Aziz Türk Ocaklılar,
2017 yılında yaptığımız istişare toplantısı ve bölge toplantılarından sonra 2018’de sizlerle yine bir istişare toplantısında birlikteyiz. Hepiniz hoş geldiniz. Sizleri ve sizlerin şahsında camiamızın bütün fertlerini muhabbetle, saygıyla selamlıyorum. Bu toplantının, Türk Ocakları ve Türk milleti için hayırlı sonuçlar doğurmasını dileyerek sözlerime başlıyorum.
Öncelikle bir hafta önce ebediyete uğurladığımız Kadıköy Şubesi Başkanımız, gönül insanı, dava adamı, tevazu timsali, diğerkâmlık örneği sevgili Prof. Dr. Acar Sevim Hocamıza Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Mekânı cennet olsun. Başımız sağ olsun. Türk Ocaklarının 12 Eylül sonrasında yeniden faaliyete geçmesinde öncülük eden birkaç kişiden biri olan, çok değerli dostum, arkadaşım, merhum Ayvaz ağabeyimizin kardeşi, sevgili Ender Gökdemir’i iki hafta önce beka âlemine uğurladık, rahmet olsun. Temmuz ayında Hakk’a yürüyen Balıkesir Şubemiz başkanlarından İsmail Acar’a rahmet diliyorum. Hanımlar Kurulumuzda görev yapmış olan Gürsel Çiçek ve Nilgün Birdoğan’ı rahmetle anıyorum. Yine, 6 Ocak 2018’de beka âlemine göçen değerli büyüğümüz, Türk Ocağına çeşitli kademelerde hizmet ettikten sonra Genel Başkan yardımcılığı görevini uzun yıllar yürütmüş olan Yücel Hacaloğlu ağabeyimizi de sevgi, saygı ve rahmetle yâd ediyorum. Burada adını anmadığım ama bu yıl içinde vefat eden bütün Ocaklıları, şehitlerimizi ve bütün geçmişlerimizi rahmetle anıyorum.
Değerli Gönüldaşlarım,
Dünyanın, bölgemizin ve ülkemizin 1990’lardan günümüze uzanan süreçte, kargaşa içindeki yeniden tanzimi operasyonları devam ediyor. Ekonomiden eğitime, çevre sorunlarından alternatif enerji kaynaklarına, tarım politikalarından sağlıktaki gelişmelere pek çok değişik alanda yeni gelişmeler, yeni sorunlar ortaya çıktığı gibi, yeni çözüm arayışları da devam ediyor. Bizler, bir kültür ve mefkûre ocağının mensupları ve gönüllüleri olarak kendi yolumuzda, toplumu bu meselelere dair bilgilendirme, geleceğimizin güvencesi gençlerimizi bilinçlendirme ve yetkilileri uyarma görevlerimizi elimizden geldiğince ifa etmeye gayret gösteriyoruz.
Burada bir istişare toplantısı yapıyoruz. Bu vesileyle sizlere, gündemdeki bazı olay ve gelişmelerle ilgili görüş ve kanaatlerimi açıkladıktan sonra bu konulardaki fikirlerinizi dinlemek istiyorum. Bu toplantının ilk bölümünde bunları konuşacağız. Daha sonra teşkilat meseleleri yani Genel Merkez ve Şubeler arasında iletişim, eş güdüm, yapılan faaliyetlerin durumu vb. konuları da görüşeceğiz. Onun için bu oturumda, Türkiye ve dünya meseleleri hakkında görüş açıklamak isteyenlere söz verilecek; Şubelerin faaliyetleri ve sorunları daha sonra değerlendirilecektir.
Türkiye’de son günlerde en çok tartışılan konular; Cemal Kaşıkçı cinayeti ve bunun bölgemiz ve dünyadaki yeniden yapılanmayı nasıl etkileyeceği; 2013 yılında alınan “Öğrenci Andı”nın kaldırılması kararını, Türk-Eğitim-Sen’in başvurusu üzerine Danıştay 8. Dairesinin yaptığı değerlendirme sonucunda iptal etmesi üzerine başlayan “Türklük” tartışması; ekonominin gidişi ve son olarak, fazla tartışılmasa da Millî Eğitim Bakanlığının açıkladığı yeni vizyon belgesidir. Tabii bunların yanında, yaklaşan mahallî seçimler dolayısıyla Cumhur İttifakı içinde ortaya çıkan tartışmalar da var. Ancak biz, parti siyaseti konularını değil ant ve kimlik tartışmasının yanında ülkenin temel meselelerini yani ekonomiyi, eğitimi, Suriye’deki gelişmeleri ele alacağız. Türk Ocağı olmanın tabii bir gereği olarak da Türk dünyasında yaşanan bazı gelişmeleri, özellikle Doğu Türkistan meselesini de değerlendirecek ve yarın bu konuda, Doğu Türkistan’la ilgili derneklerle birlikte bir basın toplantısı düzenleyeceğiz.
