Türkiye kanayan bir derin yarayı tedavi etmeye çalışıyor. Yöneticilerimiz hastalığı teşhis ettiklerine derinden inanmış, tedavi yolunu da bulduklarından emin. Ancak yaranın derinliğinden dolayı ameliyat sırasında bazı komplikasyonlar olabileceğinin de farkındalar.
Otuz yıldır Türkiye’nin başına bela olan terör problemi elbette ki sadece terörden ve bölücü zihniyetten kaynaklanmıyordu. Doğu ve Güneydoğunun toplum yapısı, geçmişten intikal eden bir takım yaralar ve bunların üzerine de 12 Eylül yönetiminin hamakati eklenince PKK neşvünema bulacağı ideal zemine kavuşmuş oldu. Bilahare takip edilen politika (!) ve uygulanan yöntemler de büyük ölçüde terörün azmasına, bölge insanının kısmen de olsa devletle mesafesinin açılmasına sebep oldu. Ama çok şükür ki millet bazında bir ayrışma hiçbir zaman olmadı ve inşallah da olmayacak.
Teröre karşı yürütülen etkili mücadele ile Suriye’den kaçmak zorunda kalan terör örgütü liderinin Türkiye’ye teslim edilmesiyle yeni bir süreç başladı. Esasen 1991’de ABD’nin Irak’a ilk müdahalesinin kuzey Irak’ta temellerini attığı oluşumun da bu süreçte önemli bir payı oldu.
1990’larda başlayıp 11 Eylül 2001 saldırılarıyla dünyanın gündeminin merkezine oturan İslamofobya ve medeniyetler çatışması paradigması, Ortadoğu’da İsrail’in yeni müttefiki olarak bir Birleşik Kürdistan projesini de bu denklemin ana bileşenleri olarak görmek gerekiyor.
Türkiye’nin 2003’te Irak’a yapılan ikinci müdahaleye katılmaması veya karışmasının ustaca engellenmesi de Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölge Yönetimi oluşumunu ve PKK’nın Kandil’de mekân tutmasını kolaylaştırdı.
Terörün neredeyse sıfırlandığı 2000’lerin başlarında, Türkiye AB yolunda birçok demokratikleşme paketini yasalaştırdı, olağanüstü hal uygulamasını kaldırmıştı. Ancak daha sonra yeniden başlayan terör eylemleri dönem dönem büyük infiallere yol açtı. Buna rağmen hükümet demokratikleşme paketlerini devam ettirdi. Özellikle de son yıllarda bir açıdan bakıldığında, Kürtçe devlet televizyonu kanalı, ana dilde savunma hakkının yasalaştırılması(ki zaten mevcut bir uygulama idi), belediyelerde iki dilliliğin fiilen uygulanması vb. PKK’ya taviz olarak yorumlanabilecek bir dizi adım attı veya bunlara göz yumdu. Buna rağmen sürekli tırmanan şiddeti sona erdirmek için son dönemde PKK’nın İmralı’daki önderi ile başlatılan müzakerelerle bir “çözüm ve barış süreci” başlatıldı.
Bu süreç çerçevesinde teşkil edilen “âkil insanlar” heyetleriyle yedi bölgede halkın nabzı tutulmaya, daha doğrusu toplum bu konuda ikna edilmeye çalışıldı. Özellikle doğu (ki o doğuda PKK’ya ve ayrılıkçılığa tamamen karşı olduğu iyi bilinen yerler olmasına rağmen) ve güneydoğu heyetlerinin raporlarındaki “toplumsal talepler”in PKK-BDP’nin talepleriyle birebir örtüştüğü dikkatten kaçmadı. Diğer bölgelerin bazılarında “Türk” hassasiyetine dikkat çekildiği de oldu. Böylece âkıl insanlar eliyle de toplumdaki ayrışma bir anlamda tescil edildi. Gerçi çok küçük bir azınlık dışında kimsenin bölünmeyi istemediği ısrarla vurgulandı ama önerilen çözümlere bakılınca “bu nasıl bölünmeden birarada yaşamak ?” sorusunu sormamak imkânsızdı.
Kimsenin ayrıntılarını kesin olarak bilmediği, sadece tahminler yürütebildiği çözüm planının PKK ile pazarlık içermediği en yüksek makamlar tarafından temin edildi. Ne var ki son dönemde PKK-BDP bloku tarafından yapılan açıklamalara, PKK’nın Irak’a çekilmede ayak sürümesi, tam tersine yeni eleman devşirme, küçük çapta da olsa adam kaçırma, şantiye basma, halkı kışkırtarak karakol yakma, mezarlık açma töreni icra etme gibi provokatif eylemlere bakıldığında “çözüm süreci”nin netameli bir aşamaya geldiği havası alınıyor. İmralı sakininin kendi özel durumu dolayısıyla süreci sonuna kadar götürme niyeti olduğunu ileri sürenler, daha işin başında “eğer bu gerçekleşmezse ben karışmam, büyük bir savaş başlar” yollu tehditlerini hatırlamıyorlar ya da hatırlamamızı istemiyorlar.
