Türkiye’nin kanayan yarasını tedavi için 2009’dan bu yana sürdürülen müzakere süreci, Orta Doğu’nun yeniden şekillenmesi ve sürecinden, dolayısıyla içinde fiilen yaşamakta olduğumuz ancak biçimi, yöntemi ve uygulaması alışılagelmişin dışında olduğu için tam olarak teşhis edilemeyen Üçüncü Dünya Savaşından soyutlanarak anlaşılamaz. Burada bu konunun tarihî arkaplanı üzerinde tekrar durmayacağım. Özellikle 6-8 Ekim olaylarından sonra “çözüm süreci”nin musalla taşından kaldırılıp diriltilmesi çabasının anlamını tahlile çalışacağım.
6-8 Ekim olaylarının manası açıktır: Devlet, terör örgütü tarafından alenen iç savaşla tehdit edilmiş, cevaben hükümet çevreleri o güne kadar pek kullanmadıkları “kamu düzeni” sözünü yoğunlukla tedavüle sokmuş, olayların yarattığı sıcak ruh ikliminin yatışmasından sonra yine İmralı ile -bu defa daha kapsamlı olacağı anlaşılan- müzakere sürecine devam kararı alınmıştır. Burada, tarafların birbirlerinin samimiyetini sorgulaması çok ironik. Siyasi mülahazalardan bağımsız bir süreç yürümeyeceği gibi Orta Doğu’da yaşananlar, Öcalan ve örgütünün, ABD ve Batı siyasi çevreleri ve medyasında PKK ve PYD’nin cihatçı-kan içici İslamcılar karşısında laik, kadın haklarına saygılı, Batılı değerlerle uyumlu müttefikler gibi propaganda edilmelerinin getirdiği avantajları kaçırmak istememesi gibi faktörlerden uzak değerlendirilemez. Bu faktörler devlet tarafından da hesaba katılmalıdır.
KCK’dan Açık Tehdit
Basında yer aldığı üzere “çözüm süreci ve silahsızlanma” tartışmalarını yorumlayan KCK Yürütme Konseyi üyesi Sabri Ok, PKK'nın çıkış gerekçesinin ortada durduğu bir sırada silahsızlanmanın da geri çekilmenin de mümkün olmadığını açıkladı: “Biz sömürgeciliğe, zorbalığa karşı nasıl silahlandığımızı ve bunun ne büyük zorluklarla gerçekleştiğini çok iyi bilen bir hareketiz. Çıkış gerekçemiz ortada dururken böyle bir silahsızlanma mümkün olamaz ve gerçeğimize aykırıdır.” diyen Sabri Ok, “Hareketimizin gündeminde silahsızlandırma ve silahlı güçlerimizin bir yerlere çekilmesi gibi bir şey kesinlikle yoktur.” dedi. Ok’un şu ifadeleri ise daha sonra Murat Karayılan’ın açıklamalarıyla teyit edildi: “…Devlet tutuklarsa iyi ama Kürt halkının özgürlük ve demokrasi iradesi olan Özgürlük Hareketi ve gerilla tutuklarsa bu meşru değildir demek, olaylara böyle bakmak devletin ve sömürgeciliğin gözüyle bakmaktır. Herkes şunu bilmelidir ki, hareketimiz de halkımıza karşı suç işleyen kişi ve kesimleri gözaltına alma ve tutuklama hakkına sahiptir. (…)AKP’lilerden de suç işleyenler vardır. Resmi görevlileri vardır. Suçlu başka insanlar ve çevreler vardır. Biz de bu noktada kendi hukukumuzu uygulamak durumunda kalırız.”
