Merhum Erol Güngör’ün 1980 yılında yayınlanan Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik kitabının bölümlerinden biri “Bir Zihin Yapısının Tahlili” başlığını taşır. Güngör burada, sosyal ve iktisadî hayatın “kitaba uygun” tedbirlerle istenilen biçimi kazanacağına inanan inkılapçı entelektüalist aydınların çıkmazlarını ele alır. Entelektüalist bir zihniyete sahip olan bu aydınların rakipleri iki zümreden ibarettir: Cahiller ve hainler. Kafasındaki hayata uymayınca problemi kendi dışındakilerde arar ve herkesi cahillikle ve fesatla suçlar. “Onun için dünya düzeltilmesi gereken kafalarla bertaraf edilmesi gereken fesatçılardan ibarettir; fesadı ortadan kaldırır ve insanlara ‘doğru yol’ istikametinde yeteri kadar baskı yaparsa işlerin düzelmemesi için bir sebep kalmaz.”
Türkiye bu zihin yapısını iyi tanıyor ama hâlâ bu zihin yapısındaki aydınlar(!) pek çok kesimde itibar görmektedir. Zira bir başka “zihin yapısı”nın yol açtığı tepkiler, olayları ve insanları siyah-beyaz ikileminde değerlendirmeye alışmış beyinlerimizi garip bir şekilde yönlendirmektedir. Filan parti veya grup hoşumuza gitmeyen veya bize ters gelen eylem ve söylemlerle hayatımızı ve ruh dünyamızı etkilediğinde, onların muarızlarıyla aynı safta olmak adeta bir gereklilik şeklinde tezahür ediyor. Açıkça ifade edelim: Türkiye’yi 20 yıldır yöneten ve son 10 yılda da giderek hayatın bütün alanlarında etkisini iyice hissettiren Ak Parti iktidarında İslamcı kesimin bazı sözcülerinin Cumhuriyet, Atatürk ve Batılı hayat tarzı hakkındaki tutum ve söylemleri başta klasik Kemalist/Atatürkçü kesimler olmak üzere çok geniş kitlelerin laiklik, cumhuriyet ve Atatürk konularında klasik CHP söylemi etrafında konsolide olmasına hizmet etmiştir.
Bu hafta içinde gündeme gelen bir tartışma bu konuda adeta örnek bir vaka olarak ele alınabilir. Ak Parti Meclis Grup Başkan Vekili Mahir Ünal’ın bir kitap fuarında sarf ettiği tartışmalı ifadeler üzerine önce sosyal ve yazılı medyada eleştiriler yükseldi, akabinde Cumhur İttifakı liderlerinden MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli başta olmak üzere siyasi liderlerden ve şahsiyetlerden ağır tenkitler geldi.
Önce Sayın Mahir Ünal’ın söylediği sözleri hatırlayalım. Basında yer aldığı üzere, Eski Kültür Bakanlarından ve hâlen Adalet ve Kalkınma Partisi Grup Başkan Vekilliği görevini yürüten Mahir Ünal bir kitap fuarında yaptığı konuşmada şunları söyledi. “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama dile dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi Mao’nun Çin’de yaptığı kültürel devrimdir ve o da dile dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir. Bugün konuştuğumuz Türkçe ile bir düşünce üretemeyiz sadece konuşma ihtiyacımızı karşılayabiliriz.” Tepkiler üzerine yaptığı açıklamada ise, "Kamus bir milletin hafızasıdır cümlesinden yola çıkarak yaptığım değerlendirme Cumhuriyet’e dönük değil kültür devrimi olarak yapılanlara dair bir tespittir. Buradan bir düşmanlık çıkaramazsınız." açıklamasında bulundu.
