CUMHURİYET’İN İKİNCİ YÜZYILINA GİRERKEN KORKU İLE ÜMİT ARASINDA TÜRKİYE
Eskiler “havf ile reca” arasında derdi. Esasen insanoğlu çoğunlukla bu iki duygu arasındadır. Milletler de öyle. Cumhuriyet, Türk milletinin Birinci Dünya Savaşı sonrasında karşı karşıya kaldığı bir var olma savaşı sonucunda kuruldu. Sevr’de, bizi Anadolu’nun ortasına sıkıştırmaya azmeden ve Türkleri “geldikleri yere, yani Orta Asya’ya geri göndermek”ten dem vuran zihniyete karşı, Türk milletinin hür ve bağımsız yaşama iradesinin ifadesi olan Misak-ı Millî’yi ilan ettik (28 Ocak 1920). Bunun üzerine son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin dağıtılmasından sonra Gazi Mustafa Kemal önderliğinde, 23 Nisan 1920’de açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından yürütülen Millî Mücadele zaferle sonuçlandı. Lozan Antlaşması (24 Temmuz 1923) ile savaş hâli sona erdi ve bir süre sonra da gelinen noktanın doğal sonucu olarak Cumhuriyet ilan edildi. Yüzüncü yılını kutladığımız Cumhuriyet’imiz, hiç şüphesiz Türk tarihinin bütünlüğü ve devamlılığı içinde anlamlandırılmak durumundadır.
Geleceği sağlıklı bir şekilde inşa etmenin yolu hâlihazırı ve dolayısıyla geçmişi çok iyi bilmek, anlamak ve değerlendirmekten geçer. Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken hâlihazırda karşı karşıya olduğumuz en önemli sorunları tarihî ve güncel boyutlarıyla kısa bir yazıda ele almak mümkün değil. Dolayısıyla burada çok genel bir çerçevede bu sorunları değerlendirmeye ve bunların çözüm yolları hususunu irdelemeye gayret edeceğiz. (Türk Ocakları olarak Cumhuriyet’imizin 100. yılına ithafen yaptığımız çalışmalardan biri, temel meselelerimiz hakkında alanında uzman hocalarımızın hazırlamakta olduğu çalıştay raporlarıdır. Bu kapsamda; “Aile, Gençlik, Bilim ve Teknoloji, Eğitim, Devlet Düzeni ve Siyaset, Hukuk ve Adalet, Ekonomi, İç ve Dış Güvenlik, Nüfus ve Göç, Dış Politika, Çevre ve İklim, Dijital Çağda Kültür Politikaları” olarak 12 konuda hazırlanan bu raporların bir kısmı tamamlanmış, kalanlar da en geç eylül ayı başlarında teslim edilecektir. Dolayısıyla bu konularda uzman görüşleri doğrultusunda genel bir değerlendirmeyi bilahare yapacağız ancak bu yazıda şahsi gözlemlerimiz ışığında ana hatlarıyla bazı başlıklardaki kanaatlerimizi paylaşacağız.)
Türkiye’de yapılan araştırmalarda, son dönemde hayat pahalılığı ve gelir adaletsizliği başta olmak üzere ekonomik sorunlar, terör, sığınmacılar ve göç, gençlik ve eğitim, aile, demokrasi ve özgürlük vb. konular öne çıkmaktadır. Halkın genel algısında, ekonomik sorunlar başta gelmektedir. Bu da tabiidir. Mayıs ayında yapılan seçimlerden bugüne kadar akaryakıta gelen yüzde yüzün üzerindeki zam ve bir takım vergiler dolayısıyla hayat pahalılığı daha da ağırlıklı olarak geniş toplum kesimlerini etkilemektedir. Bu sorunlar, esasen yıllardır devam etmekte; bazı dönemlerde yaşanan nispi iyileşmeler dolayısıyla etkileri ve halk algısındaki önem sıraları değişmektedir. Mesela, 2015-16 yıllarında terör, açık ara en önemli sorundu. Son birkaç yıldır ise halkın yarısından çoğu, hatta bazen dörtte üçü açısından en başta ekonomik sorunlar öne çıkıyor.
