ATATÜRK VE CUMHURİYET
2019’dan bu yıla kadar Millî Mücadele’mizin; 19 Mayıs, Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri, Misak-ı Millî’nin ilanı, TBMM’nin açılması, Sakarya Meydan Muharebesi, Büyük Taarruz ve 30 Ağustos Zaferi, Lozan Antlaşması ve nihayet Cumhuriyet’in ilanı gibi dönüm noktalarının 100. yıllarını kutladık, kutluyoruz. Bu dönemin bir bölümünde küresel kovid-19 salgınından, bu yılın ilk yarısında da on bir ilimizi ve aslında bütün ülkemizi derinden etkileyen 6 Şubat Kahramanmaraş depremlerinin yol açtığı atmosferden dolayı kutlamaların olması gereken coşkudan uzak olduğu görülmektedir. Ancak özellikle Cumhuriyet’in 100. yıldönümü her halükârda çok daha kapsamlı ve coşkulu etkinliklerle kutlanmalıydı. Türk Ocakları Genel Merkezi ve şubeleri, mütevazı imkânlarla bu dört yıl zarfında elinden geldiği ölçüde konferanslar, sempozyumlar, müzik şölenleri tertip etti; TBMM’nin açılışı vesilesiyle Orman Genel Müdürlüğünün de katkılarıyla ağaçlandırma faaliyetlerinde bulundu ve içinde bulunduğumuz yılda da Türkiye’nin temel meseleleri ve bunların çözüm yolları ile ilgili çalıştay raporlarının hazırlanması, kapsamlı bir sempozyumun gerçekleştirilmesi, Ankara kitabının yayımlanması vb. pek çok işe imza attı.
19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkışından itibaren Türk Millî Mücadelesi’ni başarıyla yürüten ve bu süreç sonunda da Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak tarihe karışan Osmanlı Hanedan yönetiminden sonra Türk milletine yeniden bir diriliş ruhu kazandıran, hiç kuşkusuz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kararlı, akılcı ve sabırlı liderliğidir.
Birinci Dünya Savaşı sonunda mağlup olan devletlerden biriydik. Osmanlı Hükûmeti, dayatılan ateşkes antlaşmasının, -düşman güçlerinin ülkemizin istedikleri yerini işgal edebilmelerine imkân tanıyan maddeleri dâhil- bütün şartlarını kabul etmişti. Teslim olmuş, kendimizi galip devletlerin merhamet ve insafına terk etmiştik. Esasen Birinci Cihan Harbi sona ermeden, ileride ülkenin işgale uğraması ihtimaline karşı hazırlıklar başlamıştı. Millet, derhal Kuvayı Milliye ruhuyla “Müdafaa-i Hukuk” ve “Redd-i İlhak” adları altında cemiyetler kurmaya başladı. Vatanın kahraman evlatları bulundukları bölgelerde işgallere karşı direndiler. En büyük eksik, bütün bu direniş ocaklarını birleştirerek millî gaye etrafında toparlayacak bir önder idi.
13 Kasım 1918’de geldiği İstanbul’da işgalci devletlerin gemilerine bakarak “Geldikleri gibi giderler.” diyen Mustafa Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da işte bu amaçla, 9. Ordu Kıtaları Müfettişi sıfatı ve geniş yetkiler ile Samsun’a ayak bastı. 19 Mayıs’ta Samsun’a çıkışıyla başlattığı Büyük Nutuk’ta Mustafa Kemal, genel manzara hakkında yaptığı değerlendirmenin sonunda şunu söyler:
“Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da millî hakimiyete dayalı, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti tesis etmek!” Ona göre, “Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin olunabilir...”
Giriştiği mücadelenin zorluklarını elbette iyi biliyordu ama çok iyi yetişmiş bir asker ve dünyayı tanıyan bir devlet adamı olarak savaş sonrası ortam ve dengeler içinde yapılabilecekleri de hesaplıyordu. Milleti ve vatanıyla ilgili yoğun duygularını akıl ve bilgi ile yönlendirme kabiliyetine sahip olması, Mustafa Kemal Paşa’nın kararlı ama aynı zamanda temkini elden bırakmayan bir şekilde hareket etmesini sağlıyordu. Bu mücadelede seferber edilecek unsurların nihai gayeye matuf olarak en verimli bir şekilde kullanılması hayati önemdeydi. Onun içindir ki işin başında millî gayenin birinci aşaması olan bağımsızlık için bütün millî güçler (Kuvayı Milliye) harekete geçirilmeliydi. Daha sonra vatanın ve milletin çağdaş uygarlıklar seviyesinin üzerine çıkarılması istikametinde atılacak adımlar ise bunların muhtevaları ve yöntemleri konusunda ihtilaflar çıkacağından, bağımsızlık mücadelesinin kazanılması akabinde gündeme getirilecekti. Gazi bu hususu Nutuk’ta şöyle ifade ediyordu:
“… Muvaffakiyet için pratik ve emin yol, her safhayı vakti geldikçe tatbik etmekti. (…)Ancak bu pratik ve emin muvaffakiyet yolu, yakın mesai arkadaşım olarak tanınmış zevattan bazılarıyla aramızda zaman zaman görüşlerde, muamelelerde, icraatta esaslı ve tali birtakım anlaşmazlıklar, kırgınlıklar ve hatta ayrılıkların da sebebi ve izahı olmuştur (…).”
