Dünya Ekonomik Forumu'nun kurucusu ve icra kurulu başkanı Klaus Schwab'ın, 2021 Ocak ayında yayımlanacak olan Stakeholders Capitalism kitabından uyarlanan "Daha İyi Bir Ekonomi Mümkün. Ama Bunun İçin Kapitalizmi Yeniden Tasarlamamız Gerekiyor." başlığıyla Time dergisinin Kasım sayısında yayımlanan yazısında, Kovid-19 salgınının patlamasını takip eden aylarda bildiğimiz şekliyle dünyanın tersyüz olduğu, krizin bu ilk döneminde daha aydınlık bir küresel gelecek beklentisi hakkında ümitli olmanın çok zor olduğu tespitinden sonra özetle şöyle deniliyordu:
Krizin ilk dönemindeki tek olumlu gelişme, sera gazı salınımındaki düşüştü. Hadiseler ve haberlerden, Korona virüsü salgınının zaten karşı karşıya olduğumuz muazzam ekonomik, çevresel, sosyal ve siyasi sorunları daha da kötüleştireceği kanaati ağır basmaktaydı. Hayatımızı ve gezegenimizin sağlığını daha iyiye götürmek için elimizde teknolojiler olmakla birlikte bu kısır döngüden çıkmak kolay değildir. Amerikan kapitalizminin siyasi sistemi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra küresel gelişmeyi ve demokrasiyi sağlamışken şimdi toplumsal uyumsuzluklara ve memnuniyetsizliğe yol açmaktadır. Neo-liberal ideolojinin “Piyasa en doğrusunu bilir.” düşüncesinin yanlış olduğu ortaya çıkmakla birlikte “Daha erdemli bir kapitalizm mümkündür.” inancını doğrulayan gelişmelerden dem vurulan yazıda, bu gelişmelere örnek olarak Bank of America’dan Brian Moynihan’ın yürüttüğü Uluslararası İş Konseyinin Paydaş Kapitalizmi Ölçümlerine dair girişimi gösterilmektedir. Burada mali olmayan ölçekler de devreye girmekte, böylece zaman içerisinde, mesela bir şirkette ücretlerde cinsiyetlere göre farkın ne olduğu, farklı kökenlerden kaç kişinin istihdam edildiği veya terfi ettirildiği, şirketin sera gazı salınımını azaltmada kat ettiği mesafe vb. sorulara cevaplar verileceği ifade edilmektedir.
Amerika Birleşik Devletleri’ndeki son seçimlerin küreselcilerle millî devletçiler arasındaki mücadeleyle de ilgili olduğu, küresel sistemin egemen güçlerinin Korona virüsü salgınını, sistemlerini yenileyerek sürdürme istikametinde kullandıkları da sıklıkla dile getirilmektedir. Bu bağlamda, dünya nüfusunun azaltılması -zaten var olan- gözetleme ve kontrol sistemlerinin beyinlere iyice nüfuz edilerek daha ileri boyutlara taşınması, robotların hayatımızın her alanını kuşatması gibi kısmen komplo teorisi olsa da gerçek yanı ağır basan gelişmeler merak, kaygı ve endişeyle takip ediliyor.
1990’lardan bu yana tek kutuplu dünyadan yeni dengelerin oluşmaya başladığı, Çin’in uzun süredir dillendirilen dünya ekonomik sisteminin başat gücü olma yolunda kaydettiği ilerlemeyi (çıkmasından sorumlu olduğunu âdeta unutturarak), Korona virüsü salgınında gösterdiği/göstereceği ileri sürülen “olağanüstü” başarısıyla teyit ettiği, dünyanın çeşitli bölgelerinde küresel egemenlik mücadelesinin askerî çatışmalarla devam ettiği bir süreci yaşamaktayız.
***
2020 yılından önceki bir iki yıllık süreçte, Türkiye’nin ekonomik bakımdan sıkıntılı bir döneme girdiği yönünde ciddi analizler gündemdeydi. Salgının ekonomi üzerindeki etkilerinin bu durumu daha da ağırlaştırdığı açıktır. Merkez Bankası rezervlerinin eksiye düşmesi ve diğer bazı gelişmeler sonunda, ekonomi yönetiminde meydana gelen değişiklikler, hiç şüphesiz bu birikimin sonucudur. Türk ekonomisinin sorunlarının ekonomi yönetiminden kaynaklanan sebeplerinin yanında, Türkiye’nin son yıllardaki dış siyasetine karşı ABD ve Batılı güçlerin takındıkları tavırların etkili olduğu da muhakkaktır. Doğu Akdeniz ve Suriye’nin kuzeyinde Fransa’nın Türkiye’ye karşı sergilediği düşmanca tavır, bunun sadece bir örneğidir. 21 Kasım 2020 Cumartesi günü, Libya’ya yük götüren bir Türk gemisinin, Türkiye’nin onay vermemesine rağmen AB’nin (Libya’ya uygulanan askerî ambargo kapsamında yürütülen) İrina Operasyonu çerçevesinde durdurularak aranması, bu hasmane tavrın bir başka tezahürüdür.
