Biz, “Milletçe Afrin Operasyonu çerçevesinde beka meselesine odaklandık. Bir yandan da 2019 seçimlerine yönelik ittifak arayışları gündemi belirliyor. 15 Temmuz yargılamaları gündemde çok az yer işgal ediyor.” diye düşünüyoruz. Yani, haber programı gediklilerine göre sıcak gündemi bunlar oluşturuyor. Öte tarafta ise bazı din adamlarının, tarikat erbabının veya akademisyenlerin din ve tarihle ilgili akıllara seza açıklamaları da ortamı renklendirme işlevini yerine getiriyor. En son, “muzip” bir jeoloji ve bilim tarihi uzmanımız, daha önce Fatih Sultan Mehmet ile ilgili saçma sapan iddiasını da geride bırakacak şekilde Kanuni’ye “salak” dedi. Program yapımcısı gazeteci ise bunun, aslında basın ve yayın dünyasının ilgi derecesini test etmek için yapılmış bir mizansen olduğunu yazdı. Yani “koskoca” bir profesör, eğlenmek için tarihin kaydettiği en büyük Türk hakanlarından, cihan padişahlarından birine hakaret edebilirdi.
Televizyon programlarına baktığımızda çocuk istismarı, taciz, nesebi gayrisahihveya evlatlık verilmiş kişilerin “biyolojik” anne ve baba arayışları ekranlarda aylarca tartışılıyor. Doğal olarak kurgunun ağır bastığı tarih dizilerinde gösterilenleri gerçek tarih zannedip verimsiz tartışmalarda enerji kaybediyoruz. Akademisyen unvanlı kişilerin, tarihi kendi ideolojilerinin silahı gibi kullanmalarında kural tanımazlık tavan yapıyor. Medine Müdafaası’nı karalayanlardan her fırsatta Atatürk’e saldırmayı marifet sayanlara uzanan bir dizi sahte kahraman, ekranları ve sosyal medyayı kaplamış.Mahremiyet, edep, hürmet, itidal, hakkaniyet gibi kavramlar, kelime hazinemizden de hayatımızdan da kovulmuş gibi…
Sosyal medyada ateizm, deizm, İslam düşmanlığı, Atatürk düşmanlığı, Türkçülük maskesiyle Türk ve Türkiye düşmanlığı;İslam maskesiyle toplumu dinden soğutma manevraları almış başını gidiyor. Din ve maneviyat, gösteriş ve yükseliş (kariyer) hedeflerine giden yolda kullanılmaya devam edilirken gerçekte hazcılık ve nihilizmin yükseldiğine dair görüşler serdediliyor. Denilebilir ki, dünyadaki kargaşa içinde yeniden düzen ve denge arayışının bir benzerini biz de toplum, zihniyet ve düşünce dünyamızda yaşamaktayız.
Baş döndürücü bir süratle değişen iletişim ve bilişim teknolojilerinin hayatımızı kuşattığı bir ortamda,hızı ve hazzı yükselen değer olarak algılayan yeni nesillerin manevi ve ruhi dünyaları, ahlak ve nizam anlayışları nasıl şekillenecek? Bu, gerçekten mühim ve can alıcı mesele üzerinde yeterince ve layıkıyla düşünüyor muyuz? Bu meselenin, birey ve toplum olarak bizi gelecekte ne şekilde etkileyeceği hakkında araştırmalar ve geleceğe dönük yansıtmalar yapıyor muyuz? Devletimiz, eğitim ve öğretim işlerini planlar ve uygularken bu konulara dair birbirini tamamlayan ve destekleyen, birbirinin yerine geçebilecek çözümlerin arayışına giriyor mu? Üniversiteler ne yapıyor? Bu soruları çoğaltabiliriz.
Küresel hız çağında, kimlikten çevre sorununa kadar insanlığın yaşadığı pek çok meseleye çözüm olarak, tarihî müktesebatımızın temel ilkeleri yani hürmet, adalet, diğerkâmlık, merhamet, hoşgörü ve nizam anlayışı çerçevesinde insanlığa yeni bir medeniyet ufku gösterebiliyor muyuz?“Ben”i tanrılaştıran ve “öteki”ne karşı umursamaz ve duygusuz bireyler üreten “çağdaş” uygarlığa karşı insanı merkeze koyan ama aynı zamanda paylaşmayı, adaleti, merhameti ve saygıyı yücelten değerleri asrın idrakine nasıl söyletebiliriz?
Hiç şüphesiz karmaşık ve çok etkenli sosyal sorunların kolay çözümleri yok. Tarihten ve kültürdensoyutlanmış ideolojik formüllerin sadra şifa olması mümkün değil. O bakımdan yapmamız gereken, din dâhil manevi ve kültürel değerlerimizi tarihî tecrübeden ve gelenekten kopuk bir tavırla ele almak yerine, geleneği ve kültürü eleştirel süzgeçlerden geçirerek yeniden yorumlama yöntemini öne çıkarmaktır. Tarihi, idealize etmek yerine gerçekçi bir şekilde değerlendirmek zorundayız. Tarihî ve millî değerlerimize sahip çıkmanın onları dondurmak, bağlamlarından koparıp kutsallaştırmak olmaması gerektiğini idrak etmeliyiz. Eleştirel düşünceyle hakaret ve saygısızlığı birbirine karıştıranlara bakıp katı savunmacı bir ecdat güzellemesi yapmak yerine, iyi ve kötü yanlarıyla geçmişimizi sahiplenmeliyiz. Unutmayalım ki, sağlam bilgi temeline dayalı tarih bilincinin bize yararı, hatalardan ders çıkarmak, başarılardan ilham almaktır. Tarih bize, aşağılık duygusu, sahte ve temelsiz bir özgüven değil; sağlam bir şuur ve gelecek ufku vermelidir.