Çözüm sürecinde toplumu iknada kullanılan en önemli argüman artık anaların ağlamayacak, yeni şehitlerin gelmeyecek olmasıydı. Buna vicdan sahibi hiçbir kimsenin itiraz etmesi mümkün değildi. Ne var ki, uluslararası bağlantıları, ekonomik organizasyonu ve militan yapısı ile devasa bir örgüt olan PKK’nın manevi önder konumundaki Öcalan’ın talimatlarını harfiyen yerine getireceğinden, çevremizdeki güçlerle küresel güç odaklarının bu denklemden kolayca dışlanabileceğini düşünmek sağlıklı değildi.
Nitekim son gelişmeler Türkiye’nin Suriye politikasında olsun Mısır’da olsun büyük ölçüde yalnız bırakıldığına ya da daha doğru bir ifadeyle “kendi sınırlarını bilmesi” için ikaz edildiğine işaret ediyor. Suriye’nin kuzeyinde Kuzey Irak benzeri bir yapılanmanın hızla teşekkül etmesi başlangıçtan beri işaret ettiğimiz dört parçalı Kürdistan projesinin yürürlükte olduğunu gösteriyor.
En başta böyle bir sürecin başlatılmasının hata olduğunu vurgulamıştık. Böyle bir çözüm sürecine karar verildikten sonra Türkiye’nin en önemli hatası, örgütün silah bırakmadan ülke dışına çıkması gibi bir formülü kabul etmesi olmuştur. Silah bırakma şartının olmayışı, örgütün ülke içindeki unsurlarının serbestçe hareket etmesini, güvenlik güçlerinin bunlara müdahale etmemesini beraberinde getirdi. Bütün bu manzara Türk devletinin gündeydoğuda, İçişleri Bakanının da ifade ettiği gibi, “paralel bir devlet yapılanması” ile karşı karşıya gelmesine yol açtı.
Son gelişmeler etnik meselenin hallinin giderek daha zorlaştığını gösteriyor. Çözüm sürecinin çözülmeye yol açmaması için bundan sonra vahim sonuçlara yol açacak hatalar yapılmaması gerekiyor. Burada en önemli birkaç hususu vurgulayalım:
Devlet, PKK terörünün başarıya ulaştığı intibaını kökleştirecek uygulamalara bir an önce son vermelidir. Devlet, kim olursa olsun, etnik veya mezhep kökenine bakmaksızın bütün yurttaşlarına eşit mesafede dururken bölünmeye yol açacak uygulamalara prim vermemelidir. Bazı âkıl insanlar öteden beri devletin zamanında atmadığı adımların maksimalist taleplere yol açtığını söylüyor. Terör örgütü eylemlerine devam ederken atılan adımların hiçbir değerinin olmadığını Türkiye tecrübesi yeterince gösteriyor. Eğer Türkiye 2000’lerde atılan adımları atmamış olsaydı bugün öz savunma birlikleri gibi küstahlıklarla karşılaşmayabilirdik.
Silahlı terör örgütünün tehdidi altında ulaşılabilecek bir çözüm yoktur ve olamaz. PKK, KCK yapılanmasıyla toplumun hücrelerine nüfuz ederken kendi silahlı gücünü de Demokles’in kılıcı gibi tutuyor. Türkiye’nin etnik fitneyi sonlandırmasının ilk ve en önemli adımı nasıl olursa olsun silahlı tehdidin ortadan kaldırılmasıdır. Eğer demokratikleşme paketleri açılacaksa ancak bundan sonra ayrışma ve bölünmeye yol açmayacak bir muhteva ile bunlar gündeme gelmelidir. Aksi takdirde, bugüne kadar yapılan bazı “açılım”lar gibi bundan sonra atılacak adımlar da hep PKK’nın başarı hanesine yazılacak, bir sonraki aşamada daha ileri talepler seslendirilecektir.
Nitekim son günlerde çok yüksek sesle olmasa da medyada, KCK’nın izleyeceği yola ilişkin “tutum belgesi”nde yer alan tehditkâr ifadeler, PKK’nın geleceğe yönelik tasavvurları yer aldı. Belgede, müzakerelerin ikinci aşamaya geldiği halde AKP’nin gerekli adımları atmadığı ifade ediliyor. BDP sözcülerinden de sıkça duyduğumuz bu şikâyetler “ortada bir pazarlığın olmadığı” iddiasını boşa çıkarıyor. PKK yöneticileri her ne kadar A. Öcalan’ın yol haritasına bağlı olduklarını ifade etseler de AKP üzerinde siyasî baskı oluşturmak için toplumsal dinamiklerin harekete geçirilmesi ve halk isyanları için örgütsel çalışma yapılması kararının anlamı çok açıktır. Yine “çeşitli güçlerden gelebilecek saldırılar karşısında gerillanın aktif savunmaya her an hazırlıklı olması”nı geri çekilme, silahların susması, silahlı mücadele döneminin bitmesi ile bağdaştırmak ise herhalde sadece Türkiye’nin âkil insanlarına has olsa gerek.
