II. Mehmed’in İlk Saltanatı
Fatih Sultan Mehmed 1432 yılında (27 Receb 835/30 Mart 1432), Sultan II. Murad’ın dördüncü oğlu olarak dünyaya geldi. 1443 yılı baharında henüz çocuk denecek yaşta iken iki lalasıyla birlikte şehzade sancağına gönderildi; 1444 yılı Temmuz ayında, Manisa’da iken babasının davetiyle tahta geçti. Babası onu gerek ilk kez tahta geçirirken ve gerekse önemli seferlerde yanında bulundururken, o sırada İstanbul’da bulunan taht iddiacısı Orhan adlı şehzadeye karşı oğlunun tahtın meşru varisi olma konumunu sağlamlaştırmaya çalışıyordu. Çünkü Osmanlı devleti henüz tam anlamıyla merkeziyetçi bir yapıya kavuşmadığı gibi saltanat verasetinde de kesin kurallar yoktu.
Ne var ki genç bir şehzadenin başa geçmesini fırsat addeden düşmanları yüzünden II. Murad tekrar devlet dizginlerini ele almak zorunda kalacaktır. Macarlar ve irili ufaklı müttefikleri, Bizans ve Papa’nın da teşvikleriyle, Edirne-Segedin antlaşmasını geçersiz sayarak Tuna’yı geçmişler Edirne üzerine yürüyorlardı. Şehzade Orhan Dobruca’da faaliyete geçmiş, genç sultan ise devlet adamları arasındaki rekabet yüzünden vaziyete hâkim olamamıştı. Çanakkale Boğazı Venedikliler tarafından ablukaya alınınca devlet adamlarının ve özellikle veziriazam Çandarlı Halil Paşa’nın telkinleriyle göreve çağrılan eski Sultan, büyük zorluklarla ve Cenevizlilere para ödeyerek İstanbul boğazını geçti. Sultan II. Mehmed ve Halil Paşa Edirne’de bırakıldı, II. Murad ise ordunun kumandanı sıfatıyla Varna’da düşman ordularını karşıladı.
10 Kasım 1444’de meydana gelen Varna meydan savaşı, Osmanlıların Balkanlardaki varlığının bir kez daha teyidi açısından son derecede önemli sonuçlar doğurdu. Osmanlı ordusu bir ara zor duruma düştüyse de, Sultan Murad’ın azmi ve Kral Ladislas’ın öldürülmesinin iki tarafın maneviyatı üzerinde yarattığı etki, savaşın Osmanlı lehine sonuçlanmasında rol oynadı. Varna zaferinden sonra bir müddet Edirne’de kalan Sultan Murad daha sonra Manisa’ya çekildi. Bazı tarihçiler Sultan Murad’ın Edirne’de kaldığı dönemde tekrar hükümdar olduğunu, oğlunu ikinci kez tahta çıkararak Manisa’ya geçtiğini iddia ederken bazıları da onun Edirne’de bulunduğu dönemde II. Mehmed’in hükümdar olduğunu, dolayısıyla ikinci kez tahta geçmesinin söz konusu olmadığını ileri sürer.
Her halükârda ihtiyatlı ve barışçı bir siyaset taraftarı olan veziriazam Çandarlı Halil Paşa ile genç padişahı fetihçi bir siyasete teşvik eden ve yakın geçmişte yaşanan olaylardaki rolü yüzünden Bizans üzerine gidilmesi gerektiğini savunan Zağanos Paşa arasındaki rekabet, II. Murad’ın 1446’da yeniden tahta oturması ve II. Mehmed ile Zağanos’un Manisa’ya gönderilmeleriyle sonuçlanacaktır. Bu süreçte, Sırp despotu, Karamanlılar ve Candaroğullarının Sultan Murad’a giderek şikÂyette bulunmaları etkili oldu. Ayrıca, yeniçerilerin çıkardığı ve maaşlarına zam yapılarak bastırılan bir isyan hareketi (Buçuktepe Vakası) de II. Mehmed’in otoritesini sarsmıştır.