Bugün Türkiye’nin bir beka meselesinden söz ediyoruz. Hiç şüphesiz bunun siyasi, ekonomik ve askerî boyutları son derecede önemlidir. Ancak, kanaatime göre, beka meselesinin en önemli boyutu, eğitim meselesi ve o çerçevede yeni nesillerin hangi değerlerle yetiştiği hususudur. Gerek küresel ölçekte yaşananların gerekse milletçe yaşadıklarımızın değerler ve maneviyat alanında endişe etmemize sebebiyet veren sonuçları olduğunu düşünüyoruz. Zamaneden şikâyet, ahlaki çöküntüden yakınmak günümüze has değil. Bizim, son derecede başarılı ve düzgün zannettiğimiz dönemlerde bile her şeyin bozulduğu, büyüğe saygının kalmadığı, dinî vecibelerin yerine getirilmediği vb. hususlar hep yakınma konusu olmuştur. Tarihimizdeki tipik örnekleri Orhun Yazıtları’nda, Kutadgu Bilig’de, XVI. asra ait bazı Osmanlı eserlerinde bulabiliriz. Peki, buna bakıp “Endişeye mahal yok.” kaygısızlığıyla mı hareket edelim?
Kesinlikle hayır… Millet ve ülke olarak ayakta durmanın en önemli şartı tarihî ve manevi değerlerimize, mirasımıza sahip çıkmaktır. Onun için eğitim ve öğretimde bu konulara öncelik vermeliyiz. Bu değerlerin geleceğe taşınmasının yolu ise çağı ve geleceği iyi anlamaktan geçer. Tarih ve kültürü “müzelik” eşyalar gibi görmek yanlışların en büyüğüdür. Kaldı ki müzeler ve müzecilik bu değerlerin tanıtım ve aktarımında hayati önemi haizdir. Günümüzde bu alanlara yatırım yapmak, sadece turizm ile ilgili değildir aynı zamanda bunların eğitimde ciddi bir yeri vardır. Bütün bunlar ise geleceğimizi inşa etmek içindir. Tarihte yaşayamayız, o bize geleceğimizi kurmak için bir temel sağlar.Tarihimizi, gündelik siyasi ve ideolojik tartışma ve çatışmaların meydan muharebesi alanına çevirmek de son derecede yanlıştır. Bazı tarih tüccarlarıyla siyasi veya bürokratik kariyer peşinde koşan akademisyen tarihçilerin bu ateşe odun taşımaya çok hevesli olduklarını hepimiz görüyoruz.
Tarihin yanında din alanındaki tartışmalar da insanların doğru bilgilenmesine yönelik olmaktan çok siyasi kutuplaşmanın cephanesi olarak görev ifa ediyor. Bir tarafın din üzerinden Cumhuriyet’e ve Atatürk’e yönelttiği ithamlar, öteki tarafın en azından bir kesiminde din aleyhtarlığının yeşermesine hizmet ediyor. 1990’lardan günümüze gelen süreçte din üzerinden oluşan siyasi tartışmalar ve özellikle FETÖ’nün yol açtığı ağır tahribat, belirli kesimlerde dine ve dindarlara karşı olumsuz duygu ve tavırların artmasına ve alenileşmesine ortam hazırladı. Dünün mağdur kesimlerinin, yer yer küstahlıkla karışık mütehakkim bir tavra meyletmeleri, sadelik ve kanaatkârlığın yerini gösteriş ve içi boşaltılmış bir dindarlığın alması, sadece dünün “laikçi/Kemalist” kesimlerinde değil milliyetçi-muhafazakâr çevrelerde de tepkilere yol açıyor.Bu gidişin ileride telafisi imkânsız sonuçlar doğurması ihtimalini göz ardı edemeyiz.
Hoca Ahmed Yesevî’den Hacı Bektaş-ı Veli’ye, İmam-ı azam Ebu Hanife’den İmam Maturidi’ye uzanan tarihî çizgiden günümüze intikal eden din anlayışımızın yirminci yüzyılda maruz kaldığı sapmaları, konunun uzmanları dile getiriyor. Hiç şüphesiz insanlara inen kutsal kitapların anlaşılması ve uygulanması tarihî, toplumsal ve kültürel şartlarda gerçekleşir. Bu bakımdan dinlerin farklı yorumları vardır ve bu böyle olmaya devam edecektir. Günümüzde hem İslam âlemi hem de Türkiye açısından hayati önem taşıyan konuların başında dinin algılanma ve uygulanma biçimleri geliyor. Devletimizin, aydınlarımızın ve STK’lerin bu konu üzerinde ciddiyetle durması şarttır. Bir kesimin İslamsız Türklük veya Türkçülük arayışları da bir başka kesimin Türksüz Müslümanlık iddiaları da bu milletin tarihî birikimine aykırı olduğu gibi geleceği için de tehlikeli fantezilerdir. Türk milleti yeniden cihanşümul iddia sahibi olacak; Türk dünyası, İslamâlemi ve insanlık için insani değerler temelinde yeni bir medeniyetin öncülüğünü yapacaksa bizim kadim tarihî değerlerimizle inancımızın çağdaş bir yorumuyla mümkün olacaktır. Çünkü teknoloji ve bilim, insanlığın gelişimi açısından çok hayati işleve sahip olsa da değerler olmaksızın fazla bir anlam ifade etmezler. Medeniyetin ruhunu oluşturan ise inançtır, ahlaktır, dildir, gelenektir ve temel insani değerlerdir.