Türk tarihinin en alçak ihanet girişimlerinden birine sahne olan 15-16 Temmuz gecesinin üzerinden bir yıl geçti. O gece Türkiye için hem bir utanç hem de bir gurur gecesi oldu. Bir utanç gecesiydi zira Türk milletinin şerefli ordusunun saflarında yer bulmuş birtakım hainler, bağımsızlık mücadelemizin Gazi Meclisini bombalamış, çeşitli yerlerde sivil yurttaşların üzerine mermi ve bomba yağdırmış, Polis Özel Harekata karşı vahşi bir katliamı gözlerini kırpmadan gerçekleştirmiş, Cumhurbaşkanına karşı suikast girişiminde bulunmuş, hülasa Mehmetçiğin adını ve üniformasını kullanarak millete ve demokrasiye kastetmişti. 1990’larda başlayan yeni Sykes-Picot arayışları sürecinde 2003 Irak harekatından sonra askerimizin kafasına çuval geçirenler, bu coğrafyanın devlet geleneğine sahip en önemli gücü olan Türkiye’nin ordusunu içeriden yıkma planlarında yeni bir hamle daha yapmıştı. Darbe girişiminin millet duvarına çarpması, belki onları üzdü ama neticeden memnundular. Şanlı ordumuz ağır bir hakarete maruz kalmıştı. Devlet kurumları ağır bir tahribata uğramıştı. Daha önce, uydurma iddialarla devletin harim-i ismetine giren ve Genelkurmay başkanını terör örgütü lideri diye mahkûm ettirenler, Ergenekon-Balyoz kumpaslarıyla zaafa uğrattıkları orduyu şimdi de içeriden parçalamaya kast etmekteydiler.
O utanç gecesi aynı zamanda bir gurur gecesiydi, zira daha Cumhurbaşkanının açıklamasından da önce, hadisenin bir darbe girişimi olduğunu anlayan yurttaşlar sokağa çıkmış, tankların önünde durmuş ve ihanet planına meydan okumuştu. Polisimizin ve ordumuzun büyük kısmı bu hain girişimin akamete uğraması için elinden geleni yapmış, ertesi sabaha ulaşıldığında onları rezillikleri ve müptezellikleri ile teşhir ederek hain girişimi bastırmışlardır. Bir gurur gecesiydi o gece, zira öncelikle ve başta bazı iflah olmaz hain ve gafiller dışında, milletimiz kendi iradesine ve demokrasiye sahip çıkmış, Sayın Cumhurbaşkanımız ve hükümet teslim olmak bir yana açıkça tavır koymuş ve Gazi Meclis, üzerine yağan bombalara rağmen, dimdik ayakta durmuştur. O gece ihanet girişimine canları pahasına karşı çıkan başta Ömer Halisdemir olmak üzere bütün şehitlerimizi rahmetle yâd ediyorum. Bu hain girişimin planlayıcılarını ve onların uşaklığını yapanları Türk milleti asla unutmayacaktır.
******
Aradan bir yıl geçti. Daha 16 Temmuz’dan başlayarak bu hain girişimin niteliği, sebepleri ve sonuçları üzerinde pek çok yazı yayınlandı, açıklama yapıldı. Devlet, darbe girişimini yapanları ve arkasındaki örgüt yapısını etkisizleştirmek için ilk başta ilan edilen OHAL çerçevesinde pek çok adımlar attı. Bunların bir kısmı zorunluluktan dolayı acele alınan tedbirlerdi. Zaman içerisinde, daha sükûnetle ve aklıselimle bu tedbirlerin sakıncalı yanları giderilmeye çalışıldı. Bununla birlikte hâlâ, at iziyle it izinin birbirinden ayırt edilemediği durumlar yaşanmaya devam ediyor. Devletin gözetiminde ve kurumların teşvikiyle palazlanan ve devleti ele geçirmeye cüret edecek bir kapasiteye ulaşan bu yapının, meşru görüldüğü hatta kayırıldığı dönemlerde, şu veya bu saikle okulları, dersaneleri, kuruluşları ve bankası ile ilişkisi olduğundan işinden-aşından edilen onbinlerce insanın hespsinin darbeci-terör örgütünü tasvip ettiğini söylemek mümkün mü? İktidar partisini destekleyen önde gelen medya mensupları dâhil pek çok çevre, haklı olarak, önceden cemaat veya hizmet diye anılan bu yapının gizli gündeminden habersiz geniş tabana yönelik işten çıkarmaları eleştiriyor ve bunun ileride yol açacağı sakıncalara işaret ediyor. Türk Ocakları da daha sürecin en başından beri bu meselenin hukuk devleti ilkeleri çerçevesinde ve adaletin bihakkın yerine getirilmesiyle ele alınması gerektiğini ısrarla vurgulamaktadır. 4 Ağustos 2016’da yayınladığımız bildiride bunu şu şekilde ifade ettik:“ (…) bu mücadelede kurunun yanında yaşın da yanmamasına, sağlam deliller olmaksızın kişilerin mağdur edilmemesine özen gösterilmelidir.” O günden bu yana şahsî hesaplarını FETÖ bahanesiyle görmeye çalışanların, bizzat bu yapının kripto elemanlarının veya itirafçı kisvesiyle kendisini kurtarmaya çalışan bazı eski mensuplarının hedef şaşırtma taktiklerinin kurbanlarının sayısı hiç de az değildir.