II. Mehmed’in İkinci Saltanat Dönemi
18 Şubat 1451’de ikinci kez Osmanlı tahtına oturduğunda II. Mehmed, ilk saltanat deneyiminin acı hatıralarını unutmamış, ama ihtiyatlı hareket etmeyi de ihmal etmemiştir. Veziriazam Halil Paşa’nın gücünü bildiğinden onu makamında bırakmış, küçük yaştaki kardeşi Ahmed’i boğdurtarak, ileride herhangi bir mesele çıkmasını önlemek istemiştir. Bilindiği kadarıyla, henüz çok küçük yaşta olan bir şehzadenin “nizam-ı âlem” için katlinin ilk örneği budur. Gerçek iktidar, genç sultan ile en yakınları olan Şihabeddin Şahin ve Zağanos Paşaların elindeydi. Taht değişikliğini fırsat bilerek tekrar harekete geçen Karamanoğulları üzerine yapılan ve İbrahim Bey’in tekrar itaat arz etmesiyle neticelenen kısa bir seferden sonra Osmanlılar İstanbul’un fethi için hazırlıklara başladılar. Macar Saltanat naibi Jan Hunyad ve Sırp despotu ile anlaşmalar yapıldı. Venediklilerle ahidname yenilendi. Bizanslılara ise ellerinde tuttukları Şehzade Orhan’ın masrafları için gerekli tahsisatın verilmeye devam edeceği bildirildi.
Bizans’a gelince sınırları iyice daralmıştı. Sur içi dışında çok az toprağı kalmıştı. Latinlerin yardımını almak için kiliselerin birleştirilmesi konusunda yapılan çalışmalar içeride anlaşmazlıklara yol açmaktaydı. 1452 yılı Aralık ayında Papanın isteği üzerine İstanbul’a gelen Rum asıllı Polonya kardinali İsidore’nin öncülüğünde kiliselerin birliği kabul edilirken Bizanslı din adamı Gennadios ve Grandük Notaras buna muhalefet etmişlerdir.
Konstantiniyye’nin fethi Müslümanların öteden beri başarmayı arzu ettikleri bir hedefti. Osmanlılar açısından bakıldığında Anadolu ve Rumeli’de büyük bir devlete dönüşen bu güç açısından boğazların kontrolü önemli bir stratejik zorunluluktu. Osmanlı Devletinin Anadolu ve Rumeli topraklarının bütünleşmesi önünde bir mania (İstanbul, Silivri kalesi ile etrafında birkaç köy, Vize, Ahyolu ve Misivri kasabalarından oluşan bir Bizans). Cafer Çelebi’nin Mahruse-i İstanbul fetihnamesi’ne göre II. Mehmed şöyle ifade eder bunu: “Ne veçhi vardır ki anun gibi bir menzil-i şerif ve makam-ı latif benim vasat-ı memleketimde ve arsa-i vilayetimde olup dahi eyyam-ı devletimde küfr ocağı ve bâgiler yatağı ve dağiler durağı ola.” Burada aynı zamanda Bizans’ın Osmanlı saltanat meselesine müdahaleleri de bir sebep olarak zikredilmiş olur. Osmanlı ordularının Anadolu-Rumeli arasında geçişleri bakımından İstanbul boğazı son derecede önemlidir. Varna Savaşı öncesinde Haçlılar Çanakkale Boğazını ablukaya alınca Osmanlı kuvvetleri büyük güçlüklerle İstanbul Boğazından geçebilmiştir.
Gençliğinden beri bir cihangir olmanın hayalini kurar genç Şehzade. Özellikle Büyük İskender ve diğer hükümdarların hayatlarını okumuştur. Ahmedî’nin, Emir Süleyman’ın hizmetinde iken yazdığı ve son kısmı Osmanlılara dair olan İskendername adlı Türkçe kitaptan haberdardı Şehzade Mehmed. Yine İstanbul’daki sarayındaki kitapları arasında Flavius Arrianus’un yazdığı Büyük İskender tarihçesi de vardır. O büyük fatihlerin hayatlarını, kahramanlıklarını merak ediyordu ve onları geçmek istiyordu. Bizanslı yakınları onun dünyada tek imparatorluk, tek iman ve tek hükümdar olması gerektiğine inandığını, bunun için de en uygun yerin İstanbul olduğunu düşündüğünü ifade ederler. Yorgo (Georgios) Trapezuntios Fatih’e: Kimse şüphe etmez ki sen Romalıların imparatorusun diyordu. Tarihçi, Şeyhülislâm Kemalpaşazâde de onun için “Tedbiri cihangirlik zikrinde idi” der.
