok salgının yaşandığını, geçmişte bir kısmı dünya nüfusunu büyük oranda azaltan bu salgınların derin siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik etkileri olduğunu hatırlatmakta fayda var. Biz de bu vesile ile modern zamanlara kadar insanlığı etkilemiş olan vebanın Osmanlı topraklarındaki son 150 yılı (1700-1850) hakkında yazılan ve Türkçeye 1997 yılında çevrilen bir kitabın bulgularını özetle sizlerle paylaşıyoruz.
***
Veba, tarih boyunca insanlığın karşılaştığı ve uzun yüzyıllar süren bir bulaşıcı hastalıktır. Avrupa’da 18. yüzyılın ilk yarısındaki bir iki salgından sonra, alınan tedbirlerle ortadan kaybolan veba, Osmanlı topraklarında 19. yüzyılın ortalarına kadar zaman zaman nüfusun yüzde 10 ila 20’sinin ölümüne yol açan salgınlarla devam etti. 1855-1859 yılları arasında Çin'de başlayarak dünyaya yayılan ve sadece Çin'de ve Hindistan'da 12 milyon insanın ölümüne sebep olan bu salgına, 6. yüzyıldaki “Jüstinyen vebası” ile 14. yüzyıldaki “Avrupa'nın kara vebası”nın ardından “üçüncü veba” dendi. Bunun etkileri bir yüzyıl devam etti.
Veba, İslam dünyasında “taun” olarak adlandırılır; kimi dilcilere göre “taun”, her türlü bulaşıcı hastalığa verilen genel bir addır. Öte yandan taunu vebanın bir türü kabul eden İbnKayyim el-Cevziyye’ye göre her taun vebadır, ancak her veba taun değildir.
1894 yılında Fransız bilim adamı Alexandre Yersin tarafından bulunarak “yersiniapestis” adı verilen basilin yol açtığı bu hastalığın “hıyarcıklı”, “septisemik” ve “akciğer vebası” diye türleri bilinmektedir. Eski Ahid’in çeşitli yerlerinde İsrailoğulları’nın isyankâr davranışlarının Allah’ın gazabını üzerlerine çektiği, bu sebeple veba ile cezalandırıldıkları ifade edilir. Bazı müfessirler, Kur’an’da (el-A‘râf 7/130-135) Hz. Mûsâ’ya inanmayan Firavun ve Mısırlılar’ın üzerine gönderildiği bildirilen tufan, çekirge, haşere, kurbağalar ve kan gibi musibetler için kullanılan “ricz” kelimesini taun olarak açıklamıştı. Hz. Peygamber, taunun önceki milletlerden bir gruba ve İsrailoğulları’na ceza olarak (ricz) gönderilen bir hastalık olduğunu belirtmiş; bir yerde veba çıktığını duyanların oraya gitmemelerini, bulundukları beldede ortaya çıktığı takdirde oradan ayrılmamalarını söylemiştir. Hz. Ömer’in halifeliği zamanında Suriye bölgesi ordu kumandanı EbûUbeyde tarafından Şam-Hicaz yolu üzerindeki bir kasabada karşılanan Hz. Ömer’e Şam’da veba çıktığı haberi verilince vebanın olduğu yere gitmemiş; kendisine, “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun?” diyen EbûUbeyde’ye Allah’ın kaderinden yine onun kaderine sığındığını söylemiştir. (TDV İslam Ansiklopedisi, “Tâûn” Maddesi).
