Son dönemde gündemde tartışılan en önemli konuların başında, Doğu Akdeniz’deki gelişmeler ve o çerçevede 27 Kasım 2019’da Türkiye ile Libya’nın meşru yönetimi arasında imzalanan “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması”na ilişkin anlaşma ile aynı zamanda imzalanan “Güvenlik ve Askerî İşbirliği Mutabakat Muhtırası” gelmektedir. Bu konu, hiç şüphesiz resmî platformlarda ve uluslararası hukuk içinde tekil bir mesele gibi tartışılacaktır. Ancak herkes biliyor ki mesele, dünyanın yeniden parsellenmesi, bölgemizin yeniden tanzimi istikametinde vuku bulmakta olan büyük mücadelenin bir parçasıdır. Bu gelişme ile birlikte Kıbrıs meselesi de yeni ve tamamen farklı bir mecraya girecektir.
2000’li yıllarda yapılan çalışmalara göre, Doğu Akdeniz’de tespit edilen doğal gaz rezervlerinin Avrupa’nın yaklaşık 30 yıllık ihtiyacını karşılayacağı söylenmektedir. Bu meseleyi yıllardır dile getiren Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı Tümamiral Dr. Cihat Yaycı, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Yunanistan ikilisinin AB tarafından desteklenen planlarının hayata geçmesi durumunda, Türkiye’nin hakkı olan yaklaşık 189.000 kilometrekarelik yetki alanının 41.000 kilometrekare ile sınırlandıracağını ikaz etmiş; bu gerçekleşmeden yapılması gereken iki şeyi ise şöyle ifade etmişti:
“… birincisi, Anadolu ile Afrika kıyıları arasındaki ortay hatta dayanacak şekilde Türkiye-Libya MEB [Münhasır Ekonomik Bölge] sınırının belirlenerek bir anlaşmanın ivedilikle akdedilmesi,
- Diğeri ise, Karadeniz örneğinde olduğu gibi, Doğu Akdeniz’de Türk MEB’inin vakitlice ilan edilmesi ve KKTC’nin de bu politikaya uygun olarak MEB ilanında bulunması”dır.[1]
AB üyeliğinin sağladığı avantajla 2004’te Münhasır Ekonomik Bölge ilan eden GKRY ve adalar üzerindeki hâkimiyeti ile Türkiye’ye karşı tavrı açık olan Yunanistan, yıllardır Türkiye’yi, bölgedeki diğer ülkeleri de yanlarına alarak sıkıştırmaya çalışmaktadırlar. Türkiye artık Kıbrıs meselesinin çözümünde de bir kavşağa gelmiştir. 2000’lerin başlarında merhum Denktaş’ın uyarılarına rağmen Annan Planı’nın kabul edilmesi yönünde yoğun çabalar harcanmıştı. Neyse ki Rum kesiminin feraseti(!) sayesinde bu gerçekleşmedi. Bugün artık eski hatalardan ders çıkarılarak yeni bir aşamaya geçilmesi ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi zorunlu hâle gelmiştir.
Nitekim Doğu Akdeniz’deki gelişmeler ve en son Libya ile varılan anlaşma karşısında takınılan tavır, bunu açıkça gösteriyor. Meselenin Kıbrıs ile ilgili yönü hakkında Enerji Piyasaları ve Politikaları Enstitüsü (EPPEN) Başkanı Dr. Volkan Özdemir’in şu görüş ve tespitleri de kayda değer:
"Kıbrıs sorunu eskiden Kıbrıs sorunuydu, şimdiyse Doğu Akdeniz sorunu oldu. Enerji, burada kendi başına bir faktör değil ama ciddi önemli bir faktör. Kıbrıs’ta Rumların 2003’ten sonra tek taraflı olarak Münhasır Ekonomik Bölge ilan etmesi, diplomasi atakları, buna yönelik olarak da anlaşmaları imzalamaları diğer kıyıdaş ülkelerle ve en sonunda parsellemiş oldukları 13 tane sahayı, doğalgazı, petrolü aramaları için uluslararası şirketlere yine tek taraflı olarak arama izni vermeleri. Böyle tek taraflı yaklaşan bir uygulamada bu tek taraflılıkla adanın bölünmüşlüğünü bir nevi onaylayan bir halka karşı sizin de gidip, tekrar birleşelim, burada federasyon çözümüne gidelim demeniz zaten çok tutarlı olmuyor.”[2]
Unutmayalım ki tarih boyunca çok önemli bir deniz olan Akdeniz, büyük devletlerin, ticaretle iştigal eden şehir devletlerinin mücadelelerine sahne olduğu gibi bugün de önemini korumaktadır. Bu kapsamda, Doğu Akdeniz’in önemi de artarak devam etmektedir. Ulaşım ve nakliye bakımından Akdeniz de Karadeniz de son derecede önemlidir. “Akdeniz’de yılda ortalama 220.000’den fazla gemi seyir hâlinde bulunmakta, dünya denizlerinin sadece %1’ini kapsayan bir deniz alanı olmasına rağmen dünya deniz trafiğinin 1/3’ü Akdeniz’de gerçekleşmektedir.”[3] Bunun yanında Doğu Akdeniz, enerji kaynakları bakımından son derecede zengin bir potansiyele sahiptir. İşte bütün bunlar, bize Türkiye’nin son dönemde gerek petrol ve doğalgaz arama faaliyetlerini arttırması gerekse Libya ile anlaşarak Münhasır Ekonomik Bölgesini belirlemesinin ne denli büyük ve stratejik bir hamle olduğunu ortaya koymaktadır.