Sayın Ünal’ın bu hadiseye bakışının hangi zihinsel çerçevede şekillendiğini anlamak için olayla ilgili olarak haber yapan Yeni Şafak gazetesinde aydın kimliği ile bilinen bazı kişilerin alfabe değişikliği hakkındaki görüşlerine yer verildi. Gazete haber-yorumunda Peyami Safa’nın "Bundan sonra Türk kütüphânelerini yakmaya lüzum kalmamıştır. Çünkü harf inkılâbıyla bu hazineler örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak çok yaşlı hocalar ve ihtiyarlar, onları okumak lüzûmunu hissedecektir." sözleriyle Arnold J. Toynbee’nin şu ifadelerine de yer verildi:
"Arap Harfi bilmeyen bir genç için Türk tarihinde ve Türk edebiyatında orta seviyeyi bulacak kadar derinleşmek imkânsız. Bu genç, Naima'yı, Peçevi'yi, Cevdet Paşa'yı okuyamaz. Bunun gibi el yazması, taş basması veya matbu 45 bin eserden hiçbirini okuyamaz. Koca divan edebiyatı, onun için, bir mektep kitabında veya antolojiye alınmış mostralık birkaç manzumeden başka bir şey değildir. (…) Ziya Paşa'dan Abdülhak Hamid'e kadar muasır edebiyatın hiçbir şahsiyeti ve eseri üstünde fazla duramayacak. "
Gençlik yıllarımızda bizler de benzer düşüncelerin etkisinde kaldık ancak zamanla tarihî hadiselere daha serinkanlı bakmayı ve günümüzde olduğu gibi tarihte de gri alanların çok olduğunu öğrendik. Sevdiğimiz veya takdir ettiğimiz insanların da nihayetinde insan olduklarını, olumlu icraatlarının yanında hatalarının da olabileceğini görmemiz lazım. Maalesef insanlarda ya aşırı idealleştirme ya da tamamen kötüleme eğilimi var. Hadiselere ve kişilere kendi çağının, döneminin, ortamının şartlarında bakmak yerine kendi değer yargılarımızla hüküm vermeyi yeğliyoruz çoğunlukla.
Türkiye Cumhuriyeti, büyük bir Millî Mücadele sonunda, o mücadelenin önderinin iradesi doğrultusunda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bir kararıyla ilan edildi. Millî Mücadele döneminde, ülkeyi işgalden kurtarmak için mümkün olan en büyük birliği sağlamayı esas alan Gazi Mustafa Kemal, Büyük Zafer’den sonra, kafasındaki “Yeni Türkiye”yi inşa etmek için eski arkadaşlarının bir kısmıyla yollarını ayırmak pahasına kararlı adımlar attı. Gerek o devirde, gerek daha sonra Cumhuriyet devrinde gerçekleştirilen devrim ve değişiklikler farklı şekillerde değerlendirilmiştir.
Peki, bugün geldiğimiz noktada, Mahir Ünal’ın ifadeleri ve onu desteklemek için Peyami Safa veya Toynbee’den nakledilen sözlerdeki teşhisler ne anlam ifade etmektedir? Gerçekten biz dilimizi mi kaybettik, kadim kültürümüzden koptuk mu? Bu sorulara cevap vermek için kapsamlı ve ampirik temelli bir araştırma yapılabilir elbette ama biz en azından birikimimiz çerçevesinde bazı kanaatlerimizi paylaşabiliriz.
Öncelikle ifade etmeliyim ki, Türk tarihinin devamlılığını gözden kaçırırsak Cumhuriyet reformlarının Osmanlı köklerini göz ardı etmiş oluruz. Atatürk, hadi daha öncesini bir kenara bırakalım, II. Mahmud ile başlayan sürecin devrimci bir halkasıdır; saltanat ve hilafeti kaldırarak Cumhuriyet rejimini kurumlaştırmıştır. Anayasalı monarşi, hukuk alanında reform, alfabe ve kadın konuları Osmanlı döneminde de tartışılmış, bir kısmı da hayata geçirilmişti. Kestirmeden söyleyelim: Alfabe değişince bir gecede cahil kalmadık. Toplumun büyük kısmı zaten okuma yazma bilmiyordu, okuyabilenlerin bir kısmı da yazamıyordu. Zorunlu askerlik gibi zorunlu eğitim de modern devletlerin bir uygulamasıdır. Osmanlılar bu konularda Avrupa’dan biraz geç kaldılarsa da Avrupa'yı taklit ettiler. Özellikle II. Abdülhamid döneminde eğitim alanında büyük atılım yapıldı. Osmanlı aydın kesimi, eğitim sayesinde Latin alfabesine zaten aşinaydı. Alfabe değişince dönemin okumuşları, birikimlerini de unutmadı ve çoğu -yasaklara rağmen- eski yazıyı kullanmaya da devam etti. Bilim insanlarının eski yazıyla yazılmış ve basılmış eserleri okumalarına, bunları Latin harfli yeni alfabeye aktarmalarına da yasak getirilmedi. Osmanlı tarihini yazmakla görevlendirilen İsmail Hakkı Uzunçarşılı başta olmak üzere tarihçiler, edebiyatçılar vb. yine o eski yazıyla yazılmış eserleri kaynak olarak kullandılar, belgeleri çevirdiler. Halkevleri dergilerinde Osmanlı arşiv belgeleri yeni harflerle yayınlandı. Kısacası, Peyami Safa’nın ve Toynbee’nin kehaneti geçekleşmedi. DTCF’yi yeni bitiren Halil İnalcık, Osman Turan, Mehmet Altay Köymen, Nihal Atsız, Abdülbaki Gölpınarlı, Orhan Şaik Gökyay gibi gençler ve daha sonra niceleri Osmanlı Türkçesi, Arapça, Farsça ile yazılmış kaynakları kullanarak eserler verdiler.