Türkiye, uzun yıllardır silahlı terör örgütlerinin hedefinde bir ülke. Bölgemizi yeniden tasarıma tabi tutan güçlerin göz ardı edemeyeceği ama büyüyüp güçlenmesine de rıza gösteremeyeceği, kadim devlet ve ordu geleneğine sahip bir ülkeyiz. Batılının şuur altında, tarihten gelen bir “Türk korkusu/nefreti”nin bulunduğu bir gerçektir. Milletlerarası ilişkiler, elbette ki şartlara ve ülkelerin çıkarlarına göre şekillenir. Çıkarlar arasında çatışmaların öne çıktığı dönemlerde, işte bu tarihten gelen duygular köpür(tül)ür. Tabii burada bazen Bush gibi pervasızca “Haçlı seferi” kelimesi telaffuz edilirken bazen de daha rafine bir dille ülke yönetiminin mahiyeti (otoriter vb.) eleştirilerek ülke içindeki bölünme hatları istismar edilir.
Türkiye’nin, kendi iç dinamiklerinden ve yönetim yapısından kaynaklanan sorunlarının bulunduğu muhakkak. Dış dinamiklerin veya Türkiye’yi “terbiye etmeye”, “burnunu sürtmeye” çalışan güçlerin eylemleri de ortada. Bu, tarihte olduğu gibi bugün de yarın da hem gruplar hem de devletlerarası ilişkilerin bir gerçeği. Dolayısıyla her zaman vurguladığımız gibi, yaşadıklarımızın sorumluğunu “dış güçler”in komplolarına yükleyerek varacağımız bir yer yoktur. Biz, kendi yapıp ettiklerimizden mesulüz. Vesayet rejimini ortadan kaldıracağız, derken Türk Ordusu’na kurulan kumpaslardan sözde “çözüm ve barış” sürecine, oradan da 15 Temmuz’a uzanan gelişmelerin devlet ve toplum yapımızda meydana getirdiği tahribatı gidermeye çalışmaktayız. Bu süreçte, devlet ve toplumun güvenliğinin ön plana çıkması gayet tabii idi. 2015’te, vatanın bir köşesinde Türk Devleti’nin otoritesini hendek ve çukurlara gömmeye çalışan PKK’ya karşı başlatılan mücadele de 2016’dan başlayarak daha önce selam gönderilen ve resmen ağırlanan PYD/YPG’nin Suriye’nin kuzeyinde kurmaya çalıştığı “İkinci İsrail”e karşı yapılan harekâtlar da bu çerçevede başarılı olmuştur.
Unutmayalım ki, “çözüm süreci” aymazlığının şımartıp özellikle Kuzey Suriye’de ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı yerlerinde alan hâkimiyeti sağlamasına yardım ettiği PKK ve YDG-H, “devrimci halk savaşı” ilan etmişti. O sırada, imzalayanların büyük kısmının arkasındaki oyun kurucuların niyetini bilip anlamadan imzaladığını düşündüğüm ve “Barış İçin Akademisyenler” bildirisi diye öncelikle yansıtılan bir açıklamada ise, PKK’nın bu savaş ilanına karşı Türk Devleti’nin yürüttüğü mücadele “suç” olarak nitelenmekteydi. Türk Devleti, o badireyi ve bir yıl sonraki ABD destekli FETÖ’nün darbe ve istila girişimini akamete uğrattı. Bu süreçte güvenlikçi bir yaklaşımın egemen olmasını, o dönemin şartları içerisinde değerlendirmek gerekir. Bütün bu dönemde de vurguladığımız gibi, Türkiye’nin demokratik hukuk devleti yaklaşımıyla, varlığına ve birliğine yönelik tehditlerle mücadele etmesi meşru bir tutumdu. Ne var ki, 2010 Anayasa Referandumu’ndan sonra gerek adalet gerekse güvenlik sisteminde yaşanan alt üst oluşların üzerine gelen 15 Temmuz darbe girişimi, bu konuda sıkça ifade edildiği üzere at izinin it izine karışmasına, kurunun yanında yaşın da yanmasına uygun bir zeminin oluşmasında etkili oldu. Bundan kaynaklanan gerçek mağduriyetler, süreç içerisinde kısmen giderilmeye çalışıldı. Bununla birlikte vurgulamak gerekir ki, darbenin planlayıcı ve faillerinin yapılan yargılamalar sonucunda hak ettikleri cezalara çarptırılması, millî vicdanda olumlu akis bulmuştur.
