TÜRK OCAKLARI

GENEL MERKEZİ

Beka ve Siyaset

2010’lar Türkiye’si üzerinde ileride yapılacak araştırmalar, siyaset gündeminde en çok kullanılan kelimelerden birinin “beka” olduğunu tespit edecektir. Gerçekten de “beka” kavramı, son yıllarda yoğun bir şekilde kullanılmaktadır. Bazı kesimler Türkiye’nin ciddi bir beka mücadelesi verdiğini, bekamıza yönelik ciddi tehditlerin bulunduğunu ifade ederken bazı kesimler de beka argümanının giderek daha belirgin bir şekilde siyaseten kullanıldığını ileri sürüyor; zımnen veya açıkça beka meselesinin olmadığını ileri sürüyor.

Biz de beka meselesini, 5-6 yıldır sık sık telaffuz ediyoruz. Bununla neyi kastettiğimiz de ortadadır. Bizim beka meselesine yaklaşımımız, gündelik parti siyaseti mülahazalarının ötesinde ve üzerinde; dünyanın, bölgemizin ve ülkemizin 25-30 yıldır içinden geçtiği değişimler yeniden tanzim operasyonları çerçevesinde şekillenmiştir. Yine, zaman zaman işaret ettiğimiz üzere, mesele sadece Türkiye ile ilgili değildir. Türkiye ile birlikte Türk devletlerinin teşkil edeceği Türk birliğinin gerçekleşmesine karşı girişimleri gözden ırak tutamayız. Kanları ve kaynakları, küresel egemenlik savaşında vahşice harcanan Müslüman coğrafyanın uğradığı yıkım da bizim meselemizdir. Ve nihayet yaşadığımız gezegenin geleceği bakımından kaygı duymamıza yol açan gelişmeleri de göz ardı edemeyiz. Hızla değişen teknoloji, küresel ısınma, nüfus hareketleri vb. karmaşık birçok gelişme, ileride bütün dünya için doğuracağı ciddi tehditleri de içeren bir niteliğe sahiptir.

Bu genel çerçeveyi akılda tutmak kaydıyla Türkiye merkezli olarak beka meselesine baktığımızda şunları hatırlamak ve tebarüz ettirmek gerekir:

Türk milleti aslında XI. yüzyılda Doğu Roma’dan fethettiği Anadolu’da, yine Doğu Roma ve diğer güçlerden aldığı Balkanlarda, Müslüman Türk devletlerinden aldığı bugün Orta Doğu adı verilen kadim İslam coğrafyasında irili ufaklı siyasi teşekküller kurdu. Bunların içinde Selçuklu ve Osmanlı hanedanları öne çıkmış; önce Anadolu ve Balkanlar merkezli olarak teşekkül eden, XVI. yüzyılda Suriye, Mısır ve Haremeyn’in katılmasıyla cihanşümul bir çehre kazanan Yüce Osmanlı Devleti (Devlet-i Aliyye) ile varlığımız güç kazanmıştır. XI. yüzyıl sonlarında başlayan Haçlı Seferleri, esasında Türklerin İslam âlemindeki üstünlük ve egemenliklerine karşı bir girişimdi. 1176’daki Miryakefalon Zaferi ile Anadolu’daki varlığını pekiştiren Türkler, Osmanlılar ile bunu Balkanlara taşıdı. Türklere karşı hayranlık ve nefret karışımı duygular besleyen Hristiyan Avrupa güçleri, özellikle 1683 İkinci Viyana Seferi’nden sonra Şark Meselesi çerçevesinde Türkleri Balkanlardan ve mümkünse Anadolu’dan atma projelerini hep canlı tuttu.