Öğrenci Andı
“Öğrenci Andı” konusunda, Danıştay kararının hemen akabinde gerek şahsen gerek Türk Ocakları Genel Merkezi olarak sosyal medya hesaplarımızdan yaptığımız açıklamalarla görüşümüzü belirttik. Açıklamamızda özetle şunları vurguladık:
“Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği'nin ‘Öğrenci Andı’ başlıklı 12. maddesini, 08 Ekim 2013 tarihinde yürürlükten kaldıran düzenlemenin iptali istemiyle Türk Eğitim-Sen tarafından açılan davada, Danıştay 8. Dairesi, 24.04.2018 Tarihli, 2013/10501 Esas, 2018/2319 Karar Sayılı kararı ile işlemi iptal etmiştir.
Danıştay kararında, ‘Andımız’ metninin Anayasa’mız ve millî eğitim sistemimizin temel amaç ve ilkeleriyle uyumlu olduğu, ‘Ant’ın kaldırılması için pedagojik ve yasal gerekçeler gösterilmediği ve dolayısıyla ‘Öğrenci Andı’nın kaldırılmasının haklı gerekçelere ve hukuki temellere dayandırılmadığı ifade edilmiştir.
‘Öğrenci Andı’nın kaldırılmasının, sözde ‘çözüm ve barış süreci’nde birtakım bölücü çevreleri memnun etmek için yapılmış yanlışlardan biri olduğu unutulmamalıdır.(…)
Danıştay kararı, Türkiye’nin yaşadığı bu gerçeklerin doğal bir sonucudur. Bu kararı büyük bir memnuniyetle karşılıyor ve alkışlıyoruz. Bin yıldır kesintisiz siyasi egemenliğimizi sürdürdüğümüz, bizzat Haçlıların ‘Türkiye’ adını verdikleri bu aziz vatan topraklarında Türk’ün adını gizlemek, yok saymak düşmanlarımızı cesaretlendirmekten başka bir işe yaramaz.
Danıştay kararına itiraz edenlerin çoğunun temel sorunu, metindeki ‘Türklük’ vurgusudur. Buna ek olarak bazı çevrelerin Atatürk’e duydukları nefret de belirtilmelidir.
Türk’ün bir etnik grup değil, tarih içinde yoğrulmuş büyük bir millet olduğunu hâlâ anlayamayan veya anlamak istemeyenler var. Öğrencilere millî şuur ve özgüven kazandırmak için eğitim ve öğretimde yapılan öğrenci andı uygulamasının ırkçılık veya faşizmle hiçbir ilgisi yoktur. Milletimizin adı Türk, vatanımızın adı Türkiye’dir.” (Basın Açıklaması, 21 Ekim 2018)
Bu tartışmada, mesele siyasilerin beyanlarıyla farklı yerlere çekildi. Danıştay konuyu, Anayasa ve kanunların kendisine verdiği yetki ve sorumluluk çerçevesinde ele almıştır. Bu arada, Türkiye gazetesinde Yıldıray Oğur’un yazdığı bir yazıdan hareketle “Öğrenci Andı”nın ilk şeklinin müellifi Dr. Reşit Galip’in kişiliği, Hamdullah Suphi ile tartışması, Türk Ocaklarını kapatması, Zeki Velidi Togan’ın yurt dışına çıkmak zorunda kalmasındaki dahli gibi hususlar ileri sürülerek Türk milliyetçilerinin böyle bir adamın yazdığı metni nasıl savunabildiği soruldu. Tabii bu muhakemeye karşı söylenecek çok şey var. Ama ben, burada birkaç hususu belirtmekle yetineceğim:
1. Yıldıray Oğur ve onun gibi propaganda yapanlar, Türk Ocaklarının 1931’de fiilen kapatılması (Fiilen diyorum, çünkü buradaki hazırunun çok iyi bildiği gibi hukuken kendisini feshetmiştir.) yüzünden el konulmuş mal varlığının iadesi için herhangi bir girişimleri, yazıları veya eylemleri olmuş mudur? Kendileri hayatlarının herhangi bir döneminde Türk Ocaklarının fikriyatı doğrultusunda yazı yazmış, icraatta bulunmuş mudur?
