Türkiye birkaç yıldır yoğun bir seçim atmosferi yaşadı. Seçmen 7 Haziran’da iktidar partisine ve muhalefete önemli mesajlar vermişti. 7 Haziran seçimlerinden sonra adeta hükümet kurmamak için yapılan nafile görüşmeler sırasında ve sonrasında; terörün yeniden çirkin ve kanlı yüzünü göstermesi, kutuplaşma ve psikolojik ayrışmanın giderek derinleşmesi karşısında Türk milletini ve Türkiye’yi düşünen herkese büyük ve ağır sorumluluklar düştüğü apaçık bir gerçekti. Seçimlerin tekrarlanması sürecinde bu mesajların özellikle muhalefet tarafından layıkıyla değerlendirilemediği ve önemli bir fırsatın kaçırıldığı aşikârdır.
Tarihte önemli ve büyük dönüşümlerin, ancak zuhur eden fırsatların zamanında değerlendirilmesiyle gerçekleştiği açık bir hakikattir. Muhalefet partileri Türkiye’de kutuplaşma ve psikolojik ayrışmayı yumuşatıp hukuk devletini yeniden inşa etmek istikametinde bir strateji geliştirebilirlerdi, ama bu olmadı. Temennimiz, Ak Parti liderliğinin bu süreci doğru değerlendirip bugüne kadar izlenen gerilim politikası yerine, Sayın Başbakanın balkon konuşmasında işaret ettiği çerçevede, bütün milleti kucaklayarak hukuk devletini yeniden inşa edici bir tutum sergilemesidir.
Stratejisini, seçimden sonra koalisyon kurmak yerine yeniden tek başına iktidar olmak amacıyla tekrar seçim yapmak üzerine kuran Ak Parti yönetimi; süreç içinde kendisine sarı kart gösteren milliyetçi seçmene terörle mücadelede sergilediği tutumla, Güneydoğu’da kaybettiği seçmene de PKK’nın sükûnet ortamını suistimal ettiğini ortaya koyan bir yaklaşımla cevap verdi. Yeniden tek başına iktidar hedefi ve koalisyon kurmadaki isteksizliği açık olmasına rağmen toplum algısını da iyi yöneterek “istikşafî” koalisyon görüşmeleri yaptı. Buna mukabil özellikle MHP’nin tutumu “hayırcı”lıkla damgalanarak kaybedilen milliyetçi seçmenlerin yeniden kazanılması hedeflendi. Bu süreçte, seçimin hemen ardından, kurucusu ve doğal lideri olduğu partiyi tek parti iktidarı doğrultusunda yönlendiren Sayın Cumhurbaşkanının etkisi de herkes tarafından kabul edilmektedir.
Terör olayları, Suruç ve Ankara katliamlarıyla Türkiye’nin istikrarsızlaştırılmaya ve Suriye’ye döndürülmeye çalışıldığı algısı toplumda büyük bir tedirginlik yarattı. Hükümet teröristle anladığı dilden konuşmaya başladığına toplumu ikna etti. Ekonomide bazı olumsuz sinyaller de geniş kitleler açısından alarm verici idi. “Kamu düzeni, huzur, refah ve istikrar” kavramlarını odağa koyan Ak Parti toplum algısını da başarıyla yöneterek hedefine ulaştı.