Devlet kavramına, devletin egemenliğine karşı bu açık meydan okumanın tevil edilecek bir yanı yok. Maalesef iki yıla yaklaşan sözde çözüm sürecinin en vahim sonuçlarından biri bu ve benzeri beyanların artık devlet yöneticileri katında da halkın büyük çoğunluğunun nezdinde de infiale yol açmak bir yana olağan karşılanmasıdır. Çözüm süreci, bu bağlamda, Türk milletinin hassasiyetlerini törpüleme görevini başarıyla yerine getirmiştir. Bazıları, buna mukabil bazıları, bölge halkının “barış” iradesinin pekiştiğini, PKK’nın bu iradeye karşı eskisi kadar rahat hareket edemeyeceğini ileri sürerek süreci olumlamaya çalışıyor. Ne var ki, sahada yaşananlar, PKK’nın kendi çizgisi dışındakilere hayat hakkı tanımayan totaliter tutumunun kolayca değişmeyeceğini gösteriyor. Suriye’deki PKK’nın, yani PYD’nin, iç savaştan istifade ederek oluşturduğu kantonlarda izlediği siyaset, “Kürt hareketi”ne sempati duyan uluslararası bir kurulun raporunda ortaya konulmuştur. Özgür Gündem adlı PKK yayınında yaz aylarında çıkan bir yazıda, öldürmeler, gözaltında kaybolanlar, çocuk yaştakilerin savaşçı güçlere katılması, kanunsuz gözaltılar, işkence ve kötü muamele uygulamalarını tespit eden İnsan Hakları İzleme Kurulunun raporu eleştirilmektedir:
“HRW, Rojava’da ‘otoriter bir rejim’ oluşturulduğunu iddia ediyor. Utanmasalar diktatörlük diyecekler. Ama utanmasınlar: Evet, Rojava’da formel burjuva demokrasisi değil, bir diktatörlük var! Bu diktatörlük “baldırı çıplak” Rojavalıların kendi eseri, kendi kendilerini yönettikleri, ortak geleceklerini birlikte kurdukları ve canlarıyla savundukları gerçek bir halk demokrasisidir! Özgürlüğü ve demokratik katılımı sağlayan Rojava özerklik deneyi, sadece devrimi boğmak, sınıf tahakkümünü kurmak ve bölgenin zenginliklerine el koymak isteyen burjuva milliyetçileri için bir diktatörlüktür.”
Benzer bir sistem Güneydoğu’da da deneniyor. Nitekim Sabri Ok’un beyanatından sonra Batman’da polis YDG-H denilen PKK’nın asayiş birlikleri(!) tarafından gözaltına alınmaya çalışılmış, takviye kuvvetlerin gelmesi sayesinde devletin polisi PKK’nın polisi(!) tarafından enterne edilmekten kurtulmuştur.
Bugün çözüm sürecinin sağladığı ortamı suistimal ederek bölgede mahkemeler kuran, yollar kesen, vergi adı altında haraç toplayan, öğretmen atayan bir yapı ile karşı karşıyayız. Bu durum bizatihi hükümet yetkilileri tarafından da tespit edilmiş ve kamu düzeni kavramı sıklıkla kullanılır olmuştur. Vaziyetin bu boyutlara gelmesinde çözüm uğruna göz yumulan kanunsuzlukların katlanarak artması önemli rol oynamıştır.
Bu süreçte İmralı’daki teröristbaşına “iyi polis” rolü biçilmişe benziyor. Hükümet sözcüsü tarafından 25 Kasım’da yapılan açıklama, Öcalan’a bağlanan umutları ifşa ediyor. Bu açıklamada HDP’lilerin Öcalan’ı zor duruma düşürdüğü ifade edildi. Hâlbuki 6-8 Ekim olaylarını ateşleyen açıklamayı, Öcalan’ın yaptığını hepimiz biliyoruz.
Öte yandan, PKK’nın Suriye kolu PYD’nin lideri Salih Müslim, ABD ve koalisyon güçlerinin yardımıyla gerilettikleri IŞİD’e karşı mücadelede Türkiye’nin sağladığı desteği göz ardı ederek, Türkiye’nin bu konuda bozulan imajını düzeltmek için yardım edebileceklerini açıklamak küstahlığında bulunabiliyor. İflas eden Suriye politikasının sebebiyet verdiği bu zillet düşündürücüdür.