İlk Çağ’dan günümüze kadar veba salgınları üç evrede ele alınır. Bunlardan ilki milâdî 541 yılında başlayan ve Jüstinyen vebası olarak bilinen hastalıktır. 1330’larda Orta Asya steplerinden başlayıp 1347’de İpek yolu boyunca ilerleyen ticaret kervanları aracılığıyla İslâm dünyasına ulaşan ve “kara ölüm” diye nitelenen ikinci evre kısa sürede bütün eski dünyayı etkisi altına almış ve aralıklarla devam ederek 19. yüzyılın ortalarına kadar ağır kayıplara sebebiyet vermiştir. Bombay vebası diye bilinen üçüncü evre ise19. yüzyılın ikinci yarısında Güneydoğu Asya’dan çıkarak bütün dünyaya yayılmış ve 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. (TDVİA,“Tâûn”)
Osmanlı’nın Son Döneminde Veba
DanielPanzac’ınOsmanlı İmparatorluğu’nda Veba (1700-1850) adlı eseri (Tarih Vakfı, İstanbul 1997) Balkanlar, Anadolu ve Arap toprakları ile Kuzey Afrika’da 150 yıllık süreçte vebanın hikâyesini analitik bir yaklaşıma ele almaktadır. Bu eserde vebanın tanımı üzerinde durulduktan sonra 1778-1787 yılları arasında Osmanlı topraklarında veba, Osmanlı topraklarında vebanın epidemiyolojisi (doğal, daimi ve geçici veba odakları), vebanın deniz ve kara yoluyla yayılması, vebanın bulaşması konuları etraflıca açıklanır. Daha sonra, Osmanlı Devleti’nde ilk modern nüfus sayımı olan 1831 nüfus (erkek nüfusu) sayımının sonuçları, Osmanlı tebaası Müslümanlar ve gayrimüslimlerin vebaya karşı tutumları, vebanın nüfus üzerindeki etkileri, 19. yüzyıl başlarında Doğu Akdeniz’de veba ve bulaşıcı hastalıklarla mücadele kapsamında meydana getirilen sağlık örgütleri üzerinde durulur. Netice olarak da sağlık tedbirlerinin uygulanması ve vebanın ortadan kalkması anlatılır. Tabii ki Osmanlı’da vebanın hikâyesi kuruluş dönemine yani 14. yüzyıla kadar gider. Kara ölüm dönemi Anadolu’yu da etkilemiştir.
16. yüzyılda, 1511-1513, 1520-1529, 1533-1549, 1552-1566 yılları arasında İslam ülkelerinde önemli salgınlar görülmüş; 1570’lerde başlayan salgın 17. yüzyılın başlarında da etkisini sürdürmüştür. Özellikle İstanbul, Anadolu, Balkanlar, Mısır ve Kuzey Afrika’da, ayrıca Safevî ve Bâbürlü topraklarında ve Avrupa’da son derece etkili olan bu salgından başka 17. yüzyılda da birçok salgın görülmüştür. Bunların en önemlileri 1603, 1611-1613, 1620-1624, 1627, 1636-1637, 1647-1649, 1653-1656, 1659-1666, 1671-1680, 1685-1695 yıllarında meydana gelmiş; 1697’de çıkan salgın 18. yüzyılın ilk yıllarına kadar sürmüştür. (TDV İA, “Tâûn”).
1778 yılında İstanbul’daki salgında nüfusun yaklaşık üçte birinin öldüğü tahmin edilmektedir. Farklı tahminler varsa da muhtemelen 500-600 bin kişilik nüfusun 150-200 bin kadarı vefat etmiştir. Salgın İstanbul çevresinde ve yakınındaki bazı yerleri de etkiledi. O dönemde bu oranlar maalesef böyle yüksek idi. 1720’de Marsilya’daki salgında şehir nüfusunun yarısı kaybedilmişti (Panzac, 23). 1779-1783 arasında Rumeli’de yayılan veba Edirne, Selanik, Bosna’da etkili olur; diğer bazı yerlerde tek tük vakalara rastlanır. 1784-1787 arasında ise veba neredeyse tüm imparatorluk topraklarına yayılır (Balkanlar, Suriye, Mısır, Trablusgarp vb.). Hastalık kara ve deniz yoluyla yayılmakta, bazı yerlerde şiddetli bir şekilde ortaya çıkmakta bazı yerlerde ise yavaş yayılmaktadır. Bunda şehrin ve bölgenin nüfus yapısı, liman kentlerine ve ticaret yollarına yakınlığı, halkın tepkisi vb. çeşitli faktörler etkiliydi. Veba salgını nüfusta önemli kayıplara ve ekonomik hayatta karışıklık ve düzensizliklere yol açmaktaydı (Panzac,36-37).
Fare bitinin giysiler ve diğer yollarla insana bulaşmasından kaynaklanan vebanın deniz yoluyla yayılmasında gemiler ve limanlar çok elverişli ortamlardır. 18. yüzyılda kaydedilmiş raporlara göre vebalı gemiler içinde Türk ve Berberî (Kuzey Afrikalı) gemilerinin oranı yüzde 14 kadardır (toplam 33). Fransa bu konuda başı çeker (140 gemi ile). Hastalık kara yoluyla da yayılmaktaydı. Peki bu hastalık nasıl ve hangi yollarla bulaşmakta ve yayılmaktaydı?
Bazı raporlardan hareketle satın alınmış veya bir ölüden kalma eşyaların vebaya yol açtığının kesin olduğunu belirten Panzac(s. 88 vd.), pirelerin yerleşip çoğaldığı giysilerin vebanın hızla yayılmasında belirleyici rol oynadığını ifade eder. Türkler vücut temizliğine önem verir, hamama giderler ama elbiselere yerleşmiş pireler bundan etkilenmez. Hasta veya hastanın cesedi ile temas (ölü yıkama) da bulaşma sebeplerindendir.
