Dağılan cihan devletimizin devamı olarak kurduğumuz Cumhuriyetimizin kurucu fikri milliyetçiliktir. Bu milliyetçiliğin muhtevası, zaman içerisinde inkılapçı, Batıcı ve seküler bir hâl almıştır. Çok partili demokratik hayata geçişle birlikte “millî ve manevi değerler” vurgusu öne çıkmış, Tek Parti Dönemi’ndeki laiklik uygulaması yerini 1946’dan itibaren dinî inanç ve pratiklere karşı giderek artan bir müsamaha ortamına bırakmıştır. Türk milliyetçiliği de kaçınılmaz olarak bütün bu süreçlerden etkilenmiştir. Yirminci yüzyıl başlarından zamanımıza uzanan süreçte Türk milliyetçiliği, muhafazakâr rengi daha ağır basan bir uçtan Osmanlı geçmişini büyük ölçüde olumsuz gören ve İslam öncesi Türk tarihini idealize eden bir başka uca kadar farklılıklar arz eden renkli bir yelpazeye sahip olmuştur. Tabii bu çizilen çerçeve her şeyi izah etmez. Mesela, İslam dinine önemli bir yer veren Ziya Gökalp, Osmanlı Dönemi’ne olumsuz bakarken Nihal Atsız, aynı dönemi Türk tarihinin bütünlüğü içinde yerli yerine koyuyor ve bugün bile bazı milliyetçilerin değişik saiklerle soğuk baktığı II. Abdülhamid’i Gök Sultan olarak yüceltiyor, Vahideddin’in hain olmadığını açıkça ifade ediyor, Mehmet Âkif’in yaşadığı dönem itibarıyla savunduğu İslamcılığın o dönem açısından Türklüğün mefkûresi olduğunu dahi ileri sürüyordu.
XX. yüzyıl başında “Türkçülük Akımı” şeklinde ortaya çıkan Türk milliyetçiliğinin teorik temellerini atan en önemli mütefekkir olan Ziya Gökalp, “Türkçülük”ü “Türk milletini yükseltmek” olarak tanımlamıştır. Gökalp’ın millet tanımı ise ırka değil, ortak kültür ve terbiyeye dayanır.
“Millet ne ırkî ne kavmî ne coğrafî ne siyasî ne de iradî bir zümredir. Millet lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça (güzel sanatlarca) müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan (oluşan) bir zümredir. Türk köylüsü onu ‘dili dilime uyan, dini dinime uyan’ diyerek tarif eder. Filhakika (gerçekten), bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır.”
Ziya Gökalp’ın Türkleşmek, İslâmlaşmak ve Muasırlaşmak adlı eserinde ortaya koyduğu yaklaşımı ayrıntılı olarak tahlil eden Erol Güngör, onun, milliyetler devrinde ümmet realitesinin ortadan kalktığı yönündeki yaygın anlayışa karşı çıktığının altını çizer. Gökalp, devletlerin mutlaka millî mefkûrelere (ülkülere) dayanması gerektiğini, ortak bir vicdana dayanmayan bir devletin, bireylerin geçim kapısı olacağını, bir milliyetin yurdu olmayan bir ülkenin de bireylerin karınlarını doyuracağı bir imaret hâlini alacağını ifade eder. Kavme, ümmete, devlete, vatana, aileye vb.ye ait ne kadar ülkü varsa bunların tamamı millî ülkünün yardımcılarıdır.
Erol Güngör, haklı olarak, Türklüğün ümmet mefkûresinin İslamlık olduğunu belirten Gökalp’ın ümmet programının siyasi değil kültürel olduğunun altını çizer. Güngör, onun İslam beynelmileliyetinin gerçekleşmesini İslam kavimlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarına bağladığını da ekler. Gerçekten de Gökalp’ın mezkûr eserinin “Milliyet ve İslâmiyet” başlıklı 11. kısmı şu şekildedir:
“İslâm âleminin son ümidi olan Osmanlı Devletini yüz seneden beri parçalayan manevî bir mikrop var. Bu mikrop şimdiye kadar Osmanlılığın düşmanıydı ve İslâmiyet’e büyük zararlar verdi. Fakat bugün artık İslâmların lehine dönerek yaptığı mazarratları (zararları) telafi etmeye çalışıyor. Bu mikrop milliyet fikridir. (…) Artık bu silâhı istimal etmenin (kullanmanın) sırası İslâm âlemine geldi.”