“Sözde Çözüm”de Ne İsteniyor?
Uluslararası Kriz Grubu’nun (UKG) en son raporuna göre PKK’nın talepleri özetle şunlar:
- Hasta tutuklu ve hükümlüler serbest bırakılsın,
- Ana dilde eğitim serbest olsun,
- Mağdurlara tazminat ödensin,
- Silah bırakanlar kamuda çalışabilsin,
- Korucu sistemi kaldırılsın,
- Faili meçhullere karışanlar cezalandırılsın,
- Öcalan önce ev hapsine çıkarılsın, sürecin sonunda serbest kalsın,
- Valiler seçimle gelsin,
- Bölgesel parlamento kurulsun,
- Bölge zenginliğinden yerel yönetim pay alsın,
- Yerel yönetim eğitim, sağlık, kültür ve turizmde yetkili olsun,
- Anayasadan “Türk” kelimesi kaldırılsın,
- Jandarma İstihbarat ve JİTEM kaldırılsın,
- Şehirlerde yerel polis ve öz savunma güçleri düzeni sağlasın.
Bu talepler dikkatle incelendiğinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden istenenin kendi sınırları için önce özerk ya da federe bir bölgenin oluşması, sonra da -tarihimizde ve dünya tarihinde örnekleri çok- bağımsız bir devlet.
Hiç kimse ortada bir mesele yok gibi davranamaz. Artık bazı gerçekleri açıkça ve adıyla söylememiz lazım. Ortada, ülke ve millet bütünlüğü açısından, çevredeki gelişmelerle birlikte giderek ciddiyeti artan bir tehlike var. Öte yandan bin yıllık bir ortak yaşamanın yanında kültürel ve dini beraberlikten kaynaklanan, hem aileler düzeyinde hem de ülke coğrafyası açısından içiçe geçmişlik söz konusu. Bu çerçevede ayrılıkçı zihniyete sahip olanlar Kürt kökenli yurttaşların çoğunlukta olduğu coğrafyada özerk, federal veya bağımsız bir siyasi yapılanmanın peşinde koşarken, hadisenin diğer boyutunu dikkate alanlar bağımsızlık seçeneğini dışlayarak aslında iki milletli yeni bir siyasi yapılanma talep etmektedirler. Çözüm sürecinde atılan adımlar, her ne kadar aksine ikna edilmeye çalışılsak da esasen bu ikinci seçenek istikametinde ilerliyor. Bu noktada “devlet” ya da hükümet cenahını temsil edenlerin daha gevşek veya merkezi hükümet kontrolünde bir yapılanmayı tercih ettiği söylenebilir. Ama neticede, bugüne kadar yapılanlara bakılarak yerel yönetimlerde “özerklik” verilmek suretiyle ileride “belirli” bir bölgede merkezi hükümete bağlı ama özerk bir yapının kurulmasına ve burada eğitim dili ve resmi dil olarak Kürtçenin kabul edilmesine gidildiği açıktır. Bu süreçte Öcalan’a ve PKK mensuplarına af, PKK’lıların söz konusu bölgede asayiş ve askeri güçler olarak istihdamı artık tali bir mesele olarak kalacaktır. İşte “çözüm ve barış süreci” Türkiye kamuoyunun algı ve âkil operasyonlarıyla alıştırıldıkları bu projenin adıdır. Onun için de tarafımızdan en başında “çözüm değil çözülme” olarak tavsif edilmiştir.
Peki, biz bu meselenin çözülmesi, kanın durması ve ülke genelinde ve çevremizde huzur ve sükûnun avdeti hususunda ne düşünüyoruz? Bu mesele çözümsüz mü kalsın? Ülke kaynakları büyümemiz ve refahımızın artması yerine terörle mücadeleye akmaya devam mı etsin? Bazıları gibi bu işi özerklik, federasyon veya konfederasyonla çözemez miyiz?