Şurasını da açıkça ifade edelim: Salt iktidar yıpransın diye malum sürecin başarısız olmasını isteyenler olabilir ama bunlar, önceliği vatan ve millet olan Türk milliyetçileri değildir. Gündelik siyasetin dışında yer alarak Türk-İslâm âleminin yücelmesi yolunda, millî kültüre, milletin birliğinin devamına ve devletin bekasına hizmeti şiar edinen Türk Ocakları, baştan beri bu planın sakat olduğunu, vahim sonuçlar doğurabileceğini ikaz etti. Yukarıda işaret edilen gelişmeler ikinci bir Habur vakasının ihtimal dahilinde olduğunun basında dillendirilmesine yol açmıştır. O bakımdan, sürece dair dile getirilen eleştirel görüşlerin hepsini kanın durmasını istemeyenlere atfetmek, insafsızlıktan öte gerçekliği görmemektir.
Son dönemde özellikle bazı âkil insanlar ve kanaat önderlerinin oluşturduğu dil, ne yazık ki bütünleşmeye değil bölünmeye ve ayrışmaya hizmet etti. Toplum Türk-Kürt, Alevi-Sünni olarak ayrıştırılıyor. Türklerle Kürtlerin barışmasından dem vuranlar otuz yıldır devam eden şiddete rağmen bu toplumun etnik bir kavgaya asla itibar etmediğini göz ardı ediyor. Bütün tahribata rağmen hâlâ sosyal, ekonomik, kültürel açıdan büyük ölçüde bütünleşmiş bir milletiz. Psikolojik operasyonlarla bu milleti etnik temelde ayrıştırma gayretlerine son verilmelidir. Suriye politikası ve Gezi olayları vesilesiyle Alevi meselesinin de bir çatışma unsuru haline getirilmek istendiği açık bir şekilde ortaya çıktı.
Bu çevrelerin en çok tahrip ettikleri kavramlardan biri de devlet kavramıdır. Devletsiz olmanın, boyunduruk altında yaşamanın ne olduğunu bilmeyenler için her hadisede devleti suçlamak rahatlatıcı olabilir. Ceberrut, milleti hakir gören, Jakoben bir anlayışı tasvip etmek asla mümkün değildir. Ancak, unutulmamalı ki, kişilerin ve yöneticilerin hatalarından hareketle devlet kavramının ve kurumunun yıpratılması ülkeyi ve milleti zaafa düşürmekten başka bir netice hasıl etmez.
Sağduyu sahiplerine, vatanını, insanını düşünenlere düşen, birlik dilini güçlendirmektir. Sadece sözde değil fiilde de bütün yurttaşları kucaklayıcı bir tavır geliştirmektir. Bunu etnik ya da mezhebî köken ayırmadan yapmaktır. Farklılıklarımız olsa da hepimizin birlikte Türk milleti olduğu gerçeğini kuvvetle dillendirmek, anlatmaktır.
Anayasa çalışmalarında, yetersiz bir düzeyde olsa da, üç partinin Türk milleti kavramında mutabık kalması, Cumhurbaşkanımızın Türk devleti vurgusu ana çerçevemiz olmalıdır. Üniter, millî devlet yapımızı zamanın ruhuna uygun bir şekilde geliştirerek muhafaza etmeliyiz. Eğitim öğretim alanında atılacak adımlara son derecede dikkat edilmelidir. Başbakan düzeyinde ana dilde eğitim olmayacak denilmesine rağmen iktidar partisinin önde gelen mensuplarının bunu bir insan hakkı olarak savunması haklı endişelere yol açmaktadır. Herkesin ana dili saygındır, öğrenilmeli ve öğretilmelidir. Ne var ki, ülke bütünlüğü ve millet birliği açısından temel eğitim dili ülkenin millî dili olmalıdır. O da, herkesin çok iyi bildiği gibi, bu topraklarda tarihin bir sonucu olarak Türkçedir.
Bu hassas dönemde Türk milletinin birliği ve Türk devletinin bekası için hepimize önemli görevler düşüyor. Son açıklamalar Türkiye’nin yeni bir şiddet dalgası ve toplumsal olaylar silsilesi ile karşı karşıya kalabileceğini ima ediyor. İktidar ve muhalefet partilerinin lider ve yöneticilerinin böyle bir hassas ortamda birbirlerine karşı kullandıkları özensiz ve tehlikeli üsluplarını değiştirmeleri, devlet kurumlarının “süreç”in başlangıcında ve devamında yaptıkları hesaplarını gözden geçirip alternatif planlarını iyi tasarlamaları elzemdir.