Bir başka önemli nokta ise devlet kadrolarında görevlendirmelerin cemaat, tarikat veya grup mensubiyetlerine göre değil adalet ve liyakate göre yapılmasıdır. 19 Temmuz’da yayınladığımız bildiride bu hususu şöyle ifade etmiştik:” Devletin temelinin adalet olduğunu sadece lafta değil, uygulamada da göstermek zorundayız. Makam ve mansıpların şu veya bu cemaat, parti veya gruba mensubiyet temelinde değil; ehliyet ve liyakat ölçülerine göre verilmesi, sağlam bir devlet düzeninin ve toplum barışının olmazsa olmaz şartıdır.
*******************
1990’larda siyasî cinayetlerle başlayan laik-antilaik gerilimi, 28 Şubat sürecinin gölgesinde iktidara gelen Ak Parti’nin ilk yıllarında yaşananlar, AB ve ABD’nin desteğini almak için uygulanan siyaset, o zamanlar “Hizmet” veya “Cemaat” olarak anılan yapıya dair (bugün artık alenileşen) MİT ve MGK’nın ikazlarına rağmen dönemin şartları dolayısıyla konunun hasıraltı edilmesi ve askerî cenahtan hükümete yönelik birtakım davranışlar sebebiyle ortaya çıkan gerginlikler yıllarca Türkiye’nin enerjisinin büyük kısmının içeride harcamasına sebebiyet vermiştir. Sanki görünmez bir el dünya görüşleri taban tabana zıt kesimleri aynı hedef istikametinde maniple ederek bunu gerçekleştiriyor. Bu bir komplo teorisi değil, gerçek. Elbette ki bu süreci besleyen vasat bizim tarihimizden, kültürümüzden, toplum yapımız, siyaset anlayışımız vb.den etkileniyor. Yani sürecin bazı objektif şartları var ancak bunların yönlendirilmesine geldiğimizde uzun yıllara dayalı bir planın yürürlükte olduğunu görmemek mümkün değil. Bu bakımdan, tarihî olarak bu ülkeyi yönetenler, ordunun komuta kademesinde bulunanlar, hukuk makamlarını işgal edenler, üniversiteler, aydınlar, sivil toplum kuruluşları, medya vb. hepimiz sorumluyuz. Bazılarımız gelişmeleri hiç okuyamadı, malum yapının tehlikesine işaret eden bazılarımıza ise muhafazakâr kesime karşı ön yargılı olduklarından kulak verilmedi. Unutmayalım ki, bu ülkede bir 367 rezaleti de yaşandı, “411 el kaosa kalktı” haberleri de manşetten verildi. Toptancı yaklaşımlar, öteki söz konusu olduğunda hukukun göz ardı edilmesi, seçilen Cumhurbaşkanının başörtülü eşinden dolayı protokolde değişiklikler vb. pek çok şey yaşandı. Ancak yine de şunu belirtmek gerekir ki devlet çarkını elinde tutanların bu gibi konularda gafil avlanmamaları beklenirdi. Maalesef Türkiye’de bütün bu yaşananlar devlet mefhumunu yıprattı, hukuka ve kurumlara duyulan güveni zayıflattı.
Son 20-30 yıldır yaşadıklarımızın ve 15 Temmuz musibetinin muhasebesini Türkiye henüz layıkıyla yapamadı zira OHAL şartlarında köklü bir anayasa değişikliği yaparak siyasî ve ideolojik yarılmayı devam ettirdik. Halbuki devletin bir beka problemi yaşadığını açıkça beyan eden yönetici ve siyasilerimizin bir iki yıllık bir millî birlik seferberliğini hayata geçirmeleri, tartışmalı konuları gündeme getirmeden sıkı ve yakın bir istişare ile bu dönemi yönetmeleri elzemdi. Bu olmadı ama biz yine de ümit ve temenni ederiz ki, Türkiye’nin birliği ve bekası her türlü siyasî ve şahsî mülahazanın üstünde tutularak ortamı gerginleştirmeden bir an evvel olağan yönetim şartlarına kavuşalım. Demokratik hukuk devletini Cumhuriyetimizin kurucu ilkeleri doğrultusunda, günümüz şartlarına ve gelecek ufkumuza göre yeniden inşa edelim. Bu konuda istişare ve ortak aklı, millî şuuru, bilimi ve hukuku öne çıkaralım.
Son dönemde çeşitli şekillerde gündeme gelen bir yanlışın da altını çiziyoruz: Şehitleri kategorize etmek tehlikeli bir bölücülüktür; bu konuda ilgili ve yetkililer azami özen göstermek zorundadır. Biz, bir bütün olarak, Malazgirt’ten Çanakkale’ye, Miryakefalon’dan Sakarya’ya, Kıbrıs’a, 15 Temmuz’dan Fırat Kalkanına kadar pek çok savaşta ve hain terör örgütleriyle mücadelede vatan ve millet uğrunda hayatlarını feda eden, şehitler tepesini hiç boş bırakmayan bütün şehitlerimizi saygı, hürmet ve rahmetle anıyoruz.
Allah Türk milletinin yâr ve yardımcısı olsun.