2. Öğrenci Andı tartışmasının Reşit Galip’in kişiliği ve eylemleri etrafında ele alınması, yöntem açısından doğru değildir. Asıl önemli olan metnin muhtevası, anlamı, işlevi ve pedagojik değeridir. Çocuklarımızın millî duygularını uyandırmak ve güçlendirmek açısından bu andın okullarımızda yeniden okunmasını önemli ve gerekli görüyoruz. Bazıları metnin etnik bir anlayışı yansıttığını iddia ediyor. Gerek 1924 Anayasası gerekse bugünkü Anayasa’mız, Türk kavramını etnik temelde değil vatandaşlık temelinde tanımlamıştır.
3. Türk Ocaklarının 1931’de kendisini feshetmek zorunda kalması meselesine gelince şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki bu süreçte Reşit Galip de dâhil bazı kişilerin şu veya bu şekilde rolleri olsa da bunlar esasa taalluk etmez. Reşit Galip, Türk Ocaklarını kapatacak yetkiye de güce de sahip değildi. Tek Parti rejiminin güçlenmesi sürecinde, 1927’de CHP ile ilişkilendirilen Türk Ocağı giderek güç kazanmış; şube ve üye sayısını arttırmıştır. Ancak, Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyiminin CHP’den duyulan memnuniyetsizliği açığa çıkarması, Türk Ocağının bazı şubelerinin Serbest Fırka lehinde olması, iç siyaset bakımından Türk Ocağının âdeta potansiyel bir rakip olarak görülmesine yol açtı. Yine aynı dönemde iyi ilişkiler içinde bulunduğumuz Sovyetler Birliği’nin, Türk Ocaklarının Türkçü görüşlerinden rahatsızlık duyması da önemlidir. İşte bunun gibi iç ve dış sebepler dolayısıyla görünüşte millî kuvvetleri bir çatı altında toplamak gerekçesiyle Türk Ocaklarından kendini feshetmesi istenmiştir. Türk Ocaklılar, dönemin
şartlarında gerçekleşen bu durumu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Bu dönemde mal varlığı CHP’ye devredilen Türk Ocakları, çok partili siyasi hayata geçilmesiyle birlikte yeniden açılmış ve 1949’dan bu yana, darbe ve ihtilal dönemleri hariç, faaliyetini sürdürmektedir. Bu arada şunu da eklemeliyim: Mal varlığımıza el konulmasıyla önce CHP’ye daha sonra da Hazine’ye intikal edip bugün hâlâ ayakta duran bazı şube binalarımız bir yana, Genel Merkez olarak yapılan ve hâlihazırda Resim ve Heykel Müzesi olarak kullanılan tarihî binamızın Ocağımıza iade edilmesi için bugüne kadar yapılan girişimlerden herhangi bir sonuç alınamamıştır.
Kimlik, Türklük ve Türkçülük
Son günlerde Öğrenci Andı vesilesiyle tekrar “kimlik” ve “Türkçülük” konusu gündeme geldi. Türkçülüğün ne olup ne olmadığı elbette farklı açılardan tartışılabilir ve bu konuda farklı anlayışlar da olabilir. Ancak, Türk Ocaklarının bu konudaki anlayışı, Türkçülüğün fikir babalarından ve Türkçülüğün Esasları’nı yazan merhum Ziya Gökalp’ın çizdiği çerçeveyi esas alır. Elbette geçen zaman içinde Gökalp’ın birtakım fikirleri konusunda eleştiriler getirilmiştir, bunlar da gayet tabiidir. Ama onun Türkçülüğün Esasları adlı kitabının ikinci bölümündeki “Türkçülük Nedir?” başlıklı kısmı nazar-ı dikkatinize sunarak bu konudaki kafa karışıklığını açıklığa kavuşturmak isterim. Gökalp der ki:
“Türkçülük, Türk milletini yükseltmek demektir. O hâlde, Türkçülüğün mahiyetini anlamak için, evvelemirde, millet adı verilen zümrenin, mahiyetini tâyin etmek lazımdır. Millet hakkındaki muhtelif telâkkileri tetkik edelim.”
