LİYAKAT
Türkiye’ye ilk kez 1555’te gelen ve 1562 yılına kadar Habsburg elçisi olarak görev yapan Busbecq, Amasya’da Kanunî ile karşılaşmasını anlattığı kısımda şöyle yazmıştı[1]:
“Sultanın karargâhı çok kalabalıktı. Hizmetkârlar ve yüksek mevki sahibi kimselerle doluydu(…). Bu muazzam kalabalığın içinde tek kişi yoktu ki itibarım kendi şahsi cesaretinden ve meziyetlerinden başka bir şeye borçlu olsun, doğduğu aileden dolayı diğerlerinden farklı kılınsın. (…)Sultan vazifeleri ve görülecek hizmetleri bizzat kendisi dağıtıyor. Bunu yaparken o kimsenin servetini ve rütbesini önemsemiyor, namzet olanın şöhretini ve nüfuzunu düşünmüyor. Sadece meziyetlerini göz önüne alıyor, kabiliyetini, karakterini ve mizacını tetkik ediyor. (…)Türk imparatorluğunda her insanın içine doğduğu şartları değiştirme ve kaderini tayin etme imkânı vardır. Sultanın altındaki en yüksek mevkilere sahip kimseler genelde sığırtmaçların oğullarıdır. Böyle doğmuş olmaktan utanç duymak şöyle dursun, bununla övünürler. Kendilerini ecdatlarına ve tesadüfen doğmuş oldukları ortama ne kadar az borçlu hissederlerse duydukları gurur o derece büyüktür. Meziyetlerin doğum veya miras yoluyla soydan geçtiğini kabul etmezler. Onlara göre meziyetler kısmen Tanrı’nın bir lütfu kısmen de aldıkları talim ve terbiyenin, gösterdikleri çabanın ve hissettikleri şevkin ürünüdür. (…)Dolayısıyla Türkler arasında itibar, hizmet ve idari mevkiler kabiliyet ve faziletin mükâfatı oluyor. Kişi tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir ırk olarak hâkimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar. Bizim usullerimiz ise çok farklı. Bizde meziyete yer yoktur. Her şey doğuma dayanır ve yüksek mevkilerin yolunu açan sadece soylu olmaktır.”
Busbecq’in bu sözleri Kanunî devrinde Osmanlı Devleti’nin gücünün en önemli dayanaklarından birinin liyakat (meritokrasi) sistemi olduğunu savunanlar tarafından sıkça zikredilir. III. Murad devrinde İstanbul’a gelen din adamı Salomon Schweigger de benzer ifadeler kullanır ve Türklerin Hristiyanlardan üstünlüklerinin sebeplerinden biri olarak, makamlara gelmede asaletin değil liyakatin esas olmasını gösterir.
Bu tabloyu Osmanlı Devleti’nin muhteşem yüzyılının kusursuz bir resmi olarak mı yoksa aristokrasinin başat güç olduğu toplumlardan gelen gözlemcilerin abartılı tasvirleri olarak mı görmeliyiz? Kanaatimce hakikat bu ikisinin arasında bir yerde aranmalıdır. Osmanlı düzeninde gözlemlediği aksaklıkları açıkça eleştirmekten sakınmayan devlet adamı, tarihçi ve düşünür Gelibolulu Mustafa Âli, mesela yüksek ulema ailelerinin çocukları karşısında, evlad-ı etrak olarak bahsettiği köylü Türk çocuklarının ilmiye kariyerindeki dezavantajlarını açıkça eleştirir. Nitekim, ampirik araştırmalar, halk çocuklarının yüksek dereceli medreselerde müderris olma oranının 17. yüzyılda düştüğünü ortaya koymuştur.