Konunun dinî cephesi malumdur. Bu açıdan da yeterli bir motivasyon vardır. Fatih İstanbul’u alma kararını açıkladığı mecliste şöyle der: “î’lâ-yı kelimetullah ve ihyâ-i minnet-i resulullah etmeye makdurumu sarf eyleyem, ta dünyada mucib-i zikr-i cemil ve ukbada bais-i ecr-i cezil vaki ola.” der. Fethi duyurmak için gönderdiği fetihnamelerde de bu hususu özellikle vurgular. Peygamberimizden Konstantiniyye’nin fethedileceğine dair nakledilen hadislerin en meşhuru mealen şöyledirşöyledir: “Konstantiniyye elbette fetholunacaktır. Onu fetheden emir ne güzel emir, onun ordusu ne güzel ordudur.”
İstanbul’u alarak bir önceki saltanat döneminin başarısız görüntüsünü silmek, çocukluğundan beri hedeflediği cihangirliği gerçekleştirmek arzusundaki genç hükümdar faaliyetlere başlar. İmparatorun Şehzade Orhan’ın tahsisatının arttırılmasını istemesi ve genç sultanın Rumeli hisarını yaptırmasına karşı çıkması ilişkilerde belli gerginliğe yol açtı. Genç sultan Rumelihisarı’nın inşası işini üç vezirine ısmarlamış ve Halil, Zağanos ve Saruca Paşalar yaptırdıkları üç burcun masraflarını kendi keselerinden karşılamışlardı(1452). Bu inşaata engel olamayacağını anlayan İmparator, çevredeki Rumların zarar görmemesi için Sultandan ricada bulunmuştu. Henüz açık bir savaş ilanı olmamakla birlikte bunun için bir bahane her zaman çıkabilirdi. Nitekim Bizans tebaası köylülerle(veya çobanlarla) Türk askerleri arasında çıkan bir münakaşa sonrasındaki gelişmeler bu bahaneyi sağladı. İmparator şehrin kapılarını kapatarak İstanbul’daki Türkleri esir etti. Sonradan özür dileyip bunları bıraktıysa da artık savaş kaçınılmaz hale gelmişti.
Öte tarafta ise Macar asıllı Urban adlı bir ustaya büyük bir top yaptırtan Sultan Mehmed, kentin haritası başında kuşatmanın bütün ayrıntılarını planlamıştır Rumelihisarı ile Bizans’ın deniz bağlantılarını büyük ölçüde kesen genç Sultan nihayet İstanbul’un savaşsız teslimini talep etti. Bu talebin reddiyle de 6 Nisan’dan 29 Mayıs’a (1453) kadar sürecek olan 54 günlük kuşatma başladı.
Muharebe Safahatı ve Karadan Gemi Yürütülmesi
Surların koruduğu kentin savunmasını top ateşinin gücü ve havaleli kaleler, yer altından açılan lağımlar gibi çeşitli etkenlerle zayıflatmak planlanmıştı. Takriben 100.000 kişilik Osmanlı gücü karşısında 10.000 kadarı savaşçı, kalanları eli silah tutan halk olmak üzere 40-42.000 kişilik bir savunma kuvveti vardı. Kuşatmanın başarısız bir görünüm arz ettiği bir sırada Haliç’i baskı altına almak için daha önceden hazırlanmış gemiler karadan yürütülerek Haliç’e indirildi. (Bu olayın tam olarak nasıl vuku bulduğu tartışmalıdır. Bizanslılar gemileri birden karşılarında gördükleri için şaşırmışlardır. Tabii ki olayın hazırlıkları uzun sürmüş olmalıdır. Gemilerin güzergahı Bizanslıların dikkatinden uzak bir yer olmalıdır. Bunun için Emecen Osmanlı donanmasının üslendiği Beşiktaş koyu ve Kabataş’a kadar uzanan kesimi önerir. Kaynaklarda Galata üstünden, Galata ensesinden 50-60 pare geminin karadan aşıp yelken açtığı zikredilir. Emecen’in karşılaştırmalı analizinin sonucuna göre, Beşiktaş koyunun ilerisinde muhtemelen dere yatağında inşa edilen gemiler daha önce hazırlanan yoldan çekilip bugünkü üçüncü Haliç köprüsü civarında Eyüp karşısındaki bir mevkide surların karşısında denize indirilmiştir) Neticede bu gemiler Bizans ve Latin müttefikleri arasında şaşkınlık ve korku yarattı.