Kestirmeden söyleyelim: Bu coğrafyada siyasi sınırlar ve siyasi yapılar ya parçalı ve güçsüz ya da merkezi ve güçlü olmak durumundadır. Konfederal yapıların zaafı ve kısa ömürlülüğü tarihi tecrübeyle sabittir. O zaman, bu seçenekleri tartışmanın bir anlamı yoktur. Ortada iki seçenek vardır: birlik ya da parçalanma. Biz parçalanmadan değil birlik ve bütünlükten yanayız. Biz arada yaşanan sıkıntı ve meseleler olmakla birlikte bin yıllık kardeşliğin temeli olan “maya”nın sağlamlığına inanmak istiyoruz. Kürtçe ve Zazaca konuşan yurttaşlarımızın çoğunluğunun birlikten yana olduğunu biliyoruz.
Birliği güçlendirmek için terör meselesini kökten halletmek gerekir. Devlet, vatandaşa karşı -velev ki, örgüte sempati duysun- müşfik; teröriste karşı tavizsiz olmalıdır. Hukuk ve meşruiyet temelinde terör örgütü tamamen etkisiz hâle getirilmelidir. Uludere olayı öncesinde TSK’nın sağladığı başarı, maalesef bu hadise ile yaratılan psikolojik ortam ve suçluluk duygusu yüzünden başarısızlığa dönüştürülmüştür. Gerçek millî ve yerli çözüm terörü bitirip yurttaşlık hakları temelinde demokratikleşme ve ekonomik refahı büyütmek ayaklarına oturmalıdır. Onun için adımlar koordineli ve aşamalı bir şekilde atılmalıdır:
1-Gönülleri kazanma: Ecdadımızın farklı din, dil ve kültürlere mensup kavimleri ahenk içinde yönetmesinin en önemli sırlarından biri istimalet, yani kalpleri kazanma siyasetidir. Devlet, bin yıldır aynı toprağı ve aradaki renk farklarının zenginliğiyle aynı kültürü-ki bu mozaik değildir-paylaşan insanlarımıza eşit mesafede ve kucaklayıcı bir yaklaşımla muamele etmelidir. Mezhebi farklardan kaynaklanan mağduriyetler giderilmelidir. Farklı anadilleri olan yurttaşlarımızın anadillerini serbestçe öğrenme ve kullanmalarının önünde bir engel yoktur. Bununla birlikte resmi dil ve temel eğitim dili olarak etnik grupların lehçelerinin değil bu toprakların millî dili olan Türkçenin kullanılmasından taviz verilemez.
2-Terör örgütünün tamamen tasfiyesi: Gerçek bir iç barış ve huzur ortamı ancak terör örgütünün tasfiyesiyle mümkündür. Terör örgütünün, sözde hak taleplerinin silahın gücüyle kazanıldığı propagandasına zemin hazırlayan çözüm süreci uygulamalarının etnik fitneyi söndürmeyeceğini, aksine azdıracağını baştan ikaz etmiştik. Suriye’deki tecrübeden cesaret ve ilham alan bölücüler; Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde özerk bölgeler ilan ediyor, yargılamalar yapıyor, devlet yanlısı veyahut kendilerine karşı gelen grupları, kişileri katlediyorlar. Terör örgütü tamamen tasfiye olmadan bunun önüne geçmek mümkün değildir.
3-Ekonomik ve demografik entegrasyon: Türk devletini toplum mühendisliği ile suçlayan sözde entelektüeller ve insan hakları savunucuları on yıllardır PKK’nın Güneydoğu Anadolu’da hakimiyet kurduğu yerleri nasıl homojenleştirdiğini, hakimiyetini yaymak istediği yerlerde ise bilhassa üniversite öğrenimine başlayacakları yönlendirerek bir plan dâhilinde etkisini genişlettiğini görmezden geliyor. Devlet, Türkiye’nin sosyal, demografik ve ekonomik bütünleşmesi için bu alanda yeni politikalar geliştirmelidir.