Dolayısıyla Mahir Ünal’ın ifadeleri tarihî ve aktüel gerçeği değil bir zihin yapısının, teorik manada cumhuriyet ile değil ama Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde yapılan devrimler hakkındaki kökleşmiş kanaatlerini yansıtmaktadır. Merhum Cemil Meriç gibi üslup ustalarının meşhur aforizmaları gençlik yıllarımızda bizleri de çok etkilemiştir. Ama çok çarpıcı, sarsıcı bu ifadelere, kesin inançlılar gibi iman etmemiz bir başka hastalığımızın tezahürüdür.
“Bugün konuştuğumuz Türkçe ile bir düşünce üretemeyiz sadece konuşma ihtiyacımızı karşılayabiliriz.” ifadesine katılıyorum. Evet, bir iki bin kelime ile konuşanlar düşünce üretemez. Düşünce üretmek veya bilim yapmak konuşma diliyle olmaz, yazdığınız dilin bütün inceliklerine vakıf ve zengin bir kelime hazinesine sahip olmayı gerektirir. Bu bağlamda siyasetçilere düşen de, hassas konularda belagatin cazibesine kapılmadan, “düşünerek konuşmak”tır.
İki zıt zihin yapısı hakkında birkaç kelam ile bu yazıya son vereceğim:
Osmanlı düşmanlığı yapmak Türk milliyetçiliği ile bağdaşmaz, bize bir yarar da sağlamaz. Osmanlı egemenliğinden çıkarak bağımsızlık kazanan Balkan halkları da Müslüman Araplar da “Türklerin boyunduruğundan kurtulduk” derken Türklerin tarihte kurduğu en uzun süreli devlet olan ve Avrupa’da “Türk İmparatorluğu” olarak adlandırılan Osmanlı Devleti tarihimizin en önemli safhalarından biridir. Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı devri devlet adamları, askerleri ve aydınları tarafından ve Osmanlı bakiyesi üzerine kurulmuş, pek çok modern kurum ve uygulamasını da Osmanlı Devleti’nden miras almıştır.
Türk Milleti’ni ve Türk yurdunu esaretten ve işgalden kurtararak Cumhuriyet’i kuran Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya düşmanlık etmek de ne milliyetçilikle ne vatanseverlikle bağdaşır. Türk milleti ebediyen Atatürk’e şükran borçludur. Her dönem gibi Atatürk dönemi de bilim adamları, düşünürler ve aydınlar tarafından dönemin şartları dikkate alınarak bilimsel bir yaklaşımla ele alınabilir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetmek, bu ülkede siyaset yapmak konumunda olanların bu konularda daha duyarlı ve özenli bir dil kullanmaları şarttır.
Özetle ifade etmek gerekirse, Cumhuriyetimizin 100. Yılına hazırlanırken demokrasi ile taçlanmış bir cumhuriyet, fikir ve ifade hürriyetinin teminat altında olduğu müreffeh bir Türkiye ve güçlü bir Türk Birliği ülkümüz doğrultusunda çalışmalıyız.