XX. yüzyılın üçüncü çeyreğinde, bilhassa 1970’lerde ve vefat ettiği 1983 yılına kadar Türk milliyetçiliğinin en önemli düşünürü olarak temayüz eden Erol Güngör’ün düşünce dünyasının temelinde Türk milletinin tarihî müktesebatına ve Türk-İslam medeniyetine olan derin iman yatar. İslam âlemi üzerinde Türk hâkimiyeti kurulduktan sonra bu medeniyeti Türkler temsil etmiş, diğer İslam kavimleri ona ciddi bir katkıda bulunmamıştır. Dolayısıyla ortada sadece Türkmedeniyeti ve onun en gelişmiş örneği olan Osmanlı medeniyeti vardır. “Dünyada Türkler kadar eski bir tarihe sahip olan pek az millet gösterilebilir.” diyen Güngör’e göre, “insanlığın ortak kıymetleri sayılmaya lâyık beşerî hasletleri, Türk kültürü kadar geliştirmiş ve yaymış başka bir kültür de yoktur. Batı ile bizim kadar uzun ve çetin mücadelelere girdiği hâlde bizim kadar ona mukavemet etmiş olan ve bu mukavemeti devam ettiren bir başka millet gösterilemez. Bu direnmenin sebebini Türk milletinin intibak kabiliyetindeki eksiklik yerine, Türk kültürünün çok sağlam ve köklü oluşu, hatta beşerî ve ahlâkî kıymetler bakımından batı medeniyetine üstün oluşu ile izah etmek daha doğru olur.”
Onun nazarında Türk tarihinin zirvesi Osmanlı Devleti ve medeniyetidir. Bunu, daha önce de çeşitli yazı ve konuşmalarımda tekrar ettiğim gibi şöyle dile getirmiştir:
“Türk milleti bu uzun tarihi boyunca kazandığı bütün gücünü ve tecrübesini birleştirerek Osmanlı imparatorluğunu kurdu. Bizim tarihimizin bütün evvelki safhaları bu büyük eserin meydana getirilmesi için yapılmış birer prova gibidir. Kurduğumuz bütün devletler Beethoven’ın ilk sekiz senfonisi gibi hepsi birbirinden güzel eserler olmuştur; fakat dokuzuncu senfoniyi dinleyen bir insan nasıl bütün diğerlerinin müzik tarihindeki en büyük eser için hazırlık olduğu intibaını alırsa, Osmanlı imparatorluğunu anlayan bir insan da bizim bütün devletlerimizin bu imparatorluk istikametinde birer ön çalışma gibi olduğunu görecektir.”
Tabii ki bu Türk ve İslam tarihiyle ilgili olarak yapılan bir yorumdur, dolayısıyla eleştiriye ve farklı değerlendirmelere açıktır. Bununla birlikte bu yorumun gerekçelerini ortaya koyarken atıfta bulunduğu özellik ve bilgiler, Güngör’ün Osmanlı tarihini Türk tarihi içindeki yerine koyarken sağlam bir bilgi temeline dayandığını gösterir. Fuad Köprülü’nün Osmanlı tarihini Türk tarihinin bütünlüğü içinde değerlendirme yaklaşımı ve Nihal Atsız’ın Türk tarihinde devamlılığa yaptığı vurgu onun bilgisi dâhilindeydi. II. Meşrutiyet Dönemi Türkçülerinin ve Ziya Gökalp’ın Osmanlı’da avam ile havasın farklı değerlere sahip olduğu şeklindeki görüşlerine de karşı çıkan Güngör, Gökalp’ı takdir etmekle birlikte Osmanlı-Türk medeniyeti ile halk kültürünün aynı kaynaklara dayandığını, halkın da üst tabakanın da aynı inanca sahip bulunduğunu, aynı dili konuştuğunu; eğitim kurumları olan medrese ve tekkelerin herkese açık olduğunu, halk çocuklarının buralarda eğitim gördüğünü ifade eder. Ona göre, “Aslı Türk olmayanları bile Türkleştiren Osmanlı kültürünü Türklere yabancı saymak kolay anlaşılır şey değildir.” Neticede ona göre, dönemin siyasi şartlarının izlerini taşıyan bu halk kültürü-yüksek kültür ayırımının medeniyet ve kültürümüzü izahta yetersiz kaldığı izahtan varestedir. Türk tarihinin bu altı asrı aşan döneminde Türklüğü ve Türkçeyi yaşatan ve günümüze taşıyan Batılı seyyah, yazar ve devlet adamlarının hükümdarına “Büyük Türk” dediği ve “Türk İmparatorluğu” olarak adlandırdığı Osmanlı Devletini, 19. yüzyıldan itibaren etkisini gösteren modern milliyetçilik anlayışıyla veya 21. yüzyılın bakış açısıyla Türklüğün dışında sayan aşırı yorumlar maalesef günümüzde milliyetçilik adına savunulabiliyor.