Tabii ki tarih, bu gibi konularda tek-çizgili değildir; zaman zaman işbirliği, ittifak yaptığımız devletler sonra hasım, daha sonra tekrar “müttefik” olabiliyordu. Ama özellikle XIX. yüzyılda, Fransız İhtilali’nin yaydığı fikirlerin de etkisiyle başlayan milliyetçilik ve ayrılıkçılık hareketlerinin ve bunlara paralel olarak sömürgeciliğin etkisiyle Osmanlı Devleti bir beka problemiyle karşı karşıya kaldı. Birinci Cihan Harbi sonunda Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmak istenen Türklük, Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde verdiği Millî Mücadele ile bu planının gerçekleştirilmesini önledi. İşte bugün bazılarının beğenmediği Lozan, olumsuz şartlarda kazanılan büyük bir zafer sonunda “Düvel-i Muazzama”ya karşı Türk istiklâlinin tescil belgesi oldu. Bugünden baktığımızda elbette Lozan’da Musul Meselesi’nin lehimize karara bağlanmaması hepimizi üzüyor ama neticede Lozan’ın sadece bizim Yunan işgaline karşı kazandığımız savaşı değil ama aynı zamanda kaybettiğimiz Birinci Cihan Harbi’ni sonlandıran bir barış antlaşması olduğunu unutmamamız gerekir.

Türkiye, 1980’lere kadar bazı sıkıntılar (Sovyetlerin İkinci Dünya Savaşı sonundaki tehditleri gibi) yaşasa da giderek güçlendi ve önemli bir bölge gücü hâline geldi. Sovyetler Birliği’nin dağılma emarelerinin ortaya çıktığı bir dönemde “etnik fitne”nin fitilinin ateşlenmesi ve PKK’nın ortaya çıkması, sadece iç, sosyolojik, siyasi sebeplerle izah edilecek bir durum değildir. Uluslararası siyasette Türk dünyasının ve İslam âleminin lideri olabilecek yegâne devlet Türkiye’dir. Türkiye’nin enerjisinin bölücülük ve terörle mücadele, laik-antilaik çatışması, cemaat-tarikat kavgaları, hayat tarzı tartışmaları gibi konularda harcanmasının maliyeti yüksek olmuştur. 15 Temmuz kalkışması, Türkiye’nin bu minvalde uğradığı en büyük ihanetlerden biri olarak tarihe geçmiştir.

Yakın tarihte yaşadıklarımıza baktığımızda, bütün bu saldırı ve ihanetlere rağmen hendek terörüne karşı verilen mücadelede, Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtlarında Türk Devleti’nin direncinin yüksek olduğunu gösterdiğimizi söylemek gerekir. Biz, özellikle “demokratik açılım” ve “çözüm süreci” olarak adlandırılan süreçte, yazı ve açıklamalarımızla bu girişimlerim ileride hem Türkiye içinde hem de Suriye’nin kuzeyinde yol açacağı sıkıntılar konusunda ilgilileri ikaz ve ihtar etmiştik. O zamandan beri söz konusu yazılarımızda Türkiye’nin ciddi bir beka meselesi ile karşı karşıya olduğunu ifade ediyoruz. Meselenin özellikle 1990’lardan beri yeni biçimler alan küresel egemenlik savaşının bir parçası olduğunun da her zaman altını çizdik.

Bugün Türkiye’nin ülkesi ve milleti ile “bölünmez bütünlüğü” olarak tanımlanan varlığının ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğu bir gerçektir. Siyasetin bu meseleyi kendi mecrasında farklı mülahazalarla kullanması, bu gerçeği değiştirmiyor. ABD’nin Brunson vakasındaki tehdit ve yaptırımları, yine geçen ay içinde Irak’tan çekilme kararına rağmen “Kürtler” diyerek PKK’nın Suriye uzantılarını Türkiye’ye karşı koruyacağını açıklaması, hatta Türkiye’yi ekonomik olarak mahvetmekle tehdit edişi hafızalarda canlılığını koruyor. Türk Devleti, NATO’daki büyük müttefikinin bu siyaseti karşısında Rusya Federasyonu ile ilişkilerini geliştiriyor; güçlü tutmaya çalışıyor ama hepimiz, bunun da sınırlarının olduğunun farkındayız.