Bu tespiti yaptıktan sonra şunu ifade edelim ki, Türkiye’nin sorunlarını bütüncü bir yaklaşımla, bunların çözümünü de kapsamlı, kapsayıcı bir planlama dâhilinde ele almadığımız, yani her bir meseleyi birbirinden bağımsız gibi sayıp çözmeye kalkıştığımız takdirde kısa vadeli başarılar haricinde, köklü çözümler ortaya koymamız mümkün değildir. Türkiye’nin ekonomik sıkıntıları; yönetim sistemindeki, dış siyasetteki ve eğitim sistemindeki sorunlardan bağımsız olarak ele alınamaz. Aynı şekilde konut fiyatlarının ve kiraların anormal oranlarda artmasını, sığınmacı ve göçmen meselesinin yanında yabancılara mülk satışının kolaylaştırılmasından ayrı değerlendiremeyiz. Yetişmiş beyinlerin yurt dışına gitme eğilimindeki hızlı artışı, yönetim anlayışı ve özgürlükler meselesinin yanında ekonomik sıkıntılar ve göçmenler meselesinden tamamen ayrı olarak ele alamayız. Türkiye’nin karşılaştığı nüfus yapısı sorunlarının, âdeta bir göçmen istilasına dönüşmesinde, dış siyasetteki yanlış adımların yanında Türkiye Cumhuriyeti’nin millî-üniter vasfına karşı mesafeli bakışın bir etkisinin olmadığını söylemek kolay değildir. Ezcümle, meselelerimizi kapsamlı bir program ve bütünlüklü bir strateji dâhilinde ele almazsak ne doğru anlamlandırabilir ne de sağlıklı bir şekilde çözebiliriz.
Bir örnek olarak nüfus, eğitim ve beyin göçü meselesini irdeleyelim. Türkiye, dünyadan yalıtılmış bir ülke olmak bir yana üç kıtanın birleştiği, stratejik açıdan hayati önemde bir coğrafyada yer almaktadır. Bugün dünyada yaşanan göçmen, enerji yolları, gıda tedariki vb. pek çok sıcak meselede bu coğrafi konumu dolayısıyla ülkemiz hem fırsatlara sahip hem de tehditlere muhataptır. BM raporlarına göre dünyada en fazla sığınmacı ve göçmenin bulunduğu bir ülke olması, kısmen sorunlu bölgelerin kavşak noktalarından birinde bulunmasından kaynaklansa da bu konuda, önce sınırlardaki mayınların temizlenmesi, ardından da Suriye İç Savaşı’nın başladığı dönemde izlenen hatalı politika ve Geri Kabul Anlaşması’nın imzalanmasının büyük etkisi olmuştur. İran sınırından ülkemize âdeta akan kaçak göçmenler meselesinde öyle anlaşılıyor ki tedbirsizlik ile göz yumma arasında bir tutum söz konusu olmuştur. Son dönemde yapılan bazı operasyonlar ile kamuoyu bir nebze teskin edildi. Ancak bugünlerde basında yine sığınmacı ve göçmen karşıtlığının ne denli yanlış ve tehlikeli olduğu, bunlara karşı çıkanların bir zamanlar bu ülkeye dışarıdan gelen göçmenler olduğu şeklinde kasıtlı bir propaganda, yine ivme kazanmış görünüyor. Bu söylemleri kasten yayanların gerçeklik veya millîlik ile hiçbir ilgisi olmadığı için sözümüz onlara değil; iyi niyetle, insani ve İslami duyarlılıkla bu söylemlere itibar edenlere şu hususları bir kez daha hatırlatalım:
İlk olarak, karşılaştığımız sorun büyüktür. Mesele, ensar-muhacir benzetmesiyle izah edilecek boyutları fersah fersah aşmıştır. 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin kaybettiği topraklardan ayrılmak zorunda kalıp elde kalan topraklara göç edenler Türk Devleti’nin tebaası idi. Daha sonra birtakım göçler veya mübadele yolu ile gelenler de anlaşmalar çerçevesinde bu topraklara gelen eski tebaamız ve soydaşlarımızdır. Bunlarla sığınmacılar ve daha sonra Afganistan başta olmak üzere Asya ve Afrika’dan gelen kaçak göçmenler kesinlikle mukayese edilemez.