Bundan sonra sırasıyla ırki Türkçülerin, kavmî Türkçülerin, coğrafi Türkçülerin, Osmanlıcıların, İttihad-ı İslamcıların, Fertçilerin (liberallerin) millet telakkilerini ele alır ve hepsindeki eksikleri ortaya koyar. Milliyetçiliği ırkçılık ve kavmiyetçilik olarak suçlayanların iddialarına cevap olması bakımından onun ırki ve kavmî Türkçülere itirazlarını kısaca belirttikten sonra Türklük tanımı ve anlayışını izah edeceğim:
“Irkî Türkçülere göre millet ırk demektir. Irk kelimesi esasen mevaşî [zooloji] fenninin ıstılahlarındandır (…) [Yapılan araştırmalar sonucunda] Irkın, (…) içtimaî hasletlerle hiçbir münasebeti kalmayınca, içtimaî seciyelerin mecmuu olan milliyetle de hiçbir münasebeti kalmaması lâzım gelir. (…) Kavmi Türkçüler de milleti kavim zümresiyle karıştırırlar. Kavim, aynı anadan, aynı babadan üremiş, içine hiç yabancı karışmamış kandaş bir zümre demektir. Eski cemiyetler, umumiyetle saf ve yabancılarla karışmamış birer kavim olduklarını iddia ederlerdi. Hâlbuki, cemiyetler kablettarih [tarihten önceki) zamanlarda bile, kavmiyetçe halis değildir. (…) Sosyoloji ilmine göre, fertler dünyaya gelirken lâiçtimaî (non-social) olarak gelirler. Yâni içtimaî vicdanlarından hiçbirini beraberlerinde getirmezler. Meselâ lisanî, dinî, ahlâkî, bediî, siyasî, hukukî, iktisadî vicdanlardan hiçbirini beraber getirmezler. Bunların hepsini sonraları terbiye tarikiyle cemiyetten alırlar. Demek ki içtimaî hasletler verasetle intikal etmez, yalnız terbiye tarikiyle intikal eder.”
Netice itibarıyla Gökalp, millet nedir, sorusuna şu cevabı verir: “Irkî, kavmî, coğrafî, siyasî, iradî kuvvetlere tefevvuk ve tahakküm edebilecek başka ne gibi bir rabıtamız var? içtimaiyat ilmi ispat ediyor ki, bu rabıta terbiyede, harsta yâni duygularda iştiraktir.(...) Millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir. Türk köylüsü onu ‘dili dilime uyan, dini dinime uyan’ diyerek tarif eder. Filhakika, bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır.”
Onun Türkçülüğün temeline yerleştirdiği bu anlayışı tahkim için yaptığı şu izahı, bugün Türkçülük yani Türk milliyetçiliği ile ırkçılığı karıştıranlara ve hele hiç okumadıkları Gökalp’ı ırkçılıkla suçlayanlara hatırlatıyorum:
“Memleketimizde vaktiyle dedeleri Arnavutluk'tan, yahut Arabistan'dan gelmiş milletdaşlarımız vardır. Bunları Türk terbiyesiyle büyümüş ve Türk mefkûresine çalışmayı itiyad edinmiş görürsek sair milletdaşlarımızdan hiç tefrik etmemeliyiz. Yalnız saadet zamanında değil, felâket zamanında da bizden ayrılmıyanları nasıl milliyetimizden hariç telâkki edebiliriz. Hususiyle, bunlar arasında milletimize karşı büyük fedakârlıklar yapmış, Türklüğe büyük hizmetler ifa etmiş olanlar varsa, nasıl olur da bu fedakâr insanlara ‘Siz Türk değilsiniz’ diyebiliriz? Filhakika, atlarda şecere aramak lâzımdır, çünkü bütün meziyetleri sevk-i tabiîye müstenid ve irsî olan hayvanlarda ırkın büyük bir ehemmiyeti vardır. İnsanlarda ise ırkın içtimaî hasletlere hiçbir tesiri olmadığı için şecere aramak doğru değildir. Bunun aksini meslek ittihaz edersek, memleketimizdeki münevverlerin ve mücaridlerin birçoğunu feda etmek iktiza edecektir. Bu hal, caiz olmadığından "Türküm diyen her ferdi Türk tanımaktan, yalnız Türklüğe hiyaneti görülenler varsa cezalandırmaktan başka çare yoktur.”
Ezcümle, Ziya Gökalp ve Türk milliyetçilerinin millet tanımı ırkı değil kültürü, terbiyeyi esas alır. Elbette ki milletlerin oluşumunda ırki, kavmî, coğrafi, siyasi etkenlerin şu veya bu derecede etkileri vardır ama millet dediğimiz varlık, ortak tarih ve kültüre ve ortak gelecek tasavvuruna (Gökalp’ın ifadesiyle mefkûreye) sahip insanların bütünüdür. Biz de diyoruz ki, vatanımız Türkiye, milletimiz Türk milletidir. Bu; kanla, ilimle, irfanla, sanatla, emekle yazılmış bir tarihin hükmüdür. Bu hükmü bozmak isteyenlerin ödeyecekleri bedeli hayal etmeleri dahi muhaldir.
