Türkiye’nin 30 yılı aşkın bir süredir uğraştığı etnik bölücü terör belasının sona ermesi bu vatanı ve milleti seven herkesin ortak temennisidir. Başlangıcından bugüne kadar doğrularla yanlışların kolkola gittiği terörle mücadele sürecinde 2009’dan bu yana yaşanan “açılım” ve “çözüm” aşamasında temel hususlarda yanlış varsayım ve kabullerden hareket edildiği gün gibi aşikâr hale gelmiştir. Millî ve yerli bir çözüm iddiasıyla ortaya atılan ve dayanaklarından en önemlisi terör örgütünün mahkûm lideri olan bir projenin, Türk devletinin bütünlüğü bakımından müspet bir sonuca varmayacağını tahmin etmek hiç de zor değildi. Buna rağmen kamuoyu ısrarla bir ikna sürecine tabi tutulmak suretiyle terör örgütü elindeki silahı bırakmadan meşruşatırılmakta, lideri ise Nobel Barış ödülüne aday bir figür haline getirilmektedir.
Türkiye’de dün de darbeciler vardı, bugün de yarın da olacaktır. Dün, darbecileri yargılamak adı altında, bu coğrafyada her zaman güçlü olması gereken ordumuz yaralandı. Bir Genelkurmay Başkanı terör örgütü lideri olarak mahkûm edildi. Türkiye’ye bu rezaleti yaşatanlardan hesap sorulmadı. Sonuçta, soruşturma ve yargılama sürecindeki eksiklik ve usulsüzlükler yüzünden suçsuz yere hapis yatanlar hürriyetlerine kavuştu ama gerçek darbeciler de kurtulmuş oldu. Aynı hatayı, aradan pek bir zaman geçmeden tekrarlamak herhalde akılla izah edilemez. Bugün de, devletin kılcal damarlarına sızmış her türlü “paralel” odak temizlensin; bu, hukuk devleti normları tahrip edilmeden, adalet duygusu zedelenmeden yapılmalıdır.
“Çözüm süreci”nde, Türkiye’nin gerçekten bağımsız ve millî bir çizgiye oturduğu yönündeki propaganda, toplumun bir kesimini ikna etse de gerçekle bağdaşmıyor. İçiçe geçmiş bulunan çözüm süreci ve Irak-Suriye politikalarında, devletin zirvesinin tabiriyle “üst akıl”ın zaman zaman değişik usullerle ayar verdiği bir süreç yaşanmaktadır. Ergenekon-Balyoz vb. davaları döneminde, gezi olayları sürecinde ve 17-25 Aralık operasyonlarında tamamen iç dinamiklerin yönlendirilmesiyle, hukukî gerekçe ve sebeplerle hareket edildiğine samimi olarak inanan herhalde yoktur. Bu üç kritik olay da iç dinamiklerin kullanılması suretiyle üst akılların Türkiye’ye ayar verme gayretlerinin sonucunda gerçekleşmiştir. Türkiye’yi yönetenlerin bütün bunların farkında olduğu açıktır. Saflık etmişiz, kandırılmışız gibi açıklamaları yapanların hâlâ en üst yönetim makamlarını işgal etmeleri derin bir çelişkidir. Gerçek şu ki, kimse saflık falan etmiş değildir (istisnalar kaideyi bozmaz), siyaseten o devirde öyle davranmak uygun bulunmuştur, hepsi bu…
Hem iç hem de dış siyasette ittifakların bir kısmı uzun vadeli ve stratejik, bir kısmı kısa vadeli ve taktik, bir kısmı da orta vadeli olur. Son 12 yıldaki gelişmeleri irdelerken tek yönlü ve tek yanlı değerlendirmelerden kaçınmamızın sebebi budur. Belirli bir aşamada destekçi güçlere verilen tavizlerin daha sonra doğurabileceği sonuçları öngöremeyenler siyasî basiretsizliklerinin karşılığını toplumdan görmelidir. Türkiye’de, yaşanılan meselelerin karmaşıklığı, -siyaset ve ekonomi alanında, arkaplandaki faktörleri bir yana bırakırsak- yaşanan göreli istikrardan memnun hatırı sayılır bir toplum kesiminin varlığı, güçlü iktidar alternatiflerinin bulunmayışı vb. bir dizi sebepten dolayı bir mecburiyet istikametinde ilerleniyor intibaı var. Bununla birlikte, Arappınarı (Kobani) bahanesiyle çıkartılan 6-8 Ekim olaylarının ve son olarak da Cizre’de patlak veren olayların gösterdiği üzere Türkiye hem Irak ve bilhassa Suriye politikalarında hem de içerideki “çözüm” (çözülme) sürecinde ince ve hassa bir hatta bulunuyor.
İki yıllık çözüm süreci siyasetinin en net sonucu vatan coğrafyasının bir bölümünün PKK terör örgütünün fiili yönetimine bırakılması olmuştur. Bugün, pek çok yerde Türk bayrağı değil PKK paçavrası asılmaktadır. PKK şehitlikleri, anıtları çoğalmaktadır. Zamanında devlete isyan ettiği için cezalandırılan kişilerin heykelleri dikilmektedir. Bölgede PKK’lı belediyelerin hakim olduğu yerlerde sadece Türkçe konuşanlara değil PKK’lı olmayan Kürtlere de hayat hakkı tanınmamakta, çeşitli yollarla insanlar göçe ya da biata zorlanmaktadır. Devlet üniversiteleri ve okulları PKK bayrakları, Apo posterleri ile donatılmaktadır. Şehir eşkıyası devlet güvenlik güçlerinin bulunduğu yerlerde yol kesip kimlik kontrolü yapmakta, mahkeme kurup ceza kesmektedir. Kısacası, vatan coğrafyasının belirli yerlerinde Türk devletinin egemenliği fiilen tanınmamakta ya da süratle aşındırılmaktadır.