Osmanlı Devleti’nin 16. yüzyılın ikinci yarısı ve bilhassa 17. yüzyıl başlarında geçirdiği dönüşüm, maruz kaldığı bunalım ve değişmeler konusunda daha 16. yüzyıldan başlayarak, birtakım Osmanlı devlet adamları, tarihçileri vb. eleştirel düşünceleri dile getirmeye başlamışlardı. Bu eleştirel literatürün en meşhur örneği IV. Murad devrinde kaleme alınan Koçi Bey Risalesi’dir. Öncelleriyle benzer argümanları savunan Koçi Bey’e göre, Kanunî devri Osmanlı Devleti’nin hem şevket dönemi hem de bozulma tohumlarının atıldığı dönemdir. Kanunî zamanında ortaya çıkan bozulmalara gösterilen örneklerden biri, Kanunî’nin o zamanki teamüle aykırı olarak (Damat, Makbul, Maktul, Pargalı) İbrahim Paşa’yı hasodabaşılıktan alıp veziriazam yapmasıdır. Sonraki padişahlar da buna bakıp dünyanın durumundan habersiz kullarını veziriazam etmişlerdir. İşte burada, liyakat sisteminin ihlal edilmesi söz konusudur. Koçi Bey, timar ve kul sistemlerindeki bozulmaları da rüşvet, iltimas vb. sebeplerle dirliklerin hak etmeyenlere verilmesi, kanuna aykırı olarak hak etmeyenlerin yeniçeri yapılması gibi uygulamalara bağlar.
Peki buradaki görüşler tarihî gerçeklerle ne ölçüde örtüşmektedir? Busbecq’in yorumları, yabancı bir gözlemcinin kendi ülkesinde yaşadıklarıyla tezat teşkil eden uygulamaları biraz da abartması olabilir mi? Koçi Bey’in teşhisleri, gerçekliğin sadece belirli boyutlarını dikkate alan devşirme kökenli birinin bakışını yansıtıyor olabilir mi?
Burada tarihî bir tartışmaya girmeyeceğim ama şu kadarını belirtelim ki Kanunî’nin ihtişamlı dönemi her bakımdan mükemmel, kusursuz bir “altın çağ” olarak gösterilemese de Osmanlı Devleti’nin 15 ve 16. yüzyıllarda liyakat ve adalet ilkelerini büyük ölçüde, nispi olarak gözeten bir yapıda olduğunu ifade etmek abartı değildir. Hiç şüphesiz, intisap uygulamasından kaynaklanan kayırmacılık her devirde vardı ama başat olan ölçüt liyakatti.
Günümüzde ülkemizin yaşadığı sorunların çeşitli sebepleri var. Yönetim ve toplum barışı bakımından en çok dikkat edilmesi gereken ilkelerden biri muhakkak ki liyakattir, emanetleri ehline vermektir. Özellikle 15 Temmuz 2016’da meydana gelen FETÖ darbe girişimine giden yıllarda ve 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’deki siyasi tartışmalarda en çok telaffuz edilen kelime ve kavramlarla ilgili bir araştırma yapılacak olsa herhalde “liyakat” ilk sırada veya en azından ilk beşte olurdu. Bunun sebebi açıktır: Türkiye maalesef, 28 Şubat sürecinin travmasını uzun yıllar yaşadıktan sonra, zamanında “Hizmet”, sonra da “Paralel Yapı” ve nihayet FETÖ olarak adlandırılan yapının devlet kurumlarına sızmasında, sınavlardan atamalara kadar farklı süreçlerde liyakatin büyük ölçüde göz ardı edildiğini tecrübe etmiştir.
15 Temmuz’dan sonra en çok üzerinde durduğumuz konuların başında; devlet yönetimi başta olmak üzere her alanda adalet, liyakat ve istişare ilkelerinin sıkı sıkıya gözetilmesi, sadakatin ise “devlet” ve “millet”e olması gelmekteydi. Ne yazık ki merhum Mehmed Âkif’in dediği gibi, tarihî tecrübe “Beş bin senelik kıssanın yarım hisse” dahi vermediğinin acı dersleriyle doludur. 15 Temmuz sonrasında Türk Devleti yeniden yapılanırken, bu acı tecrübeden gerekli derslerin tam olarak çıkarılamadığı, belirli yapılara mensup veya onlarla alakalı olmanın pozitif ayırımcılıkta ölçüt hâline geldiği kanaati giderek kökleşmiştir.