Yönetim Düzeninde Yeniden Yapılanma
Aziz Ocaklılar,
15 Temmuz hain darbe girişiminden sonra yapılan Anayasa değişikliğiyle kabul edilen ve 24 Haziran seçimlerinden sonra tamamen yürürlüğe giren Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi çerçevesinde yapılan değişiklikler konusunda da bazı düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Gerek geleneğimizde gerekse günümüz açısından devlet ve toplum idaresinde en çok öne çıkan üç kavram adalet, liyakat ve istişaredir. Son dönemde yaşadıklarımızdan dolayı bu kavramlar âdeta dillere pelesenk oldu ama acaba gereklerini yerine getiriyor muyuz?
Türkiye’de son yıllarda yaşanan gelişmeler dolayısıyla en çok gündeme getirilen konulardan biri de kamuda görevlerin “liyakat” esasına göre verilmesidir. Bu kavram, tabii ki kamu görevleriyle sınırlı değildir; ehliyet ile birlikte kullanıldığında bütün işleri ilgilendiren bir kavramdır. Son dönemde birtakım kurum ve kurullara yapılan atamalar, atama kuralarında kişilere göre yapılan değişiklikler, maalesef devlet yönetiminde esas olan bir takım değerleri; teamül, gelenek, liyakat gibi kavramları aşındırmaktadır. Adalet, liyakat ve gerçek anlamda istişareye önem vermemenin maliyeti ağırdır.
Gençlik ve eğitim
Değerli Dostlar,
Eğitim siyasetimizde, millî hedeflerimizle zamanın ruhu arasındaki ahenk ve uyumu tutturmak esas olmalıdır. Partilerin farklı programları bir yana, ülkeyi 15 yıldır yöneten bir siyasi partinin farklı bakanları dahi eğitimi sil baştan ele almaya giriştiler. Bu mesele, ideolojik ve siyasi hesaplaşmaların girdabında çabalamak yerine geçmişten geleceğe bir ufukla değerlendirilmelidir. Bu bağlamda farklı görüşler, dünyanın değişik tecrübeleriyle karşılaştırmalar dikkate alınmalıdır. 28 Şubat sürecinin yanlışları, tersinden başka yanlışlarla düzeltilemez. Devlet kurumlarının ve hükûmetlerin müzaheretiyle, diğer bazı alanlar gibi, hatta en başta eğitim alanına “hizmet” ve “altın nesil yetiştirmek” söylemi ile hâkim olan yapılanmanın benzerlerine yol açabilecek özel/vakıf okulları konusuna dikkat edilmelidir.
İnsanların din ve vicdan hürriyetlerinin kâmil manada sağlanması elbette devletin görevidir. Ancak toplumsal ve tarihî gerçeklerimizle bağdaşmayan bir takım “liberal” telakkilerle çok-hukukluluk gibi fantezilere itibar edilmemelidir. Cumhuriyet’in, hangi tarihî tecrübelerden ders
alınarak kurulduğunu hâlâ anlayamayanlar var. Aşırılıkların törpülenmesi, kendi medeniyet değerlerimizin süzgeçten geçirilerek gelenekten geleceğe taşınması çok önemlidir.
Orta öğretimde meslek okullarının özendirilmesi, çağımızın gerçekleri ve gelişmelerinin doğal bir gereğidir. Ancak en öncelikli olarak ele almamız gereken işlerin başında, sürekli müfredat yenilemek yerine öğretmen yetiştirme politikamızı sağlam esaslara bağlamak gelmelidir. Yeni Millî Eğitim Bakanımız Sayın Prof. Dr. Ziya Selçuk’un, öğretmen meselesini öncelikler sırasında başa koyması doğru bir yaklaşımdır.
Geçenlerde açıklanan “2023 Eğitim Vizyonu Belgesi”ni ayrıntılı olarak inceleme fırsatımız olmadı. Ancak öne çıkan bazı başlıklara kısaca şu şekilde temas etmek isterim:
Temel becerilere ilişkin zorunlu derslerin korunması şartıyla, zorunlu ders saat ve çeşitleri azaltılarak derinleşmeye, kişiselleştirmeye ve uygulamaya zaman ayrılacaktır.
Müfredatlar tüm kademelerde bütüncül, yetenek kümeleriyle ilişkilendirilmiş, esnek ve modüler yapılar olarak yapılandırılacaktır.