Seçim sonuçları net bir şekilde Türk milletinin iradesini istikrar ve güvenlikten yana koyduğunu göstermektedir. Alternatif yokluğu algısı, bu istikrarın adresinin ülkeyi 13 yıldır yöneten AKP olmasını sağladı. Güvenlikçi siyaset diye eleştirilen terörle mücadelenin gerekliliğini hükümete hatırlatan millî irade, aynı zamanda ülkenin uzun süre geçici hükümetlerle yönetilmesinden duyduğu rahatsızlığı da açığa vurdu.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, 7 Haziran seçimleri; 13 yıldır iktidar olan, yıpranan, kendi içindeki çatışmaları kamuoyunun önünde cereyan eden kadrolara karşı halk, diğer partilere iktidara ortak olma fırsatını sunmuştu. 7 Haziran’ı Ak Parti için sonun başlangıcı olarak yorumlayanlar da oldu. Ancak, şurası açık ki, bunun olabilmesi için toplumda yeni bir dip dalganın doğmasını sağlayacak alternatif(ler)e ihtiyaç vardı. İbn Haldun terminolojisiyle, asabiyesi güçlü yeni bir unsurun sahne alması şarttı. Bu olmayınca, omurgası kültürel kodlara, millî-manevi değerlere dayanmakla birlikte geniş manada milliyetçi-muhafazakâr seçmen kitlesi, ekonomi ve güvenlik parametreleri çerçevesinde yeniden Ak Parti’ye teveccüh gösterdi. AKP oylarını yüzde 40.8’den yüzde 49.4’e, CHP yüzde 24.9’dan yüzde 25.4’e çıkartırken MHP yüzde 16.3’den yüzde 11.9’a, HDP ise yüzde 13.2’den 10.7’ye geriledi. Bu defa ayrı ayrı seçimlere giden Saadet ve BBP seçmeninin önemli bir kısmının da AKP’ye yöneldiği anlaşılmaktadır.
Seçimlerin kazananı açık bir farkla Ak Parti oldu. Diğer partilerin 7 Haziran ve 1 Kasım seçim sonuçlarını ve arada yaşananları çok iyi bir şekilde değerlendirmesi elzemdir. Millî iradenin tecellisini, haklı yönleri olsa da sadece algı operasyonlarına bağlama kolaycılığı yerine ortalama yurttaşın temel dert ve sıkıntılarını, beklentilerini anlamaya çalışmalıdırlar.
CHP yönetimi, koalisyon görüşmelerindeki bütün ılımlı ve olumlu tutumuna rağmen neden aynı oy oranında çakılı kaldığını iyi sorgulamalıdır. Klasik CHP seçmeninin dışına çıkmak için yapılan bütün girişimlerin neden cevapsız kaldığı, iyi analiz edilmelidir. MHP’nin oylarındaki gerilemede, bir Ak Parti-MHP koalisyonunun kurulamayacağını düşünen milliyetçi seçmeninin bir bölümünün AKP’nin tek başına iktidar olmasını tercih etmesi etkili olmuştur. Bu iki partinin, çelik çekirdeklerinin dışındaki geniş seçmen kitleleri arasındaki geçişkenlik bütün araştırmalarda ortaya konulduğuna göre, MHP yönetiminin bundan sonraki stratejisinde bu hususu çok daha dikkatli bir şekilde değerlendirmesi gerekecektir.
Seçimlerde dördüncü olmakla birlikte milletvekili sayısında üçüncü olan HDP eşbaşkanlarının kendilerinin saldırı altında olduğu, hiç kampanya yapmadan bu oyu aldıklarını ifade etmeleri ise milletin aklıyla alay etmekten başka bir şey değidir. Söz gelimi, Diyarbakır’da yüzde 70, Hakkâri’de yüzde 80’in üzerindeki oy oranlarının salt vatandaşların özgür iradesiyle ortaya çıktığı iddiası ne derecede inandırıcıdır? Gönüllü olarak bu partiye oy verenler olduğu gibi oy vermek zorunda bırakılanlar olduğu da herkesin birldiği bir gerçektir. Buralarda HDP’nin mitinglerine ihtiyaç yoktu, YDG-H denilen çeteler, vatandaşı usulünce ikna (!) ediyordu. Yeni hükümetin yapması gereken işlerin başında bu çeteleri tamamen etkisiz hâle getirmek ve bölge insanını bu tehditle birlikte yaşamaktan kurtarmak olmalıdır
Netice itibariyle ülkemizi 13 yıldır yöneten Adalet ve Kalkınma Partisi, yüzde 50’ye yakın bir oy oranıyla yeniden tek başına iktidara gelmiştir. Seçim sonuçlarının hayırlı olmasını diliyor ve bundan sonra ülkemizi bekleyen ciddi sıkıntılar konusunda görüşlerimizi paylaşmayı da bir görev addediyoruz.