Veba da bugün Kovid-19 gibi bulaşıcı hastalıklar gibi kalabalığın olduğu yerlerde kolayca ve hızla yayılır; Müslümanların ve gayrimüslimlerin dinî günleri, şehzade ve sultanların düğünleri vb. kutlamalar, satıcı ve alıcıların buluştuğu fuarlar gibi… Vebanın taşıyıcıları arasında ulaklar, çerçiler, kervanlar, askerler, kaçaklar ve göçebeler sayılabilir (Panzac, 94-101).
Bazı istisnalar dışında hastalığın odağının var olduğu bölgelerin en az birinde kendini gösteren salgınlar genelde geniş bir alana, imparatorluğun yarısına yayılma eğilimindedir. Hastalığın döngülerini (cycle/siklus) analiz eden Panzac bunların her birinin “birdenbire başlayan ve birkaç yıl süren bir uzamsal yayılma süreci” içerdiğini, “bu yayılmayı, basamak basamak ve oldukça düzensiz bir şekilde gerçekleşen bir aşamalı süreci”nin izlediğini ileri sürer (s. 103).
Vebanın şiddetinin kaynaklarda hafif, orta, ağır ve çok ağır şeklinde tasnif edilebilecek ifadelerle yer aldığı anlaşılmaktadır. Son “korkunç” salgınlar İstanbul’da 1812, Selânik’te 1814 yıllarına rastlar. Daha sonra İstanbul’da 1834-36 ve Selânik’te 1837’de yani 22-23 yıl sonra şiddetli veba salgını yaşanır. Bu dönemde Kahire ve İskenderiye (1835) ve İzmir’de de (1837) ölümcül salgınlar yaşanmıştır.
Bu noktada şiddetli salgınların (Ara dönemlerde sayıca az ve yaygın olmayan vakalar var.) 23 yıllık aralarla vuku bulduğunu, bu ara dönemde vebaya maruz halkın “sanki bağışıklık kazanmış gibi”olduğunu belirten Panzac, Doğu Akdeniz’de veba siklusunun (döngüsünün) kuşakların döngüsüne denk düştüğünü, o dönemde Avrupa’da bir kuşağın karşılığının ortalama 30 yıl kabul edildiğini ama bunun Doğu Akdeniz için geçerli olmadığını çünkü kuşakların yenilenme süresinde fark olduğunu ifade eder. Bunda, daha sıcak iklimlerde kızların erken yaşta ergenliğe ulaşmasının ve dolayısıyla o dönemde Avrupa’da “geç evlenme” (23-25 yaş) yaygınken Doğu’da 13 yaşında evlenmelerin olmasının etkili olduğunu ileri sürer(s. 111-112).
Araştırmada ele alınan kentler (İstanbul, Selanik, İzmir, Halep, Kahire, İskenderiye) arasındaki farklarda mevsim farklılıklarının da rol oynadığı, mesela vebanın İstanbul’da Nisan-Mayıs aylarında başlayıp Ağustos-Eylül’de doruk noktasına ulaştığı, Kasım-Aralık’ta ise klinik belirtilerin azaldığı anlaşılırken İskenderiye’de Ocak’ta başlayıp Nisan’da doruk noktasına eriştiği, Temmuz’da sona erdiği tespiti yapılır. Bunda pirelerin sıcaklık (ısı ve nem) karşısında üreme ve yok olma durumları etkilidir: 20 -25 derecede ve %65-75 arası nem oranında pirelerin hastalığı başkasına geçirme oranı zirve yapar; ısı 27 dereceyi geçtiğinde ve nem düştüğünde ise bu oran çarpıcı biçimde azalır(s. 115).
Müslümanların, Yahudilerin ve Hristiyanların veba karşısındaki tavrını büyük ölçüde dinî inançların belirlediği, Hıristiyanlarda ilk günah kavramının bulunmasından dolayı vebanın Tanrı’nın bir cezası olduğu kanaatinin yaygın olduğunu belirten Panzac, Müslümanlarda da dua ile ve kader sayılarak vebaya karşı bir tutum sergilendiğini ifade eder. İslam tarihinde Peygamber’e atfedilen hadisler ve Hz. Ömer ile Ebu Ubeyde arasında bu konuda yaşanan bir olay örnek gösterilerek aslında vebadan korunmak için tedbir alınmasını savunan görüşler de vardır ama yaygın kanaat ve tutum Allah’ın iradesine boyun eğme ve hastalıktan ölümü şehitlik sayma istikametinde olup hastalara karşı merhametle yaklaşılması, onlardan kaçılmamasıdır. Gayrimüslimlerde dua, hastaneye yatırma ve bulaşıcı hastalığın olduğu yerden kaçış davranışları tespit edilmiştir(s. 156-167).