İkinci olarak şunu vurgulayalım: Bütün dünyanın karşı karşıya olduğu bir göç meselesi var. Peki, bu büyük meselesinin yükünün en büyük kısmının Türkiye’nin üzerine yüklenmesi ne demektir? Türkiye ne yüzölçümü olarak dünyanın en büyük ülkesi, ne tarım ve diğer kaynaklar bakımından dünyanın en verimli ve zengin ülkesi ve ne de ekonomik açıdan dünyanın en zengin ülkesidir. Burada bir tuhaflık yok mu? Türkiye’nin sindirme yeteneğinin çok çok üzerinde bir nüfusun ülkemizin demografik, sosyal, kültürel ve nihayet siyasi yapısı üzerinde yapacağı etkiler sizleri hiç düşündürmüyor mu? Vatansız, milliyetsiz kozmopolitler için böyle bir mesele olmayabilir ama yerlilik ve millîlikten dem vuranların böyle bir problemi göz ardı etmesi veya küçümsemesi nasıl mümkün olabilir?
İmparatorluk bakiyesiyiz, bu geçmişi inkâr edemeyiz. Ancak unutmamamız gereken şey, ne Selçuklu ne de Osmanlı sadece bugünkü Türkiye topraklarında kuruldu. Sığınmacı ve göçmenleri burada toplayarak imparatorluk kurulması boş bir hayal ama millî devletin çözülmesi ciddi bir ihtimaldir. Yapılması gereken, millî devlet olarak kurulan Cumhuriyeti'mizi çağın ve geleceğin gereklerine göre güçlendirmektir. Toplum, kültür ve nüfus yapımızı bozacak çapta yabancı bir nüfus, siyasi açıdan da büyük sorunlar doğuracaktır. Buna kesinlikle izin verilmemelidir.
Türkiye’nin nüfus meselesi, sadece sığınmacı ve göçmenlerden ibaret değil elbette. Aile kurumunda meydana gelen değişmeler, doğurganlığın nüfusun yeniden üretilmesi seviyesinin altına düşmesi çok ciddi bir sorundur. Devletin, bu meseleyi eğitim, gelir dağılımı, beyin göçü gibi boyutlarla birlikte ciddiyetle ele alması gerekir. Mesela, daha öncesine gitmeyelim, 28 Şubatçıların sırf İmam-Hatiplerin önünü kesmek için 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimi getirmesinin mesleki eğitimde yol açtığı olumsuzluklar, daha sonraki Ak Parti iktidarı döneminde, değişen her Millî Eğitim Bakanı ile âdeta sil baştan yeni politikaları uygulanması ile devam etti. Özel okulların teşvik edilmesinin yol açtığı sorunlar, çok yönlü değerlendirilmeyi hak eder ama burada nüfus meselesi boyutunda eğitimin çok pahalı hâle gelmesinin orta gelirli ailelerde, çalışan anneliğin yanında önemli bir etken olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bütün güçleriyle çocuklarını iyi eğitmek isteyen aileler, giderek iki ve sonra da tek çocukta karar kılıyor. Sırası gelmişken belirtelim ki, Türkiye’nin, okul öncesinden başlayarak eğitim-öğretim meselesini diğer temel meseleleri dikkate alan bir bakış açısı ve yaklaşımla ele alması acil ve ertelenemez bir zorunluluk olarak önümüzde duruyor.
Bir yandan büyük bir potansiyele sahip öte yandan da ciddi tehditlere maruz durumda olan Türkiye’nin öncelikle devletin kurumsal yapısındaki bozulmayı süratle düzeltecek kapsamlı bir programı hayata geçirmesi şarttır. Yeni sistemin gözden geçirilerek başta Devlet Planlama Teşkilatı ve bakanlık müsteşarlıklarının geri getirilmesi, kariyer mesleklerindeki üst düzey yöneticiliklere paraşütle inişlerin terk edilerek kurallara bağlı liyakat sisteminin uygulanması ve Bakanlar Kurulunun hükmi şahsiyetini gölgeleyen Cumhurbaşkanlığı ofis ve kurullar sisteminin kökten değiştirilerek bunların sadece danışmanlık yapması ilk akla gelen hususlardır.