Türk devletinin bütünlüğü ve bekası, hem içeriden hem de dışarıdan tehdit altındadır. Seçmen davranışında bu beka endişesinin oynadığı rol, kilit önemdedir. Bu durumda, Türkiye öncelikle kendi birliğini ve bütünlüğünü tehdit eden terör örgütünü etkisiz hâle getirmeli, sonra da güneyimizden gelen her türlü tehlikeyi bertaraf edecek caydırıcı tedbirleri geliştirmelidir.
Bu çerçevede, seçimden sonra kurulacak hükümetin temel hedefleri; Türkiye’nin en temel ve acil sorunlarına çözüm getirmek, millî devleti ve millî birliği güçlendirmek “çözüm süreci”nin olumsuz etkilerini bertaraf etmek, hukuk devletinin yeniden inşasını gerçekleştirmek olmalıdır. Türkiye’de millî birlik ve kardeşliği değil, çözülmeyi ve ayrışmayı getirecek yaklaşımların ve sürekli taviz siyasetinin yanlışlığında kesin bir mutabakat sağlanmalıdır.
Seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz çözüm sürecinin yeniden başlayacağına dair açıklamalar gerekli dersin alınmadığı endişesine yol açmaktadır. Türkiye’nin meselelerinin çözüm adresi ne İmralı ne Kandil ne de Oslo’dur. Yeni kurulacak hükümet, yüzde 98’i Meclise yansıyan millî iradeyi dikkate almalı, Meclis dışında mekanizmalara itibar etmemelidir.
Kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı söylem ve eylemlere son verilmeli, hukuk devletinin tahrip edilmesine yol açan yaklaşımlara itibar edilmemeli, suç işleyenlere karşı olağan dışı usullerle değil hukuk içinde mücadele esas alınmalıdır. Yönetimde “adalet, ehliyet ve liyakat” ilkelerine sözde değil özde riayet edilmelidir.
Ülkede yaşanan terör eylemlerine karşı en sert ve tavizsiz şekilde mücadele edilirken bunu milletimizi oluşturan unsurlardan birine yönelik bir hareket olarak yorumlayan ve gösterenlere karşı da halkımız sağlıklı bir şekilde bilgilendirilmelidir. Biz öteden beri “çözülme”ye yol açacağı endişesiyle yöntemini eleştirdiğimiz “çözüm süreci”ne “barış” kelimesini ekleyenlere itiraz ettik ve dedik ki, bu ülkede Türk-Kürt savaşı yok, kavgası yoktur. Elbette ki problemler olmuştur ve olacaktır. Önemli olan bunları, adalet ve hakkaniyet ölçüleri, millî devlet ve üniter yapı içinde çözmektir.
İçerideki hadiseyle iç içe olduğu için Orta Doğu politikasıyla ilgili olarak da belirtmek gerekir ki, Orta Doğu’da yaşanan kargaşada mağdur olanların hepsi bizim kardeş ve akrabalarımızdır. 1990’larda başlatılan medeniyetler savaşının İslam coğrafyasına medeniyet-içi çatışma olarak transfer edilmesi sonucunda kardeş unsurlar arasında sokulan nifak, uzun vadede sadece büyük güçlerin ve İsrail’in çıkarlarına hizmet edecektir. Son dönemde Rusya ve İran’ın müdahalelerinden sonra bölgede dengeler yeniden kurulmaktadır. Bu alandaki politikamızı bu temel ve basit gerçeğe göre yeniden gözden geçirip şekillendirmeli, özellikle Irak ve Suriye’deki Türkmen varlığının geleceği garanti altına alınmalıdır.
Allah aziz Türk milletinin yâr ve yardımcısı olsun.