Yönetim ve öğrenme etkinliklerinin izlenmesi, değerlendirilmesi ve geliştirilmesi için okul bazında veriye dayalı planlama ve yönetim sistemine geçilecektir.
Bakanlığın bütün kararları veriye dayalı hâle gelecektir.
Çocuklarımızın her ders ve düzeyde yeterliliklerinin belirlenmesi, izlenmesi ve desteklenmesi için “Yeterlilik Temelli Değerlendirme Sitemi” kurulacaktır.
Sertifikaya dayalı Pedagojik Formasyon uygulaması kaldırılacak ve yerine yurt sathında kolay erişilebilir lisansüstü düzeyde Öğretmenlik Mesleği Uzmanlık Programı açılacaktır.
Öğretmenlik Meslek Kanunu çıkarılacaktır.
Kariyer Rehberliği Sistemi kurulacaktır.
Özel eğitimin yaygınlaştırılması için çalışılacaktır.
Özel yeteneklilerin eğitimi yeniden gözden geçirilecektir.
Ayrıca, yabancı dil öğretimi, dijital içerik ve beceri, erken çocukluk eğitiminin zorunlu hâle gelmesi, beceri atölyelerinin kuruluşu, Türkçenin korunması ve geliştirilmesinin temel eğitimin omurgası oluşu, orta öğretimde esnek ve modüler müfredat uygulanması, fen ve sosyal bilimler liseleri, imam-hatip liseleri, meslek liseleri, özel okullar vb. bir dizi konu ele alınmıştır.
Tabii bunların uygulamada nasıl gerçekleşeceğini göreceğiz ama asıl önemli olan bu eğitim sisteminin yetiştirmek istediği insandır.
Aziz Ocaklılar,
Eğitimden yeni teknolojiler geliştirmeye, yoksulluk ve işsizlikle mücadeleden insan hayatı için her zaman önemli olan su kaynakları ve tarım alanındaki çalışmalara varıncaya kadar pek çok meselemiz var. Dış politika, savaşlar, terörizm vb. daha derindeki bir takım problemlerimizin yansıma alanlarından ibarettir. Ekonomide, yenileşimde, eğitimde, bilgi teknolojilerinde, sanat ve edebiyatta güçlü bir Türkiye, güçlü İslam ülkeleri, şu an içinde bulunduğumuz zilletten kurtuluşumuzun gerçek anahtarlarıdır.
Bugün, Batılı bir paradigma ile yapılmış olsalar da insani gelişmişlik endekslerinde, bilimsel alandaki yaratıcı çalışmalarda, eğitim ve kültür hayatında, sağlıkta vb. İslam ülkelerinin görece geri durumu bir vakıadır. Modernitenin ve akabinde bilişim devriminin etkilerinin derinden sarstığı geleneksel ahlak ve toplum nizamının yerinde de yeller esiyor. Müslümanlık adına ortaya çıkanlarımız ise maalesef dinin muhtevasını boşaltıyor.
Gençlikle ilgili olarak sosyal medya, uyuşturucu vb. çok ciddi sorunlarımız var. Bunlar üzerinde ayrıca durmak icap ediyor.
Ekonomi
Ekonomide son dönemde yaşananlar, aslında bazı çevreler tarafından daha önce dillendirilen tahminlerin gerçekleşmesi gibi görünüyor. Enflasyonun yükseleceği, TL’nin değer kaybına
uğrayacağı vb. hususlarda daha önceden epeyce yazılar yazıldı, konuşmalar yapıldı. Dolayısıyla Amerikalı Rahip Brunson olayı, 2001’deki Anayasa kitapçığı fırlatmaya benzer bir etki yaptı sadece. Türk ekonomisinin yapısal ve konjonktürel sorunları her zaman vardır ve var olmaya da devam edecek. Son dönemde ABD’nin, ticaret savaşları yanında Türkiye’ye açtığı ekonomik savaş gerçek ama bizim ekonomik yapımızdan ve siyasetimizden kaynaklanan zaaflar da gerçek. Daha sonra anlaşma iptal edilse de ekonomi politikasında bir Amerikan şirketinin danışmanlığına başvurulması, hakikaten talihin garip bir cilvesi olmuştur.
Türkiye’nin 325 milyarı özel kesime ait olmak üzere, toplam 466 milyar dolarlık dış borcunun alacaklıları büyük ağırlıkla Amerikalı ve Avrupalı bankalardır. Bunların kendi alacaklarını düşünmesi gayet doğal. Dış güçler zaaflarımızdan yararlanmak istiyor elbette ama bizim öncelikle kendimize bakmamız lazım.