Bugün Türkiye; Korona virüsü salgını, ABD seçimlerinin sonuçları, Doğu Akdeniz ve Libya’daki mücadele, Dağlık Karabağ’da Azerbaycan’ın haklı mücadelesine verdiği destek, Suriye’deki durum ve önümüzdeki süreçte meydana gelmesi muhtemel gelişmeler gibi bir dizi olay ve gelişmenin etkisiyle yeni bir dönemecin eşiğinde… Ekonomi yönetimindeki değişme sonrası Cumhurbaşkanı ve Adalet Bakanı’nın ağzından çıkan “hukuk reformu” sözleri, çeşitli boyutlarıyla tartışılmaya başlanmıştı ki, eski TBMM Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Bülent Arınç’ın bir televizyon kanalında sarf ettiği sözler, konuyu başka bir boyuta taşıdı. 6-8 Ekim olaylarındaki tahrikleri ve özellikle PYD/YPG’ye alenen verdiği destek, PKK militanlarının saha hâkimiyetine dayanarak Devlet’e karşı sarf ettiği tehditkâr ifadeler yüzünden tutuklu yargılanan S. Demirtaş’ın yazdığı kitaba yaptığı güzelleme bir yana, bu kitaba dayanarak “Kürtlerin yaşadığı acılar”a dair yaptığı açıklamalar, büyük infiale yol açtı. Ona, PKK’nın katlettiği masum siviller, Aybüke Öğretmen’den Eren Bülbül’e kadar verilen şehitler hatırlatıldı. Cumhurbaşkanı da bu konudaki tavrını kesin olarak ortaya koyunca Arınç, YİK üyeliğinden istifasını vermek zorunda kaldı.
Bu gelişme bize, önümüzdeki yolun zor ve mayınlı olduğunu gösteriyor. Demokratik hukuk devletini samimi olarak savunan birisi olarak demokrasi, hukuk ve özgürlük kavramlarına en büyük zararı, bunları istismar eden kişi ve grupların söylem ve davranışlarının verdiği kanaatindeyim. Demokratik hukuk devletinde güvenlikler ve hürriyetler birbirlerinin alternatifi olmadığı gibi, birbirleriyle de çelişmezler. Hukuk, herkesin güvenliği için hayati olduğu gibi, vatandaşlarımızın hür ve bağımsız yaşaması, iç ve dış güvenliğini sağlam temellere oturtmuş bir devlet nizamına bağlıdır. Uydurma, sanal delillerle hayatları karartılan, vefat eden vatan evlatları söz konusu olduğunda “bağırsak temizlemek”, “çürük elmaları ayıklamak” gibi ifadeler kullanan bir zihniyetin, demokrasiyi de hukuku da araç olarak gördüğü açıktır. Öte yandan ülke yönetimi konusundaki gerçekçi ve haklı eleştirileri, salt muhalefet böyle diyor diye görmezden gelmek de yanlıştır. Türkiye, elbette bekasını ve birliğini savunacaktır. Ancak bunu hukuk içerisinde, şeffaf bir yönetim anlayışı ve yaklaşımıyla; adalet, liyakat ve istişare ilkelerini esas alan bir yönetim düzeniyle yapabiliriz. 15 Temmuz’un ve çevremizde yaşanan gelişmelerin ağır baskısı altında, âdeta bir “acil eylem planı” gibi halkoyuna sunulan ve toplumun yarısından biraz fazlasının onay verdiği bir anayasa değişikliği ile geçtiğimiz "Başkanlık Sistemi”nin, uygulama ve tecrübe ışığında gözden geçirilmesi elzemdir. Bakanlıkların yapısı, Bakanlar Kurulu tüzel kişiliğinin yeniden oluşturulması, bakanlıklarda müsteşarlıkların yeniden ihdası, yargı düzeni, kuvvetlerin ayrılığı vb. konular da dâhil, pek çok meselenin yeniden ele alınması gerekmektedir.
Demokraside farklı fikir ve görüşlere tahammül esastır. Yeni sistemin ülkeyi görünüşte ikiye bölen (Cumhur ve Millet İttifakları) icaplarının, bir yandan da farklı görüşler arasında geçişkenliği sağladığı gözden ırak tutulmamalıdır. Yasamanın güçlendirilmesi, idarede (ve siyasi partilerde) her şeyin tek adamın üzerine yüklenmemesi, yargı bağımsızlığının güçlendirilmesi, fikir ve ifade hürriyetini kısıtlayan engellerin kaldırılması vb. tedbirlerin hayata geçirilmesi hâlinde bu konuda bir ferahlama sağlanabileceği kanaatindeyim.