1990’larda başlayan yeni dünyadüzeni tasarımı özellikle bulunduğumuz coğrafyada yaklaşık üç yıl önce yeni bir aşamaya girdi. Irak ve Suriye’nin, hatta diğer bölge ülkelerinin uzun vadede parçalanması ile oluşacak bir Büyük Orta Doğu Projesi’nin yürüdüğü açık. Tabii bu proje uzayda, boşlukta değil, tarihi, kültürü, inancı, mezhebi, etnisitesi olan toplulukların bulunduğu bir coğrafyada yürütülüyor. O bakımdan da her şeyi “büyük tasarım”ın icadı ve komplosu olarak görmek bizi yanıltır. Ama, bazılarının ısrarla inanmamızı beklediği gibi bu coğrafyada olan bitenin, İslam topluluklarının tarihten getirdikleri problemlerin sonuçları olduğu, Batı’yı, ABD’yi, İsrail’i suçlamak yerine kendimize bakmamız gerektiği fikri de aynı derecede yanıltıcıdır.
Evet, bu coğrafya zorludur ve Allah’ın bahşettiği imkânları ve varlıkları dolayısıyla da dünyanın gözü buranın üzerindedir. Evet, Müslümanlar arasında, etnik, mezhebi, ideolojik görünümlü çatışmalar bugünün değil 1.400 yıllık İslam tarihinin problemidir. Sağlıklı ve sorgulayıcı bir yaklaşımla bu meseleleri almayı gerektirir. 1990’ların başından günümüze Irak ve diğer Orta Doğu ülkelerinde meydana gelenleri, ondan da önce PKK marifetiyle Türkiye’nin başına açılan gaileyi sadece ve yalnızca iç dinamiklere atfetmek, iyi niyetle yapılıyorsa, hatadır. Bugün de Türkiye’yi, âdeta IŞİD ile PKK/PYD arasında bir tercihe icbar eden son gelişmeleri, ne bölge dinamiklerini ihmal ederek ama ne de uluslararası ve bölgesel güç odaklarının rollerini görmezden gelerek anlayamayız.
Orta Doğu’nun bazı gerçekleri herkesin malumudur: Burada petrol ve su kaynakları üzerinden bir mücadele yürüyor. Burada İsrail’in varlığı ve güvenliği meselesi var ve ABD’nin bölgedeki birinci önceliği budur. Bölgenin I.Dünya Savaşı sonrasındaki siyasi şekillenmesinde petrol ve doğal kaynakların kontrolü, stratejik açıdan Süveyş, Kızıldeniz ve Basra Körfezi’nin durumu büyük rol oynadı. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise İsrail Devleti’nin kurulması ve yaşaması en az bunlar kadar önemli ve öncelikli hâle geldi. I. Dünya Savaşı sonrası verdiği Millî Mücadele ile Arap toprakları sayılan yerlerden feragat etmek durumunda kalan Türkiye, Musul vilayetini de kaybetti.
1990’larda dünya yeniden şekillendirilirken bu coğrafyada, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleştirilen Sykes-Picot düzenin değişeceği de belliydi. Lübnan ve Filistin sorunlarına, önce Irak eklendi. 2000’lerde ise BOP kapsamında yürütülen faaliyetler, nihayetinde Arap Baharı adı altında Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da çoğunlukla kanlı rejim kavgalarına yol açtı. Bugün Türkiye, bir yandan karşı karşıya olduğu etnikçi-bölücü harekete karşı tedbir almaya çalışırken öte yandan da Irak ve Suriye’de IŞİD ile Peşmerge ve PKK/PYD arasında devam eden savaşta, tercihe zorlanmaktadır.
Kırk Satır mı, Kırk Katır mı?
22 Eylül 2014’de Yeni Şafak’taki yazısında İskoçya referandumundan hareketle yazdığı ufuk açıcı yazıda S. Seyfi Öğün,Batı’dan mülhem ya da Batı’nın bütün dünyaya ihraç etmek istediği ayrışma siyaseti ve bunun aracı olarak kullanılan çoğulculuk hakkında,şunları söylüyor:
“En büyük çelişkilerden birisi deayrışmacı süreçlerin ideolojik ihracatıdır. Bu, teorik yahut akademik rafinerilerde şekillendirilen, içinde sayısız güzellemeleri barındıran çoğulculuk ideolojisi aracılığıyla yapılıyor. Teoriler pek çok defa, tarihsel çevrelerin zihinde ıskalatılmasına yarıyor.”
Burada ifade edilen kültürel çoğulculuktur; çoğulluğa saygı değil, çoğulculuk, yani farklılıkları derinleştiren bir anlayış. Bu ise bizim “kesret içinde vahdet” (çoklukta birlik) anlayışımızın tam zıddıdır. Yazı, tarih şuuruna sahip bir düşünürün ikazıyla sona eriyor:
“Ayrışmanın maliyetleri Avrupa'da nasıl işler bilmiyoruz; ama daima bütünleşmenin dinamiklerinin baskın olduğu bir coğrafyada, bunun maliyeti kan olacaktır.” Malum sürecin başladığı andan itibaren, bu coğrafyanın “tavaif-i mülûk” (beylikler) tecrübelerinin yol açtığı insani kayıplara, sürekli olarak işaret etmiştik.
Bu durum, yani kanlı ayrışma süreci, elan Suriye’de, Irak’ta, Libya’da yaşanmaktadır. Türkiye’de 30 yıldır düşük profilli bir görüntü varsa da yakın geçmişimizde ayrılıkçı hülyaların hangi hüsranlarla sonuçlandığı ya da nelere mal olduğu herkesin malumudur.