Eğitim sisteminde; çağın gelişmelerine paralel olarak mesleki eğitim, hayat boyu öğrenme konularının makro bir planlama dâhilinde ele alınması; eğitimde fırsat eşitliği için devlet okullarının niteliğini yükseltici önlemlerin alınması; öğretmenlik mesleğinin hem öğretmen yetiştirme hem de özlük hakları konularını kapsayan bir yaklaşımla itibarının iade edilmesi; üniversitelerin öğrenci kontenjanlarının gelişmiş ülkeler örneğinde yeniden düzenlenerek herkesi diplomasız işsiz yapma politikasından vazgeçilmesi, ihtiyaç duyulan alanlarda nitelikli üniversite mezunları yetiştirilmesi ve lisansüstü eğitimde kalitenin yükseltilmesi vb. hususları Millî Eğitim Bakanlığı, YÖK ve ilgili diğer bakanlık ve kurumlarla yapılacak geniş istişareler sonunda kalkınma planlarında ortaya konulmalı ve uygulamaya geçirilmelidir.
Yetişmiş insan gücümüzün yurt dışına kaçma eğilimini tersine çevirecek tedbirler behemehâl alınmalı, hatta Türkiye, stratejik alanlarda başka ülkelerden nitelikli beşerî sermayeyi çekecek politikalara yönelmelidir. Bazılarının pek anlayamadığı Osmanlı devşirme sistemi, o çağın koşullarında devletin ihtiyaç duyduğu asker, askerî ve idari yönetici insan ihtiyacını karşılamak için yüzyıllardır başka adlarla uygulanan bir sistemin yeni bir usulle uyarlanmasından başka bir şey değildi.
Eğitimden, dijital çağın sorun ve imkânlarına, göç sorunundan aileye, gençlik meselelerinden din ve inanç alanında yaşananlara kadar pek çok meselemizin en kritik, can alıcı düğümlerinden biri, hiç şüphesiz kimlik meselesidir. İki buçuk yüz yıla varan yenileşme, batılılaşma veya çağdaşlaşma maceramız boyunca bir türlü halledemediğimiz bu sorun, şimdi yaşanmakta olan göçmen ve sığınmacı istilası olgusu ile bambaşka bir boyuta evrilecek gibi görünüyor. 1990’lardaki laik-anti laik gerilimi döneminde yapılan vahim hataların, beş on yıldır yaşadığımız yeni süreçte zıt istikametten aynısını yapma yanlışına düşmemeliyiz.
Günümüzde bir kesim Atatürkçülük veya Kemalizm için Cumhuriyet öncesi Osmanlı geçmişine toptan reddiye yazarken bir başka kesim de bir başka saptırılmış tarih anlayışı ile Cumhuriyet değerlerine ve Atatürk’e karşı bazen akıl almaz iftiralara ve hakaretlere varan söylemlerde bulunuyor. Bazıları Türkçülük için, dağılma döneminde yaşanan sorunlar bir yana Türk tarihinin en ihtişamlı yüzyıllarını barındırdığı gibi yetiştirdiği insan gücü ve bir takım kurumlarıyla devamı olan Cumhuriyet’in selefi olan Osmanlı’ya yalan yanlış bilgilerle hakaret ediyor, bazıları ise artık ömrünü tamamlamış olan Osmanlı, sanki dünyaya hükmeden bir hâlde iken İttihatçılar veya Mustafa Kemal Atatürk tarafından yıkıldığı şeklinde hezeyanlar sarf ediyor. Bu minvaldeki ifrat ve tefrit örneklerini çoğaltabiliriz.
Hiç şüphesiz, bu kültür yarılması kolaylıkla halledilebilecek bir sorun değildir. İnsanların birey olarak inanç konusundaki tutumları elbette kendilerini bağlar ve kimsenin başkasına zorla bir inancı veya mezhebi dayatması tasvip edilemez. Ancak tarih ve kültür olarak neredeyse yüzde 95’ten fazlası Müslüman olan Türklerin kültür ve kimliğinin dil ile birlikte en önemli bileşeni olan dinlerine karşı saygısızlık gösterilmesi, milliyetçilikle kesinlikle bağdaşmaz. Buna mukabil, içlerinde akademik unvan taşıyanların da bulunduğu, devletten maaş alan bazı din adamlarının, kulaktan dolma söylentilerle, İslam ahlak anlayışına tamamen aykırı bir üslupsuzlukla Atatürk’e hakaret etmeleri, annesine dil uzatmaları da kabul edilemez.
Özetle söylersek, Cumhuriyet’imizin ikinci yüz yılını, tarihimizle barışık bir anlayışla; milletimizin birliğine halel getirecek söylem ve davranışlardan azami ölçüde kaçınarak ve devlet yönetiminin temel ilkeleri olan adalet, liyakat ve istişare ilkelerine uyarak inşa etmeliyiz.