Esasen o, vatan, millet meseleleriyle neredeyse çocukluğundan beri ilgiliydi. Harbiye’de okuduğu yıllarda arkadaşlarıyla gizlice dergi çıkarmış, gizli örgüt kurduğu iddiasıyla bir süre tutuklanıp sonra serbest kalmıştı. Daha sonra da bu cemiyet faaliyetlerini sürdürmüş ancak İttihat ve Terakki’nin iktidar döneminde söz konusu faaliyetleri ikinci planda kalmıştı. Çanakkale’deki parlak başarıları sayesinde şöhreti yayılan ve o zaman veliaht olan Vahideddin ile bir yurt dışı gezisine yaver olarak katılan Mustafa Kemal Paşa savaşın son yıllarında ve Mütareke döneminde, o sırada padişah olan Vahideddin ile önceki tanışıklığından da yararlanarak İstanbul’da hükûmet üzerinde etkili olmaya çalışmıştı. Bu çabaları istenen sonucu vermeyince de işgale karşı mücadelenin İstanbul’dan yürütülemeyeceği kanaatine varmış, kendisine teklif edilen 9. Ordu Kıtaatı Müfettişliği görevini, yetki alanının genişletilmesini sağlamak suretiyle kabul etmişti.
O zamandan itibaren kafasında tek fikir vardı: Vatanı kurtarmak ve sonra da ülkeyi çağdaş uygarlıklar seviyesinin üzerine çıkaracak yeni bir yapılanmayı gerçekleştirmek. “İstiklâl ve hürriyet benim karakterimdir.” diyen Mustafa Kemal, 1921’de Meclis’in yeni toplantı yılının açış konuşmasında, “Artık yeis ve üzüntü günleri çok arkada kaldı. Biz hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa ediyoruz ve edeceğiz. Meşrû isteğimizi tanımamak yüzünden akan ve akacak kanların mesuliyeti şüphesiz sebep olanlara ait olacaktır.” diyordu. Eskişehir-Kütahya savaşlarındaki üstünlüklerinden cesaret alan 23 Ağustos’ta saldırıya geçen düşmana karşı “Hatt-ı müdâfaa yoktur, sath-ı müdâfaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla sulanmadıkça düşmana bırakılamaz.” emrini verdi. “Melhame-i Kübra” olarak nitelediği bu savaşta kazanılan zaferden sonra TBMM tarafından müşir (mareşal) rütbesi ve “gazi” unvanı verilen Mustafa Kemal Paşa’nın, diplomatik ilişkileri büyük bir titizlikle ve ustaca yürüterek ve tam bir imha ile sonuçlanacak şekilde hazırladığı Büyük Taarruz’da, “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” emriyle düşman ordusu bozguna uğratılmış ve ülke düşmandan temizlenmiştir.
Bu büyük başarının ardından toplanacak barış konferansı öncesinde yaşanan tartışmalar üzerine saltanat ile hilafet ayrılarak saltanat ilga edildi (1 Kasım 1922). Böylece, zaten 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda ifade edilen “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.” sözü kesin bir biçimde hayata geçiyordu: “Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. İdare usulü, halkın mukadderatını [geleceğini, kaderini] bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir [dayanır].” 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilirken maddeye “Türkiye Devleti’nin şekl-i Hükûmeti, Cumhuriyettir.” cümlesi eklenecektir. Bu noktada, Atatürk’ün yukarıda zikredilen (“Muvaffakiyet için pratik ve emin yol, her safhayı vakti geldikçe tatbik etmekti.”) sözünün somut bir uygulamasını görmekteyiz.
Lozan barış görüşmelerinde İtilaf Devletleri tarafından sunulan taslağı kabul edilemez bulan Mustafa Kemal, “Biz barış istiyoruz dediğimiz zaman tam bağımsızlık istiyoruz dediğimizi herkesin bilmesi gerekir. Bunu istemeye hakkımız ve gücümüz vardır. On yıl, yirmi yıl sonra aşağılanmış bir biçimde ölmektense şimdiden şeref ve haysiyetle ölmeyi tercih etmeliyiz.” diyerek tam bağımsızlık konusundaki kesin tutumunu bir kez daha ilan etmişti. İyi bilindiği gibi, Lozan’a giden heyete tam bağımsızlığa halel getirebilecek hususlarda ve Ermeni yurdu meselesinde kesinlikle taviz verilmemesi talimatı verilmişti.