PKK’nın Suriye uzantısı PYD’nin silahlı unsuru olan YPG’nin IŞİD karşısında uğradığı yenilgiler üzerine Suriye’de yaşayan Kürtlerin Türkiye’ye sığınması sürecinde, Türk devletine müteşekkir olması gerekenler adeta olaylardan Türkiye’yi sorumlu tutmakta ve devleti tehdit etmektedir. Nitekim, hükümet çevrelerinin “çözüm” sürecinde bel bağladığı, “kötü polis Kandil”e karşı “iyi polis İmralı” kod adlıörgüt lideri Öcalan, örtük bir topyekûn savaş tehdidinde bulunmuştur.Örgütün yayın organı ANF'de yer alan habere göre Öcalan, “Sadece Rojava değil, kuzey ve tüm parçalardaki Kürt halkı, buna göre yaşamını şekillendirmelidir.” dedi.“Rehinelerin serbest bırakılması konusunda devlet, açıkça müzakere yürüttüğünü kamuoyuna bildirdi, ama Kürt sorununun çözümü konusunda müzakere sürecini başlatmaya bir türlü yanaşmamıştır.” dediği bildirilen Öcalan’ın, şu ifadeleri nedense kamuoyunun dikkatinden kaçırılmaya, gündeme getirilmemeye çalışıldı:
“Halkımızın yüksek yoğunluklu savaşa karşı yaşamını şekillendirmesi gerekiyor. Sadece Rojava halkı değil kuzey ve tüm parçalardaki Kürt halkının buna göre yaşamını şekillendirmesi gerekiyor. Bütün Kürt halkını topyekûn bu yüksek yoğunluklu savaşa karşı direnişe geçmeye çağırıyorum.”
Kendi başarısızlıklarına bakmadan, PYD dışındaki unsurları dışlayarak ve Beşar Esad ile zımni bir ittifakla Kuzey Suriye’de totaliter yönetimlerini kuracakları hülyasına dalanlar,IŞİD’e karşı başarısızlıklarından Türk Devleti’ni sorumlu tutuyor ve tehdide yelteniyor. HDP’lilerin açıklamasında şöyle ifadeler var:
"Özellikle Kobani'deki katliam girişimlerine karşı Suruç başta olmak üzere, tüm ülkede yükselen demokratik duyarlılık ve dayanışmaya dönük hamlelerin engellenmeye çalışılması, olası katliamların vebaline ortak olmak anlamına gelecektir.”
Bu söylemin HDP’lilere münhasır olmadığını da biliyoruz. Basında bazı kalemler Suriye ve Irak’taki diğer grupları, Türkmenleri hiç görmüyor, Rojava ile yatıp kalkıyor. Hatta devlet sorumluluğu taşımış kişiler bile bu konuda rüzgâra kapılmış görünüyor.
IŞİD ile PYD/YPG arasında Suriye’nin kuzeyinde meydana gelen çatışmalar, PKK’nın ve destekçilerinin gerçek niyetlerini bir kez daha ortaya koydu. Türkiye’yi sıkıştırmak isteyen odaklar, suçluluk psikolojisine girmemiz için bir bombardıman başlattı ve neticede en üst düzeyde bir tavır ve söylem değişikliğine gidildi.Türkiye, bir yandan başta ABD olmak üzere müttefiklerinin IŞİD’e karşı ortak çalışma baskılarıyla öte yandan da “çözüm” sürecinde güçlendirilmesine göz yumulan PKK’nın,bir iç savaş tehdidi ile karşı karşıyadır. Bu noktada, iktidarın geçmişte yapılan hataları, hesap hatalarını gözden geçirmesi, muhalefetin ise “egemen güçler”in derdinin iktidar partisini değil Türkiye’yi sıkıştırmak olduğunu anlaması ve ona göre davranmaları gerekiyor.
Esasen “çözüm ve barış” olarak lanse edilen sürecin başında, silah bırakmaya niyetli olmayan, uluslararası odaklarla ilişkili bir terör örgütünün muhatap alınmasının ne deni hatalı olduğu açıktı. Buna rağmen, Türkiye’nin sanki yalıtılmış bir coğrafyada PKK meselesini halledebileceği zehabına kapılanlar oldu. Şimdi ise devletimiz, Orta Doğu’da bir tuzağın içine çekilmek istenmektedir. Türkiye iki terör örgütü arasında bir tercihe zorlanamaz. İslam’ın ruhuyla, özüyle alakası olmayan bir terör oluşumunu, IŞİD’i tasvip etmek, katiyen mümkün değildir. Buna mukabil, düne kadar tek derdi Esad ile zımni ittifak yaparak Suriye parsasından istediğini kopartmak olan bir başka terör örgütünün, PYD/PKK’nın desteklenmesi de asla söz konusu olamaz, olmamalıdır.
Şunu ehemmiyetle vurgulayalım: Bu tarihi kavşakta Türkiye, Orta Doğu’daki hiçbir etnik veya mezhebi grupla arasında, ileride telafisi imkânsız bir hasmane ilişki içine girmemelidir. Orta Doğu’nun diğer halkları da bizim din kardeşimiz, akrabamız veya ortak bir tarihi paylaştığımız insanlardır. Bunun yanı sıra, Türkiye Orta Doğu’da Türk varlığının en önemli unsuru olan Türkmenleri hesaba katmayan hiçbir yeni tasarımın kuvveden fiile geçmesine rıza göstermemelidir. Hem Irak’ta hem de Suriye’de bin yılı aşkın bir tarihe sahip olan Türk varlığının idame ettirilmesi, birinci önceliğimiz olmalıdır.