Türkiye; tarım, hayvancılık, su kaynakları, alternatif enerji kaynakları, bilişim teknolojileri ve askerî teknoloji konuları başta olmak üzere stratejik alanlara dönük, üretimi ve tasarrufu özendiren bir yaklaşım ve atmosferi bütün toplum kesimlerine hâkim kılacak bir siyaset izlemek zorundadır. Güçlü Türkiye; kaliteli bir eğitim, güçlü bir ekonomi ve güçlü bir orduyla mümkündür.
Uluslararası sistemde değişiklikler ve Türkiye
İki kutuplu dünya düzeninin yıkılmasının ardından dünyanın dengelerinin yeniden kurulması yolunda sancılı, krizli, savaşlı bir dönem başladı. Dünyanın çeşitli bölgelerinde, bahusus İslam ülkelerinde bölünme ve iç savaşlar yaşanmaktadır.
Bu süreçte Türkiye, arzu edildiği ölçüde olmasa da Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerini geliştirmeye çalıştı. 2009’da kurulan Türk Keneşi (Türk Konseyi) ve çeşitli ortak kurumlar, ekonomik işbirlikleri geleceğe dair ümitlerimizi korumamızı sağlıyor. Ancak, giderek güçlenen ve eski konumunu kazanmaya çalışan Rusya ve dünyanın yeni ekonomik gücü Çin gerçeği karşısında akılcı, gerçekçi ve ufku gören yeni politikalara ihtiyaç var.
Vekâlet savaşları, ticaret savaşları vb. adlarla yürütülen küresel egemenlik mücadelesinde Türkiye ve Türk-İslam dünyası, güçlü bir seçenek ortaya koyabilmelidir. Çin ve Rusya ile gelişen ekonomi ve diğer alanlardaki ilişkilere bakıldığında, Türkiye’nin bu ülkelerden yaptığı ithalatın buralara yaptığı ihracatın çok gerisinde olduğu malumdur. Türkiye, elbette dengeli bir siyaset izlemeli ama geçmişten ders alıp yeni bağımlılıkların pekişmesine de izin vermemelidir. Zor bir dönemde olduğumuzdan, Suriye meselesinde Rusya ile uyumlu hareket etmek durumundayız ama unutmayalım ki orta ve uzun vadede Rusya için aslolan kendi hâkimiyetidir. Çin’in Doğu Türkistan’da yaptıkları, ileride nüfuzunu genişlettikçe yapacaklarının bir işareti olarak değerlendirilmelidir. ABD-İsrail ortaklığının Türkiye açısından ortaya koyduğu tehditler karşısında tavrımız, denize düşenin yılana sarılması olmamalıdır.
Türkiye’nin sorunlarında kendi sorumluluğumuzun altını bir kez daha çizdikten sonra, tarih açısından ve gelecek bakımından Türkiye’nin, küresel güç oyununun aktörlerinin şu veya bu şekilde hedefinde olduğunu, bu yüzden de başının dertten kurtulmadığını eklemek gerekir. Bunun çeşitli sebepleri vardır.
Tarih ve coğrafya, kimliğimiz ve kaderimizdir. Daha öncesi de olmakla birlikte geçen bin yılda, özellikle Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar merkezî İslam dünyasının (Bugün Orta Doğu diyoruz.) kaderine büyük ölçüde hükmeden bir milletin mensuplarıyız. Bunun tabii sonuçlarından biri, bu coğrafyada olan bitene kayıtsız kalamayacağımızdır.
Coğrafyamızda Büyük Orta Doğu Tuzağı oyununu kuranların hedeflerinden biri de, bu kadim coğrafyanın köklü geleneğe sahip iki devleti olan Türkiye ve İran’ı karşı karşıya getirmektir. İran ile Türkiye arasındaki rekabet, İran’ın Irak ve Suriye’de tesis ettiği nüfuz, sadece İsrail ve ABD açısından değil, Türkiye açısından da riskler taşır ama meseleyi mezhep kavgasına sürüklemek için bazı Arap devletlerini kullanan güçlerin Türkiye’yi düşündüğünü de kimse söyleyemez. Mezhepçilik taassubuna karşı ekonomik ve kültürel işbirliği ve dayanışmayı
güçlendirecek yeni yapılanmalara ihtiyaç var. Türk Keneşi, Türk dünyasında Özbekistan’ı, tarafsızlık siyaseti güden Türkmenistan’ı ve hatta Tacikistan’ı da içine alarak tedricî bir şekilde güçlendirilmeli; bizim gelecek stratejimizin üç bacağı olarak Türkistan ve Kafkaslar, Balkanlar ve Orta Doğu’daki siyasetimizin mihverine oturtulmalıdır.
