“Büyük Ortadoğu Projesi” adı altında, maalesef medeniyet coğrafyamız paramparça edildi. Büyük güçlerin küresel egemenlik savaşı veya Huntington’ın deyimiyle “medeniyetler çatışması”nın savaş sahnesi olarak İslam ülkeleri seçildi. Bu coğrafyanın büyük bir bölümü, tarihte kurduğumuz en büyük cihan devleti olan Osmanlı Devleti’nin sınırları içindeydi. 19-20. yüzyıllarda, zamanın büyük güçlerinin sömürgecilik faaliyetlerinin hedefi olan bu topraklarda kurulan siyasi oluşumlar, doğal olarak tarihî derinlikten ve devlet geleneğinden yoksundu. İki savaş arası dönemde iyice pişirilen ve “Avrupa’nın Yahudilere karşı utancının Müslüman Araplara ödetilmesi” biçiminde tezahür eden İsrail Devleti’nin kurulması da o zamandan günümüze bölgemizin durumunu en çok etkileyen gelişmelerin temelini oluşturdu. Yakın geçmişte patlak veren “Suriye İç Savaşı”, esasen bir yönüyle “Büyük İsrail Projesi”nin, bir yönüyle de Küresel Egemenlik Savaşı’nın “vekâlet savaşları” yoluyla hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Suriye’nin zaafları ve meseleleri, bu senaryoyu sahneye koymak için kullanılmıştır.
Irak’ta yaşananları, zamanında doğru bir şekilde değerlendirdiğimiz, tahlil ettiğimiz söylenemez. Zira asıl büyük resmi görmekten ziyade, “Arap Baharı” aldatmacasının peşinde, “İhvancı” anlayışın zaaflarıyla malul bir siyaseti uygulamaya kalkınca “stratejik derinlik” iddiamız âdeta “stratejik körlük” hâlini aldı. “Komşularla sıfır sorun”dan “değerli yalnızlık”a savrulduk. Osmanlı Devleti’nin son dönemini ve Cumhuriyet’in kurucusunun millî ve gerçekçi siyasetini tamamen yanlış değerlendiren bir takım “yalan söyleyen tarih” uzmanlarının(!) yol şaşırtması da bu süreçte etkili oldu. Neticede, içeride sözde çözüm sürecinin avantajlarından istifade eden PKK’nın Suriye kolu PYD’ye ve onun askerî kanadı YPG’ye, Suriye’nin kuzeyinde önce kantonlarla başlayan bir “Rojava” hediyesi verildi. Bu süreçte, başlangıçta bizimle birlikte hareket ettiği izlenimi veren sözde müttefik ABD de sahaya buldozer olarak sürdüğüne şüphe olmayan DAEŞ/IŞİD’i bahane ederek YPG’yi ortak hâline getirdi.
Durumun vahametini fark eden Devlet, 15 Temmuz ihanetine rağmen önce Fırat Kalkanı sonra da Zeytin Dalı operasyonlarıyla güneyimizde bir “PKK’istan” kurulmasına “Dur!” dedi. Buna rağmen sözde müttefiklerimizin alenen desteklediği ve binlerce TIR silah gönderdiği YPG, yeni adıyla SDG güçlerinin Menbiç’te ve Suriye’nin kuzeydoğusundaki varlığı ciddi bir tehdit olmaya devam etti. ABD’nin sürekli oyalamalarına karşı nihayet Türk Ordusu, Barış Pınarı Harekâtı’nı başlatarak bu konudaki kararlılığımızı dünyaya gösterdi. Bunun üzerine âdeta bütün dünya karşımıza geçti. “Siyasi Ümmetçilik” hayalinin ne denli boş olduğu da Arap Birliği’nin Türkiye’yi suçlayan açıklamalarıyla bir kez daha kanıtlandı. Türk Devletleri Birliği olarak Türk Keneşi’nin yanında Pakistan, Macaristan ve Katar’ın Türkiye lehine yaptıkları açıklamalar dışında, maalesef kendi güvenliğimiz için yaptığımız Harekât’a bütün dünya cephe aldı. Bunun elbette çeşitli sebepleri var. Kısaca tahlil etmek gerekirse şunları belirtmek gerekir:
1. Hristiyan Batı’nın derin şuuraltında, Haçlı Seferlerinden bu yana Türklere karşı duyulan -nefret demeyelim- olumsuz duygu ve korkuların değiştirilip yönlendirilmesi.