Burada tabii mühim bir ayrıntı var. Libya’daki iç savaşta Türkiye’nin anlaşma imzaladığı Fayiz es-Serrac başkanlığındaki meşru yönetim (Millî Mutabakat Hükûmeti), ülkenin başkentinde ve önemli iki kentinde kontrolü elinde bulundurmakla birlikte toprak büyüklüğü bakımından çok küçük bir kısmına (Nüfusun yaklaşık yarısı bu bölgededir.) hükmetmektedir. Buna mukabil Yunanistan, GKRY, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır gibi karşı tarafta bulunanlar ile Fransa ise Bingazi ve Tobruk’ta üslenen Halife Hafter başkanlığındaki isyancı “Libya Millî Ordusu”nu desteklemektedir. ABD’nin, daha önce topraklarında himaye ettiği Hafter’i değil de meşru yönetimi destekler görüntüsü de Rusya’nın fiilî yardım yaptığı Hafter’in yanında olduğu vakıası da bölgemizde yaşananlar ışığında çok fazla bir anlam ifade etmeyebilir. Türkiye ile anlaşmadan sonra Hafter’in Trablus’a yönelik saldırıları arttırması, havaalanlarını tahrip etmeğe kalkışması, Yunanistan Dışişleri Bakanı’nın Hafter’i ziyaret etmesi, ABD ve AB ülkelerinden bir kısmının tepkileri vs. Türkiye’den duyulan rahatsızlığın açık belirtileridir. Bu satırlar yazıldığı sırada Libya Millî Mutabakat Hükûmeti güçleri, Hafter güçlerine karşı harekât başlatmıştı. Türkiye’nin millî çıkarları açısından burada BM ve AB tarafından siyasi olarak desteklenen meşru yönetimin yanında yer alması ve bu siyasette sabitkadem olması son derecede hayatidir.
Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Sayın R. Tayyip Erdoğan’ın Gölcük Tersane Komutanlığında “Yeni Tip Denizaltı Projesi 1. Gemisi Pirireis'in Havuza Çekme ve 5. Gemisi Seydialireis'in İlk Kaynak Töreni”nde yaptığı konuşmada, Akdeniz'de en uzun kıyı şeridine sahip Türkiye'nin balıkçılıktan ancak yüzde 1 oranında pay alabileceği bir düzene razı olmayacaklarını söylerken sarf ettiği şu sözler dikkat çekicidir:
“Şayet KKTC ve Libya ile başlattığımız süreçlerden vazgeçersek bırakınız ekonomik faaliyetleri, bize denize girecek kıyı, olta atacak sahil bile bırakmayacaklar. Karşımızdakilerin hak, hukuk, adalet, ahlak, insaf diye bir dertleri kesinlikle bulunmuyor. Türkiye'ye ve Türk Milleti'ne karşı öyle bir kinleri var ki, ellerinden gelse bizi sadece Anadolu'dan söküp atmakla kalmayacak; dünyadan kökümüzü kazıyacaklar.”
Ezcümle Türkiye, “Büyük Orta Doğu Projesi” adı altında yürütülen ve coğrafyamızı devletçiklere bölmeyi ve uzun yıllar istikrarsızlaştırmayı hedefleyen çalışmalara karşı son yıllarda Suriye’de attığı doğru adımlardan sonra, Doğu Akdeniz’de haklarımızı koruma istikametinde yürüttüğü siyasette, Libya’nın meşru yönetimi ile anlaşarak çok mühim ve stratejik bir hamle yapmıştır. Bu hamlenin Yunanistan ve diğer bazı mahfillerde yol açtığı tepkiler, Yunan Hükûmeti’nin isyancı Hafter ile görüşmek üzere Dışişleri Bakanını göndermek gibi uluslararası hukuka aykırı bir eylemde bulunması, atılan adımın, imzalanan anlaşmanın isabetini açıkça göstermektedir. Mesele çetrefil ve tuzaklarla dolu olabilir ama bu gibi meselelerde, “Türkiye’nin Libya’da ne işi var?” şeklinde bir yaklaşımla doğru bir siyaset geliştiremeyiz. “Mavi Vatan”da Türkiye’yi kıskaca alma girişimlerine bir şekilde karşılık vermeliyiz. Bunu da uluslararası hukuka uygun bir şekilde yapıyoruz. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türklüğünün hak ve çıkarlarını savunmak ve korumak, sorumluluk ve yetki sahibi herkesin görevidir. Hükûmet’in yanlışlarını eleştirmek, doğru bildiğini söylemek elbette muhalefetin görevidir. Ancak millî çıkarların ne olduğu konusunda geniş bir mutabakat zeminine ihtiyacımız vardır. Türkiye, istese de istemese de Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmelerden etkilenecektir. Bunlara sırtımızı dönmek gibi bir seçeneğimiz yoktur.
[1] Cihat Yaycı, Libya Türkiye’nin Denizden Komşusudur, ASAM Yay., İstanbul 2019, 3. bs., s. 130-131.
[2] https://tr.sputniknews.com/ceyda_karan_eksen/201911221040687102-kibris-sorunu-artik-dogu-akdeniz-sorunu-haline-geldi/
[3] Cihat Yaycı, “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye,” Bilge Strateji, C: 4, S: 6, Bahar 2012, s. 7.