Geleceğe bakış
Bu hususlar çok önemli olmakla birlikte meselenin asıl can alıcı noktası, devlet yapımızın niteliği ve 21. yüzyılda Türkiye tasavvurumuzun ne olduğu konusunda düğümlenmektedir. Sistemde değişikliğin yanında, Orta Doğu’da meydana gelen gelişmelerin yansımaları çerçevesinde etnik-bölücülük ile ülkemize sığınan Suriyeliler Türk vatanının, devletinin ve milletinin geleceğine dair haklı kaygılara yol açmaktadır. Bunları, aşırılığa kaçmadan selim akılla düşünmek zorundayız. Bunlar, Ensar-Muhacirin benzetmeleriyle halledilecek konular değildir. Türkiye’nin demografik yapısı ve dolayısıyla toplumsal dokusu, ciddi bir değişim ihtimaliyle karşı karşıyadır. Türk milleti ve Türk devleti, elbette bir imparatorluk bakiyesidir ve cihanşümul bakış açısına sahip olmak durumundadır. Ancak bu, daralan imparatorluktan zorunlu olarak çekildiğimiz yeni sınırlarımızı, Türklüğün 20. yüzyıl başlarındaki Ergenekon’unu kozmopolitleştirmekten geçmez. Burası Türk yurdudur ve şayet öyle kalmazsa sadece Türkiye değil, bütün Türk dünyası için büyük sıkıntılar doğacaktır. Savaştan kaçtıkları için ülkemize sığınanlara kucak açmamız, yardım etmemiz ne kadar olağan ve gerekliyse, savaşın bitmesini ve onların yurtlarına dönmesini istememiz ve bunun için elimizden geleni yapmamız da o kadar önemlidir.
Tarih boyunca, kendi gaflet ve aymazlıklarımız dolayısıyla düşman tuzaklarına düşmüş, çeşitli badireler atlatmış bir milletiz. Yaşadıklarımızda sorumluluğu öncelikle kendimizde aramalıyız. İlahi hüküm de bu yöndedir: “Bir toplum, kendisindekini değiştirmedikçe Allah, onlarda bulunanı değiştirmez.” (Ra’d Suresi: 11). Yapmamız gereken, suçu dış güçlerin veya hainlerin zaten doğal olarak yapıp ettiklerine yükleyerek kendimizi işin içinden sıyırmak yerine bu tuzaklara, kumpaslara karşı kendi bünyemizi güçlendirmenin yollarını arayıp bulmak ve sonra da hayata geçirmek olmalıdır. Adalet ilkesine dayalı, liyakati ve istişareyi esas alan yönetim anlayışının yanında, çağın icaplarına göre esnek ve çok yönlü yetişmiş insan gücü, alternatif enerji kaynaklarını geliştirmiş bir sanayi, bilişim alanında kendi markalarını üreten bir Türkiye’yi birlikte inşa etmeliyiz.
Bu kapsamda, dinî değerlerimizin muhtevalarını boşaltan kişi, kurum ve yapılara karşı; tarihimizden gelen Yesevî-Maturidî geleneğimizi, 13-14. yüzyıl Anadolu’sunu aydınlatan Yunusları, Hacı Bektaşları referans alarak yeni ve çağın diline uygun bir söylemle geleceğe taşımalıyız. Türkiye, kendine başka yollar aramamalı; özüne yani Türk’e ve Türklüğe dönmeli, “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Çağdaşlaşmak” ilkelerini günümüz şartlarında gerçekleştirmeye odaklanmalıdır. Bu ise sadece kimlik ve kültür konularından değil; çevre sorunlarından enerjiye, küresel adalet arayışından insan haklarına kadar bir dizi konuda yeni, yenilenmiş ve geleceği inşa edecek fikir ve siyaseti ortaya koymamızı gerektirmektedir.
Aziz Gönül Dostları,
Bu vesileyle, vatan ve millet uğrunda şehadet şerbeti içen aziz şehitlerimizi; Türklüğün tarih boyunca yücelmesi için, İslam için, insanlık için büyük mücadeleler vermiş Mete Han’dan Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bütün ecdadımızı; ilim, sanat ve kültürde millî varlığımıza ve insanlığa büyük hizmetler yapan geçmişimizi saygı, minnet ve tazimle anıyorum. Cumhuriyetimizin kuruluşunun 95. yılını kutluyor, ilelebet payidar olmasını diliyorum. Bu toplantının başarılı geçeceğine inanıyor ve hepinizi saygıyla selamlıyorum.