2. Orta Doğu’da kendisine taşeron olarak dört parçalı sözde “Kürdistan”ı gören İsrail’in etkisi.
3. Arap devletlerinin yöneticilerinin, dış güçlerin kuklaları olmaktan öte ciddi bir halk desteğinden mahrum olmaları ve Osmanlı geçmişinden dolayı Türkiye’ye karşı besledikleri olumsuz duygular.
4. İsrail etkeniyle birlikte asıl önemlisi, “Büyük Güçler” arasındaki mücadelede bölge denkleminde Türkiye’nin fazla öne çıkmasından duyulan rahatsızlık ve tedirginlik.
Afganistan, Irak, Suriye ve dünyanın pek çok yerinde yaptıkları askerî operasyonlarda on binlerce sivilin ölümünde sebep olan, uydurma olduğunu kendilerinin de kabul ettiği iddialarla Irak’ı cehenneme çeviren, dünyanın dört bir yanından ve kendi ülkelerinden binlerce teröristin Suriye’ye gelmesine ses çıkarmayan medeni(!) Batılı ülkelerin, topraklarında 4 milyon Suriyeliyi ve 1-2 milyon da başka ülkelerden gelen sığınmacıyı barındıran Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, PKK terör örgütünün uzantısına karşı düzenlediği operasyon dolayısıyla suçlaması, “şeytanlaştırma”sı utanmazlık ötesi bir ahlaksızlıktan başka bir şey değildir. Afrika’da yaptıkları insanlık dışı soykırım ve katliamları unutan, sadece PYD’yi değil PKK’yı da açıkça destekleyen Fransa’nın Cumhurbaşkanı ve basınına aynaya bakmalarını söylemek fuzulidir.
Türkiye, 9 Ekim’de operasyon başladıktan dokuz gün sonra ABD Başkan Yardımcısı M. Pence ile Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan başkanlığındaki heyetlerin görüşmeleri sonucunda yapılan anlaşma gereğince belirli bir süreliğine (120 saat) Harekât’ı durdurdu (17 Ekim). Bu arada, Rusya’nın desteklediği Suriye rejim güçleri, Türkiye’nin güvenli bölge olarak ilan ettiği alana girdi. Ardından 22 Ekim’de, Rusya’da Soçi’de, Erdoğan ile Putin arasında yapılan uzun görüşme sonrasında varılan mutabakat çerçevesinde Türkiye, Harekât’ın durdurulduğu andaki sürer durumu (statüko) kabul etti.
ABD ile mutabakatta her iki ülkenin NATO üyesi olarak ilişkileri, DEAŞ ile mücadeledeki kararlılıkları ve Suriye’nin toprak bütünlüğüne bağlılıkları teyit edildi. Kritik maddelerden biri de “Türkiye'nin, YPG ağır silahlarının toplanması ve YPG tahkimatları ile tüm muharip mevzilerinin kullanılmaz hâle getirilmesi dâhil, millî güvenlik kaygılarının giderilmesini teminen bir güvenli bölge kurulmasının devam eden önemi ve işlevselliğinde mutabık” kalındığıdır. Barış Pınarı Harekâtı sırasında ABD askerlerinin çekildiği Arap Pınarı’na (Kobani) Rus askerlerinin girmesi ve Arap Pınarı çevresinde Suriye askerlerinin görülmesinden, ABD’nin bu alanda Türkiye’yi Rusya ve rejim güçleri ile baş başa bırakarak aslında SDG denilen YPG’nin işini bir anlamda kolaylaştıracağı anlaşılmaktaydı. Çünkü Rusya destekli rejim güçlerinin Menbiç’te ve Türkiye’nin ilan ettiği Güvenli Bölge’nin diğer kısımlarında görülmesi, YPG’li teröristlere rejim ordusu içine girerek varlıklarını devam ettirme imkânını vermekteydi.