Kuşatma sırasında zaman zaman ümitsizlik de yaşanmıştır. Bu konuda Fatih’in Hocası Akşemseddin’in rolü öne çıkar. O, Ebu Eyyub el-Ensari’nin mezar yerini keşfetmesiyle önemli rol oynadığı gibi Ceneviz gemilerinin Haliç’e gerilen zinciri aşması üzerine maneviyatı bozulan genç sultanı teşvik edici sözler söylediği de anlaşılmaktadır. Akşemseddin’in Fatih’e gönderdiği belirtilen mektupta umutsuzluğa düşülmemesi, gevşeklik gösterenlere karşı sert ve kararlı davranılması tavsiye edilmektedir.
Fetih
Toplarla kuşatmanın şiddetlendirmesi ve neticede 29 Mayıs sabahı yapılan genel saldırı ile İstanbul ele geçirildi. Şehre girdikten sonra yağmayı durduran ve Hıristiyanlara can ve mallarının güvende olduğunu bildiren II. Mehmed, Cuma günü ikinci girişinde Ayasofya’da namaz kılarak gelenek uyarınca burayı cami haline getirdi. Şimdi o artık yıllardır Müslümanların hayallerini süsleyen Konstantiniyye’nin fatihi idi.
Genç sultan, İstanbul fatihi olarak artık çok kudretli ve itibarlı bir mevki kazanmıştı. Doğunun ve Batının bu genç hakanının fetihten sonraki ilk icraatı arasında ilk saltanatındaki tavrını hiçbir zaman hazmedemediği veziriazam Çandarlı Halil Paşa’yı tasfiyesi özellikle dikkat çekicidir. Önce azil ve hapis ettiği Halil Paşa’yı bir süre sonra- muhtemelen bir tepki gelmemesinin de verdiği cesaretle-, rüşvet ve düşmanla işbirliği iddialarıyla idam ettirdi. Bundan sonra veziriazamlık makamına, son veziriazamı Karamanî Mehmed Paşa hariç, kul kökenli vezirleri getirerek mutlak iktidarını pekiştiren II. Mehmed, Halil İnalcık’ın yorumuyla, İmparatorluğun hakikî kurucusudur.
Fethin-Sonuçları ve Yankıları
Bunları başlıca üç noktada toplayabiliriz.
1-Devletin bütünleşmesi ve cihan devletine dönüşmesi
2-Anadolu Türk beylikleri ve İslam dünyasında itibar
3-Avrupa’daki etkileri
O devrin uygulamaları gereğince üç gün yağma edilebilecek olan İstanbul’a girer girmez yağmayı durduran ve yeni başkentini ihya için hummalı bir faaliyeti başlatan genç hükümdar Anadolu’dan göçlerle Türkleştirdiği bu kentin ticarî ve iktisadî açıdan kalkınması için de çeşitli gayrimüslim unsurların iskânını da teşvik etmiştir. Vakfiyesinde imar ve inşa faaliyetlerini büyük cihad (cihad-ı ekber) olarak tanımlayan Sultan Fatih yeni başkentinde iki saray (Eski Saray ve Topkapı Sarayı) ile meşhur külliyesini inşa ettirmiştir.