Devleti yönetme makamında olanların sırtlarında yumurta küfesi vardır ve dikkatli davranmak zorundadırlar. İçinden geçtiğimiz süreç zor, çözmeye çalıştığımız meseleler ağır olabilir. Ama unutmayalım ki, siyaset imkân dahilinde meseleleri çözme sanatıdır. İlk düğmenin yanlış iliklendiği çözüm süreci çalışmalarında hatadan dönmek şarttır. Terör örgütü silahlarını tamamen bırakmadığı takdirde konuşulacak hiçbir şey olamaz. Bunu kabul etmeyen örgütle, anladığı dilden konuşmaktan başka bir yol yoktur. Teröristle müzakerenin çözüm değil çözülme getireceğini daha işin başında dile getirdik. Bunun yanında, PKK ve sözde sivil uzantılarını Kürtlerin tek temsilcisi olarak muhatap kabul etmekten de kesinlikle vaz geçilmelidir. Daha doğrusu Türkiye’nin genel demokratikleşme sorunlarını Türkler-Kürtler ikilemi gibi bölücü ve ayırımcı bir yaklaşımdan uzak yeni ve yaratıcı bir başka usulle ele almak lazımdır. Türkiye’de bir Kürt meselesi yoktur, Türkiye’de bir Alevi meselesi yoktur düsturundan hareket edilmelidir. Bütün yurttaşlarımızın meselelerini olduğu gibi, Kürtçe, Zazaca veya başka bir dilde konuşan, Alevi, Şii vb. inancına sahip yurttaşlarımızın meselelerini de demokratik hukuk devleti çerçevesi içinde ele alıp çözecek yeni bir paradigmaya ihtiyaç vardır.
Türk millî devleti, o dönemin şartları çerçevesinde çok isabetli bir tercihle millî, üniter yapıda kurulmuştur. Bugünün şartlarında genel çerçevede, o zamandan bu yana yapılan iyileştirmelerle ana çizgisi değişmeden devam eden devlet yapısının kökten değiştirmesini gerektiren bir durum yoktur. Merkezi devlet yerine adem-i merkeziyetçiliği önermenin pratik sonucu Türkiye’nin bölünmesi olacaktır. Gerisi belagat ve aldatmacadan ibarettir, laf-ı güzaftır. Bu konuda tarihe yapılan göndermeler sağlıklı bilgiye dayanmadığı gibi tarihin yanlış bir yorumunun ürünüdürler. Ne kadar övünürsek övünelim neticede Osmanlı devleti, hayatiyetini devam ettirmek için dönem şartlarına intibak konusunda gösterdiği azami gayrete rağmen tarihte yerini almıştır. Bizim yapmamız gereken o büyük tecrübeden hem güç ve ilham hem de ders almaktır. Tekrar hatırlatalım: Osmanlılar, parçalı, adem-i merkeziyetçi yapıları esnek ama kararlı bir politika ile bir sistemde bütünleştirip Osmanlılaşma istikametinde dönüştürerek cihan devleti oldular. Bügün ise bütünleşmiş bir yapının gevşek bir federasyona dönüştürülmesi tahayyül ediliyor. Bu yönde atılacak her adım tarihî bir hata ve dolayısıyla sorumluları için tarihî bir vebal olacaktır.
Türkiye’nin büyük bir iç karışıklığa sürüklenmeden bu badireyi atlatması için dışta ve içteki hataların tashihi, muhalefetin güçlü ve güvenilir alternatifler üretmesi hayati önemdedir. Geçtiğimiz oniki yılda vatan topraklarının bir bölümünde siyaseten ikili bir yapının yerleşmesi, hatta bunun birkaç yerde tekleşmesi son derecede sıkıntılı bir durum yaratmıştır. Devlet erkinin terör örgütünü tasfiye edememesi ya da etkisini asgariye indirememesi bu sonuçta çok önemli bir paya sahiptir. İktidar sahiplerinin muhaliflere meydan okuyarak belirli bir hattın ötesine gidemedikleri için onları eleştirmesi aslında “şecaat arz ederken sirkatini söyleyen merd-i kıpti”nin halinden pek farklı değildir. Bu böyle olmakla birlikte muhalefet partilerinin de o vatan coğrafyasındaki insanlarımıza yönelik daha dikkatli ve yoğun bir faaliyete girişmelerinin zaruri olduğu da vurgulanmalıdır.
Sonuç olarak, Türk devleti yönetenler ve Türk milletinin temsilcileri vatanın ve milletin bütünlüğüne yönelik tehdit karşısında gerçekleri örtmeden, halının altına süpürmeden ciddi ve cesur bir siyaset geliştirmekle yükümlüdür. Devletin muhatabı bütün yurttaşlarıdır. Belirli bölgelerde belirli örgütleri, cemaatleri vb. tek veya en önemli muhatap olarak alan yaklaşımın nelere mal olduğunu son 5-6 yıldır yaşadığımız acı tecrübeler yeterince ortaya koymuştur. Türk milleti tarihinin pek çok döneminde olduğu gibi bugün de bu zorlukları aşacak imkânlara ve insan gücüne sahiptir. Türkiye ve Türk devleti üzerinde projeler, planlar yapanlar da bu gerçeği çok iyi bilirler.