Millî şair Mehmed Âkif’in milliyetçiler ve milliyetçilik açısından yerini irdelediği bir yazıda merhum Güngör, bir sanatkâr veya mütefekkirin mutlaka bir ideolojik plana oturtulmaması gerektiğine işaret eder, Âkif’in İmparatorluk zamanında bayraktarlığını yaptığı İslamcılık ile günümüzdeki İslamcılığın aynı olmadığının altını çizerek onun Millî Mücadele yıllarındaki tavrı hakkında şunları söyler:
“Onun Millî Mücadele yıllarında halkı mücadeleye katılmak üzere ikna etmeye çalışırken kullandığı temalar hep İslâmî idi;(…) Fakat bir insan bütün bu sözleri ancak Türk câmilerinde, Türk halkına anlattığı takdirde, onlarda bir hareket uyandırabilirdi(…) Konuşan hatip gibi dinleyen halk da belki Türk kelimesini pek kullanmıyor, hatta kullanana bazan tuhaf nazarlarla bakabiliyordu. Ama ortada katıksız bir milliyetçilik olayı vardı. Bizim milliyetimizde İslâm’ın işgal ettiği yeri bilenler benim bu olay için kullandığım milliyetçiliğin tabirini hiç yadırgamayacaklardır.(…) Milliyetçilerin din anlayışı gibi modernleşme konusundaki fikirleri de diğer İslâmcılara nisbetle Âkif’e çok yakındır. Onun kadar millete mal olmuş bir kimse çok azdır (…) Âkif bu milletin duygularını ve özlemlerini dile getiren yüksek bir şahsiyet olarak Türk milliyetçiliğinin liderlerinden biri olmuştur.”
Bu alıntı, merhum Güngör’ün milliyetçilik anlayışının yanında Türk milletinin geçmişten tevarüs ettiği değerleri geleceğe taşımasının yolu ve yöntemi konusundaki yaklaşımını da izah eder: Geleneği süzerek, “asrın idraki”ne söyleterek geleceğe taşımak, millî kültürün değişerek devam edebileceği gerçeğini dikkate alarak modernleşmek. Nitekim 1980 yılında yayımlanan Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik adlı kitabında, Gökalp’ın kültür-medeniyet ayırımının içerdiği tezatlara değinir. Ona göre “Kültürle medeniyet arasında, başka bir ifade ile, hayatın manevi nizamı ile maddi nizamı arasında kesin bir ayırım yapamayız.”
İslamiyet’in Türk millî kültürünün ve Türk kimliğinin temel unsurlarından biri olduğuna inanan Güngör’ün hicri 15. yüzyıla giriş münasebetiyle hazırladığı İslam’ın Bugünkü Meseleleri (1981) ve ondan bir yıl sonra yayımlanan İslam Tasavvufunun Meseleleri kitapları o yıllarda büyük etki yapmıştı. Bu eserler Güngör’ün İslam tarihi ve medeniyeti hakkındaki bilgisinin derinliğini ortaya koyduğu gibi İslam dünyasındaki güncel fikrî tartışmaları da yakından izlediğini gösteriyordu. İslamiyet’e geçişin Türk millî karakteri için önemini vurgulayan Erol Güngör, bu değişmenin büyüklüğünün bizi daha önceki Türk kültürüne karşı körleştirmemesi gerektiğini, millî varlığımızın temel taşlarından olan dilimizin bu geçmişten intikal ettiğini, İslam öncesinde de Türklerin büyük bir medeniyet potansiyeli taşıdıklarını, Türklerin yerleşik medeniyeti ilk defa Anadolu’da görmediklerini, bununla birlikte Anadolu ve Rumeli’de meydana getirdikleri kültürel gelişme sürecinde Asya’dan ve İslam’dan aldıklarının yanında, mahallî kültürlerden az da olsa bazı unsurların alındığını belirtir.