Atatürk, bilimin yol göstericiliğine ve akla inanan, geleceğe matuf eylemlerinde bir iki hamle sonrasını değil, bir satranç oyuncusu gibi beş on hamle sonrasını dahi hesaplayan tam bir strateji dehasıydı. O ise kendisinin olayları iyi tahlil ettiğini, tedbirleri iyi planlayıp sonra da kararlaştırılan tedbiri tereddütsüz uygulamayı esas aldığını belirtir: “Ben askerî deha filân bilmiyorum. Herhangi bir zorluk önünde kaldığım zaman yaptığım iş şudur: Vaziyeti iyice tespit etmek, sonra alınacak tedbirin ne olduğuna karar vermek. Bu kararı bir kere verdikten sonra artık acaba yapayım mı, yapmayayım mı diye tereddüt etmemek ve muvaffak olacağıma inanarak tatbik etmek.”
Akla verdiği önemi din ve inanç sahasına da yansıtmıştır. Balıkesir Zağanos Paşa Camii’ndeki hutbesinde şöyle diyordu: “İnsanlara doğruluğun özünü vermiş olan dinimiz son dindir. Kusursuz ve en mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeklere bütünüyle uyar ve uygun düşer.” Atatürk hakkındaki en önemli biyografilerden Tek Adam’ın yazarı Şevket Süreyya Aydemir Atatürk’ün ileri görüşlü, meşruluk taraftarı, olayları çok iyi değerlendiren ve liderlik vasfına sahip biri olduğunu, donmuş bir doktrin adamlığından uzak bulunduğunu ve en önemli özelliğinin yön tayin ediciliği olduğunu vurgular.
Saltanatın kaldırılması, Lozan Antlaşması’nın imzalanması ve Ankara’nın başkent olması gibi gelişmelerden sonra sıra malumun ilamına yani Cumhuriyet’in ilanına gelmiştir. Mustafa Kemal Paşa 27 Eylül 1923’te verdiği bir beyanatta Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.” diye başlayan maddesini okuyarak bunu “cumhuriyet” şeklinde özetlemenin mümkün olduğunu söylemiştir
Bu fikrin kuvveden fiile geçmesinde, Fethi Bey Hükûmeti’nin istifasıyla başlayan bunalım vesile edilmiştir. Meclis’te güvenoyu alacak bir kabine oluşturulamaması üzerine 28-29 Ekim akşamı Çankaya Köşkü’nde bazı arkadaşlarıyla bir değerlendirme yapan Mustafa Kemal, çıkış yolunu “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz.” diye açıklar. Halk Fırkası grubunu toplantısından sonra meclis genel kurulunda anayasa değişikliği teklifi görüşüldü ve 1. maddenin sonuna, “Türkiye Devleti’nin şekl-i hükûmeti Cumhuriyettir” hükmü eklendi. Teklif kabul edildi ve Mustafa Kemal Paşa oy birliği ile reisicumhur seçildi. Yaptığı konuşmada “Türkiye Cumhuriyeti dünyada işgal ettiği yere layık olduğunu eserleriyle kanıtlayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti mutlu, muvaffak ve muzaffer olacaktır.” diyen Mustafa Kemal Paşa, yaklaşık 4 ay sonra (3 Mart 1924) kabul edilen kanunlarla da Cumhuriyet’in laik niteliğini ortaya koyacaktır.
Sonraki yıllar ve Cumhuriyet’in kazanımları konusunda bu ve diğer özel sayılarımızda uzman akademisyenlerin önemli yazıları var. Ben bu vesileyle Atatürk’ün bağımsızlık ve hürriyet kadar önem verdiği diğer hususlara kısaca değineceğim. O, Türk milliyetçisi idi ve bunun icabı olarak milletimize tarihinin büyüklüğünü hatırlattı. Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu bu istikametteki atılımlarından sadece ikisidir. Türk’e tarihi ve kimliğiyle övünmesini, gelecek için de çok çalışmasını ve bu sayede de kendine ve milletine güvenmesini aşıladı. “İnsanlar daima yüksek, temiz, kutsal amaçlara yürümelidirler” diyen Atatürk, “Asla şüphem yoktur ki; Türklüğün unutulmuş büyük medenî vastı ve büyük medenî kabiliyeti bundan sonraki inkişafiyle âtinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” sözleriyle çağdaş uygarlığın üzerine çıkması hedefini işaret ederek Türk milletini yüksek ve kutsal bir hedefe yöneltmiştir. Türk milleti; “vatanın bahtı kara mâderini” kurtaran, “Benim hayatta yegâne fahrim [biricik övüncüm], servetim Türklükten başka bir şey değildir.” diyen Büyük Başkumandan’ı, Cumhuriyet’in kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü her zaman rahmet, minnet ve şükranla anacaktır. Ruhu şâd olsun.