Suriye iç savaşının başta PKK’istan kurma girişimi olmak üzere olumsuz etkileri, 2018’den beri giderek ağırlaşan ekonomik sorunların yol açtığı pahalılık, küresel salgın, 6 Şubat 2023 depremleri dâhil bütün sıkıntılara rağmen Türkiye Cumhuriyeti 100. yılında -savunma sanayii ve Türk Devletleri Teşkilatı’nın geldiği aşama başta olmak üzere- belirli alanlarda gösterdiği başarılarla geleceğe ümitle bakmak durumundadır. Ancak özellikle gençlerin ülkenin gidişatıyla ilgili olumsuz algıları, sığınmacı ve göçmenler konusunun yarattığı ve gelecekte yaratacağı sıkıntılar başta olmak üzere problemleri de ciddi bir şekilde ele almak zorundayız. Gençlik üzerinde yapılan araştırmalar maalesef, büyük çoğunluğu vatanseverlik ve milliyetçilik duygularıyla dolu gençlerimizin yüzde 60’tan fazlasının, imkân bulduğu takdirde Türkiye dışında yaşamayı tercih ettiğini gösteriyor. Mesela Konrad Adenaur Vakfı tarafından Prof. Dr. Ali Çağlar ve Doç. Dr. Türken Çağlar yönetiminde hazırlatılan “Türk Gençliğinin Siyaset, Ekonomik Durum ve Sığınmacılara İlişkin Görüşleri 2023” isimli araştırmada gençlerin yüzde 63’ü imkân bulduğu takdirde yurt dışında, yüzde 37’si her halükârda Türkiye’de yaşamak istediğini beyan etmiştir. Gençlerin yüzde 86’sı göçmen politikalarını, yüzde 76’sı eğitim politikasını, yüzde 81’i adalet politikasını, yüzde 73’ü insan hakları uygulamasını doğru bulmamaktadır. Gençlerin bu algı ve duygularında gençlikten kaynaklanan muhalif tavrın yanında ülkemizde adalet ve fikir özgürlüğü ile ilgili sorunlar kadar (belki de daha fazla), liyakatin dikkate alınmadığı algısının etkili olduğu anlaşılmaktadır. Yetişmiş ve nitelikli insan gücümüzün ülke dışına kaçmasına karşı her alanda tedbirleri hayata geçirmeliyiz. Burada meselenin sadece maddi boyutunun değil, özgürlük ortamı ve kendini gerçekleştirme ile ilgili yönlerinin de etkili olduğunu unutmamalıyız.
Ülkemizin geleceği, bilgi ve beceri bakımından donanımlı, kendi alanlarında gelişmiş ülkelerdeki gençlerle rekabet edebilecek nitelikteki gençlerin elindedir. Devlet kurumlarında işe alımlarda, yükselme ve görevlendirmelerde alandaki başarı ve yetkinlik yerine başka birtakım ölçütlerin yaygın hâle gelmesinin, neticede ülkenin ve milletin aleyhine sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. Bu merkezî hükûmet için olduğu gibi mahallî idareler, üniversiteler vb. için de geçerlidir. Cumhuriyet’imizin ikinci yüzyılında daha güçlü, müreffeh ve dünya gücü hâline gelmiş bir Türkiye istiyorsak, öncelikle alanında öne çıkmış nitelikli insan gücümüzün en önemli sermayemiz olduğunu asla akıldan çıkarmamalıyız. Onun için de her işte liyakat, görevleri (emaneti) ehil ve layık olana verme ilkesini tavizsiz uygulamalıyız.
[1] Ogier Ghislain de Busbecq, Türk Mektupları-Kanunî Döneminde Avrupalı Bir Elçinin Gözlemleri (1555-1560), çev. Derin Türkömer, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, gözden geçirilmiş bs., İstanbul 2011, s. 63-66.