Erol Güngör’ün 20. yüzyılın son çeyreğinden beri küreselleşme olarak ifade edilen olgunun millî kültür bakımından anlamını çok iyi ortaya koyduğunu ve bu çerçevede tek medeniyet iddiasına karşı çıktığını görüyoruz. İki kutuplu dünya düzeninin ortadan kalkmasıyla gündeme gelen medeniyet tartışmalarından önce konuyu Türk aydınlarının dikkatine sunması, dikkate şayan bir durumdur. “Milliyetçilik ve Medeniyetçilik” başlıklı yazısında millî kültürlerin insanların kaynaşmasına engel olduğu ve milliyetçiliğin ayırıcı bir ideoloji olduğu ve Batı medeniyetinin bütün dünyayı kapladığı iddialarının milliyetçilik hakkında yanlış telakkilerden kaynaklandığı kanaatini serd eder. Ona göre:
“Manâsını ve fonksiyonunu büyük ölçüde kaybetmiş şeylerin medeniyet adına empoze edilmesi medeniyete karşı en büyük kötülüğü teşkil eder. Milliyetçilerin millî kültür davası işte bu soysuzlaşmayı hedef tutmaktadır. Milliyetçilik, millî kültürü bizzat bir medeniyet kaynağı hâline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri hâlinden kurtarmak hareketidir. Binaenaleyh milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet dâvasıdır.”
Güngör’ün milliyetçilik anlayışı, “öteki”ne göre konumlanan bir yaklaşıma dayanmaz, Türklüğü, Türk milletinin çıkarlarını, şahsiyetini ve bağımsızlığını merkeze alır. 1981’de yayımlanan bir yazısında, o dönemde Avrupalıların Türkiye’de sol kesime sahip çıkarken milliyetçileri umacı gibi göstermelerini eleştirir ve milliyetçiliğin bağımsızlıkla ve şahsiyetli dış siyasetle ilişkisini şu şekilde açıklar:
“Milliyetçilerin Avrupa’ya karşı hiçbir zaman özel bir kinleri, bir düşmanlıkları olmamıştır (…) Ama milliyetçilik en üstün mânada vatanseverlik olduğu için, milliyetçiler vatan ve millet menfaatlerini daima ön planda tuttukça ister-istemez yabancı hegemonya teşebbüsleriyle zıt düşeceklerdir.(…) Biz Türk milliyetçileri, milliyetçiliğimize karşı yapılan suçlamaları şeref madalyası olarak taşımaya alışmış kimseleriz. Ancak dost olmadığımız çevreler lehimizde bulunur ve bize yardımcı olmaya kalkarlarsa o takdirde tuttuğumuz yolun doğru olduğundan endişe ederiz.”
Erol Güngör vefat edeli 40 yıl geçti. Aradan geçen zaman zarfında dünyada siyasetten teknolojiye kadar bütün alanlarda çok büyük değişmeler yaşandı. Şimdi “Dijital Çağ”ın meydan okumaları ile karşı karşıyayız. Bir ara adeta ölüm ilanları yayınlanan millî devlet ve millet kimlik yeni şartlara göre yeniden şekilleniyor, tanımlanıyor. Türk milliyetçiliği de özellikle genç nesillerin fikir ve zihin dünyasında yenileniyor ve bu kapsamda farklılaşan yorumlar ortaya çıkıyor. Öyle zannediyorum ki Güngör’den alacağımız en önemli ders, çağımızı iyi okumak, geleceğe dair sağlıklı öngörülerde bulunmak ve Türk milletinin uzun tarihî yolculuğunu bütünlük içinde kavrayıp sonraki menzillere gidecek yolları sağlam ve güvenli bir şekilde açmaya çalışmak olmalıdır. Yazıyı Güngör’ün fikrin, sanatın ve ilmî çalışmaların önemi hakkındaki şu sözleriyle bitirmek yerinde olacaktır:
“Medeniyetleri politikacılar yaratmaz; medeniyet âlimlerle sanatkârların işidir.”