Araştırmada ele alınan bölgelerde vebadan tahminen kaç kişinin öldüğü hususuna bakıldığında, mesela İstanbul’da 1705’de 500 bin kişilik nüfusta 60-80 bin kurban, 1812’de 500 bin kişilik nüfusta 100 bin kurban; İzmir’de 1709’da 100 bin kişilik nüfusta 10 bin kurban, 1812’de 100 bin kişilik nüfusta 20 bin kurban verilmiştir. İncelenen 35 salgından 6’sı vahimdir ama ölüm oranları yüzde 20-25 kadardır. Salgınların yaklaşık yarısında ölüm oranı yüzde 11-12, yüzde 34’ünde ise ölüm oranı yüzde 10’dan düşüktür. Osmanlı topraklarında 18. yüzyılda ve 19. yüzyılın ilk 30-40 yılında vuku bulan salgınlarda ölüm oranı yüksek olmakla birlikte bunlar Avrupa’nın benzer büyüklükteki şehirlerinde 17. yüzyılda ve 18. yüzyıl başlarında (yani takriben 100 yıl önceki) meydana gelen salgınlara oranla düşüktür. Mesela, Lyon’da 1628’de nüfusun yüzde 50’si, Barselona’da 1651’de nüfusun yüzde 45’i, Marsilya’da 1720’de nüfusun yüzde 50’si vebadan ölmüştür(s. 184-185).
Veba ve diğer salgınlar kırsal kesimde de benzer ölüm oranlarına yol açmıştır. Bundan dolayı da Osmanlı nüfusunun, aynı dönemde çeşitli Avrupa devletlerinde yüzde 30-80 arasındaki nüfus artışına karşılık, 18. Yüzyıl boyunca ve 19. Yüzyıl başlarında muhtemel bir durgunluk dönemi yaşadığı varsayımında bulunan Panzac, doğal olarak bu durumun bölgeler, arası farklılıklar olmadığı anlamına gelmediğini de ekler (s. 189-190, 253).
19. yüzyıl başlarında çeşitli adalarda, Mısır, Lübnan ve diğer bazı yerlerde mahallî paşalar vebaya karşı koruyucu önlemler alma konusunda merkezî idareden daha dikkatli ve gayretli görünüyor. Osmanlı ile ticaret dolayısıyla Avrupa devletleri de Osmanlı Hükûmeti’ne bu yönde telkinlerde bulunmaktaydı. 1830’lardan itibaren Osmanlılar bu konuya, merkezî hükûmet düzeyinde ve ciddi bir biçimde eğildiler; batılı uzmanları celp ettiler. Yine Osmanlı Devleti’nden ayrılan veya özerklik kazanan Balkan ülkelerindeki yeni yönetimler de nüfuslarını güçlendirmek için sağlıkta koruma (karantina) politikalarına önem verdiler. 1838’de II. Mahmud’un emri ve öncülüğüyle kurulan Meclis-i Tahaffuz (Karantina Meclisi) Komisyonu sağlık nizamnameleri hazırlar; bunları uygulamakla yükümlü olan büroda (Meclis-i Tahaffuzhane-i Sani) Osmanlı Hükûmeti’nin seçtiği sekiz üyenin yanında çeşitli Avrupa devletlerinin temsilcileri bulunmaktaydı(Panzac, 220-224).
Ezcümle, Osmanlılar veba ve diğer salgınlarla mücadelede Avrupa devletlerini takriben 100 yıl kadar geriden takip etmişe benziyor. Bununla birlikte söz konusu salgınların bir önceki asırda Avrupa’da yaptığı tahribat, Osmanlı’daki muadilinin kat kat üstünde gerçekleşmiş görünüyor ki, bu da muhtemelen devrin şartlarına göre Osmanlıların hijyen kurallarına göreceli olarak daha fazla riayet etmesiyle ve diğer tedbirlerde daha başarılı olmalarıyla açıklanabilir. Modern devlet oluşumunda ve sağlık alanındaki koruyucu tedbirlerde Avrupa’nın sağladığı gelişme bu durumu tersine çevirdiği gibi Osmanlı topraklarında sağlık koruma tedbirlerinin modern usullerle uygulanması konusu da bir yönüyle Batılı devletlerin müdahale ve kontrolleriyle gerçekleşmiştir.