Soçi Mutabakatı’nda ise “Suriye’nin siyasi birliği ve toprak bütünlüğünün muhafazası” ve “Türkiye’nin millî güvenliğinin korunması”, “terörizmin tüm şekil ve tezahürleriyle mücadele etme” vb. hususları teyit edilmiştir. “Tel Abyad ve Resülayn’ı içine alan 32 km derinliğindeki Barış Pınarı Harekâtı alanındaki yerleşik statüko”nun muhafaza edileceği ve Rusya’nın 1998’de Suriye ile Türkiye arasındaki Adana Anlaşması’nın uygulanmasında kolaylaştırıcı olarak rol oynayacağı, Barış Pınarı Harekâtı alanının dışında kalan Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafına girecek Rus güçlerinin YPG unsurları ve silahlarının Türkiye-Suriye sınırından itibaren 30 km’nin dışına çıkarılmasını temin edeceği ve bu işlemin 150 saat içinde tamamlanacağı, Menbiç ve Tel Rıfat’tan bütün YPG unsurlarının silahlarıyla birlikte çıkarılacağı, mültecilerin güvenli ve gönüllü şekilde geri dönüşlerini kolaylaştırmak maksadıyla ortak çalışma yapılacağı gibi hususlarda anlaşma sağlanmıştır. Rusya, Suriye’nin belirli bir bölgesinde Türk askerî varlığını geçici bir süreliğine de olsa tanımış olmakla birlikte Türkiye’nin 440 km genişliğinde bir güvenli bölge kurma hedefinin, ABD ile varılan mutabakattaki şekliyle, yani 120 km’lik alanla sınırlanmasını da kabul ediyordu.
Suriye’deki savaşın iki büyük tarafı olarak ABD ve Rusya ile belirli bir çerçevede mutabakata varmak, elbette ki diplomatik açıdan çok önemli bir başarıdır. Ne var ki mutabakatlar sonrasında SDG güçlerinin Suriye ordusuna katılmaları ihtimali, bu güçlerin sözde genel komutanı Mazlum Kobani kod adlı teröristin, bir yandan ABD Başkanı Trump tarafından övgülere boğulurken öte yandan Rus siyasi ve askerî yetkilileri tarafından alenen muhatap olarak kabul edilmesi, bir takım tereddüt ve şüphelere sebebiyet vermiştir.
Türkiye, sürecin bundan sonraki aşamalarında ABD’ye de Rusya’ya da bu konudaki tavrının açık ve kesin olduğunu vurgulamaya devam etmelidir. Sınırımızdan 30 km güneyden itibaren olsa da PKK’nın uzantısının şu veya bu ad altında siyasi bir varlık hâline gelmesine izin verilemeyeceği tekrar tekrar hatırlatılmalıdır. Bütün bunları da sert güç konusundaki kararlılığımızda fütur göstermeksizin diplomasiyi en iyi şekilde kullanarak, dostlarımızı çoğaltarak yapabiliriz. Misafir ettiğimiz 4 milyon Suriyeliden birkaç yüz binini, geldikleri topraklara güvenli bir şekilde geri göndermek ve güneyindeki terör devletçiği projesini engellemek isteyen Türk Devleti’ne asılsız suçlamalar yöneltenlere karşı, sığınmacı politikamızda çok önceden yapılması gerekenleri artık tatbik sahasına koymamız gerekmektedir. PYD/YPG’nin, Kuzey Suriye’nin nüfus yapısını değiştirdiği BM ve İnsan Hakları Örgütü gibi uluslararası kuruluşlarca tespit ve ilan edildiği hâlde, bugün 4 milyon Suriyeliye kucak açtığı için kendi nüfus yapısı değişen Türkiye’yi suçlayan utanmazların, bu misafirlerimizin bir kısmına ev sahipliği yapması yerinde olacaktır.