İstanbul’un fethi muasır Türk kaynaklarında genellikle kısaca geçiştirilmiş, ayrıntılı gibi görünenlerde ise fazla bilgi verilmemiştir. Memluk sultanına, Mekke şerifine, Karakoyunlu Cihanşah’a fetihnameler gönderilmiştir. Bunlarda olay hakkında fazla bilgi verilmez, şu konulara dikkat çekilir: Fetih klasik gaza geleneği çerçevesinde açıklanır. İslam dünyasındaki manevi önemine (hadislere atfen)ve coğrafi açıdan fethedilmesinin zaruretine vurgu yapılır. İkinci olarak şehrin deniz ve surlarla çevrili olmasından ve çeşitli milletlere mensup sayısız asker bulunmasından dolayı fethinin ne denli zor olduğunun altı çizilir. Üçüncü olarak da fethin ulema ve vüzeranın mutabakatı ile gerçekleştiği belirtilir. Olayın kendisi hakkında kuşatma için 23 Martta (12 R.evvel 857, Cuma günü) hareket edildiği, 6 Nisan’da İstanbul önlerine ulaşıldığı (Cuma), teslim teklifi kabul edilmeyince hücuma geçildiği ve 54 gün sonunda 29 Mayıs Salı günü (20 Cumadelula 857) fethin müyesser olduğu belirtilir.
Fatih, İstanbul’un fethi ile ilgili olarak Memluk Sultanı’na yazdığı mektuba besmele ile başlıyor ve bazı ayet ve hadislerden sonra İslâm ülkesi arasında bir küfür beldesi olarak kalan İstanbul’un fethinin gerekliliğini belirtiyor. Kendisinden öncekilerin şehri çevreleyen sağlam surları aşamadıklarını, ama şehrin fethine dair Peygamber müjdesi olduğunu ve gereken hazırlıkları yaptıklarını ve yaklaşık 54 gün savaştıktan sonra 20 Cumâdelula 857 Salı günü sabaha doğru güneş doğarken fethin nasip olduğunu yazıyor.
Fethin Ortaçağı kapatıp Yeniçağı açması çok vurgulansa da Avrupa’da Yeniçağ’ın doğuşunun temelinde 15. Asırda yaşanan değişik gelişmeler ve hatta hümanizmaya uzanan bir arka plan vardır. İstanbul’un fethi, Osmanlılar açısından özellikle manevî yönüyle önemlidir. Avrupa’da Haçlıları bir üsten mahrum ederek onların maneviyatını bozmuş, İslam dünyasında ise büyük bir sevinç ve memnuniyet yaratarak Müslümanlar nezdinde Osmanlıların itibarını üst seviyeye çıkarmıştır. Karadeniz ile Akdeniz bağlantısının tam bir denetim altına alınması ticarî açıdan hatırı sayılır bir önemi haizdi. Doğu Roma’nın topraklarına sahip olan Fatih artık kayserin tahtına sahipti ve şahsında İslam, Türk ve Roma hükümdarlık geleneklerini birleştirmişti.
Fatih devrinde İstanbul’un imar ve iskânı meselesi gerçekten de başlı başına mühim bir meseledir. Savaşı “küçük cihad” olarak gören, “büyük cihad”ın insanların gönlünü kazanmak ve medeniyet inşa etmek olduğunun bilincinde olan Fatih İstanbul’u bir cihanşümul imparatorluğun merkezi, bir Türk-İslam kenti olarak yeniden kurmaya büyük önem atfetmekteydi. Vakfiyesinde geçen şu beyit Fatih’in medeniyet anlayışı bakımından çok anlamlıdır:
“Hüner bir şehir bünyâd itmekdür/Reâyâ kalbin âbâd itmekdür”
Sonuç olarak belirtmek gerekir ki, Ebu’l-Feth Sultan Mehmed Han, birikimi ve ufku ile bir cihan hükümdarı olmayı hedeflemiş ve bunu başarmıştır. Çağının ötesine bakmayı bilen, açık fikirli, sanata ve bilime düşkün, bilgiye ve teknolojiye büyük önem atfeden bir devlet adamıydı. Büyük bir komutan, askerî deha olan Sultan aynı zamanda divan sahibi bir şair, bilim adamlarıyla ilmî ve felsefî konuları müzakere edecek kadar donanımlı bir entelektüeldi. Osmanlı devletini bir cihanşümul imparatorluğa dönüştüren Fatih, merhum İnalcık’ın ifadesiyle İmparatorluğun hakikî kurucusudur, Türk tarihinin en mümtaz birkaç büyüğünden biridir. Dünya çapında bakıldığında da sayılı büyük kumandan ve devlet adamlarından biri olduğu muhakkaktır.