Tıpkı XIX. yüzyıldaki gibi, II. Abdülhamid devrindeki gibi “denge” siyasetini yürütmeye çalışıyoruz. Bu denge arayışı hasebiyle, ekonomik açıdan ABD’nin en güçlü rakibi ve dünyanın en büyük gücü olmasına kesin gözle bakılan Çin’in, Doğu Türkistan Türklerine uyguladığı sistematik asimilasyon ve soykırım uygulamalarına, resmî düzeyde gerekli tepkiyi gösteremiyoruz. Hâlbuki Çin’in Doğu Türkistan’dan sonraki hedefinin Türkistan coğrafyasındaki diğer Türk topraklarında nüfuzunu arttırmak olduğunu tarih ve strateji bize açıkça göstermektedir. Türkiye, zaman zaman ters düşse de Almanya, Fransa gibi devletlerle de bu denge politikası içinde ilişkilerini bozmamaya özen gösteriyor; Rusya ve Çin ile de aynı şekilde iyi ilişkileri geliştirmeye çaba harcıyor.

Türkiye’nin beka meselesinin eğitimden ekonomiye, ordudan hukuk devletinin yeniden inşasına kadar çeşitli boyutları var. Hepimiz kendi alanımızda, yolumuzda millî beka mücadelesine katkı sunmalıyız. Gençliğin eğitimi ve yetişmesi, millî teknolojinin geliştirilmesi, ekonominin yapısal problemlerinin çözülmesi, etnik ve mezhebî farklılıkların husumet sebebi hâline getirilmemesi, din istismarının önlenmesi, millî ve manevi değerlerin asrın idrakine söyletilmesi vb. bir dizi konuda sivil toplum kuruluşlarına görev düşmektedir.

Uluslararası siyaset ve terör tehdidi bağlamında, öncelikle Suriye’nin kuzeyinde de, tıpkı Irak’ta olduğu gibi İkinci İsrail’in bir başka parçasının inşasına karşı koyduğumuz tavırdan asla vazgeçmemeliyiz. Bu açıdan hem ABD hem de Rusya’dan gelebilecek hamlelere karşı uyanık ve dikkatli olmalıyız. Artık Suriye’yi bir arada tutma yeteneğini kaybetmiş olan Esad rejimiyle işbirliği yapılması yönündeki çağrılara da ihtiyatla yaklaşmak şarttır. Türkiye’nin kısa ve orta vadede politikası; Suriye’nin kuzeyinde denetimi altında bulundurduğu alanı (Menbiç ve Fırat’ın doğusuna doğru) genişletmek, bu bölgelerin PKK’nın “Rojava projesi”nden önceki demografik yapısına geri dönmesini sağlamak ve Türkiye’deki Suriyelileri de mümkün olduğu ölçüde bu güvenli bölgeye geri göndererek burada örnek bir yönetim kurmak olmalıdır. İçeride teröre karşı yürütülen kararlı mücadelenin yarattığı ortam çok iyi değerlendirilmeli ve bölücü etnik fitnenin sosyal, kültürel ve siyasi etki ve kalıntılarına karşı kapsamlı bir kültürel, sosyal ve ekonomik siyaset yürütülmelidir.

Ülkemizin çok ciddi sorunları vardır. Ekonomiden eğitime kadar bütün bu meselelerin halli de beka çerçevesinde değerlendirilmelidir. Zira bir toplumun zaaf ve sıkıntıları elbette onun rakipleri veya dünyada egemen olmaya çalışan güçler açısından “kullanılabilecek” unsurlardır. Bundan şikâyet etmeye, yakınmaya hakkımız yok. Kimseden bize altın tepside rahat ve huzurlu bir hayat sunmasını bekleyemeyiz. Bilge Kağan’ın ihtarını unutmamak, silkinip kendimize dönmek ve uyanık olmak; Yüce Kitap’ımızın “Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez.” (Ra’d 13/11) mealindeki ikazını sürekli hatırımızda tutmak, beka meselesini gündelik siyasi tartışmaların dışında değerlendirmek mecburiyetindeyiz. İçeride adalet, liyakat ve istişare ilkelerine dayalı ve demokratik hukuk devletinin uğradığı tahribatı giderici tedbirleri almak, millî iradenin tahakkukunu sağlamak beka mücadelesinin olmazsa olmaz şartıdır.