Dışişleri Bakanı Sayın Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun 17 Eylül 2012 günü Hürriyet gazetesinde yayınlanan mülakatı “Ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi” başlığıyla yayınlandı. Cansu Çamlıbel’in “Sizin kafanızdaki ‘Yeni Türkiye’ Kürt meselesini nasıl çözmüş bir Türkiye olacak?” sorusuna verilen cevap mülakatın öne çıkan kısmı. Davutoğlu diyor ki;
“Öncelikle temel tespit yapmak lazım. 19. yy ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.”
Akabinde sorulan “Ulusçuluk Avrupa’da bütünleşmeyi bizde bölünmeyi getirdi demek istiyorsunuz.” sorusuna cevaben;
“Evet. Bununla hesaplaşma zamanı gelmiştir. Herkesin toplumsal kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak değerlendirmeli ortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır. İki yüzyıl önce şehirlerimizde mahallelerimizde iç içe yaşayan Türkler, Ermeniler, Araplar, Rumlar, Arnavutlar ve daha bir çok farklı etnik ve dini kimlik bugün bu organik yapıdan koparılmış durumda. Yeni kopuşlara izin vermememiz gerek.”
Davutoğlu’nun milliyetçilik kelimesi yerine ulusçuluğu tercih etmesi Türkiye tecrübesi ve siyaseti bakımından anlamlıdır. Bir yandan ulusçuluğu eleştirirken öte yandan Türk kimliğini ve Türk dünyasını öne çıkarıyor. Aynı röportajdaki şu cümleler dikkatten kaçmıyor: “ Yine ben evet bir Türk olarak, Orta Asya’da o kadar çabadan sonra bir Türk Konseyi’nin kurulmamış olmasının eksikliğini duyuyordum. Bugün bu konseyin her toplantısına katıldığımda eksik bir halkanın tamamlandığını hissediyorum. Cengiz Dağcı’nın cenazesini bizzat Kırım’a defnetmek benim için onur vesilesi oldu.”
Bütün bu mülahazalarla birlikte, Türk milliyetçiliğini batıdaki nasyonalist hareketlerle aynı paralelde değerlendirmek ya da bu tarihin değişik yönlerini genellemeye tâbi tutmak hatalı bir yaklaşımdır. Sayın Bakanın “ulusçuluk” terimini kullanmasının zevahiri kurtarmaya yetmediği yapılan değerlendirmelerden çıkarılabilir. Kendisine muhalif veya taraftar kalemler aslında kastedilenin “milliyetçilik” olduğunu açıkça ifade etmiştir. Nitekim, 18 Eylül günü aynı gazetenin yazarlarından Ertuğrul Özkök “Neden milliyetçilik değil de ulusçuluk” başlığıyla yazdığı yazıda Sayın Bakanın milliyetçilik kelimesini kullanmaktan imtina etmesini sorguluyor ve kendisine “Siz milliyetçi misiniz, değil misiniz?” sorusunu yöneltiyordu. Öte yandan Sabah gazetesi yazarı, Sayın H. Celal Güzel ise Davutoğlu’nun milliyetçilikle ilgili değerlendirmesini dostane bir dille eleştiriyor:
“ ‘Ulusçuluk' yani 'milliyetçilik', Türkiye'de Avrupa'da olduğu gibi 'Nasyonalizm' karşılığı olarak algılanmaz. Türkiye'de hiçbir dönemde milliyetçilik ayrımcı ve ırkçı olmamıştır. İki dünya savaşı arasında Avrupa'da yaşanan ırkçı ve saldırgan nasyonalizm, Türkiye'de geçmişte ve bugün savunulan milliyetçilikten tamamen farklıdır. (…)Türkiye'de 'milliyetçilik', bugün olsa olsa 'patriotizm' (vatanseverlik) kavramına uygun şekilde anlaşılmaktadır. “
Bazı gazeteci-yazarların Davutoğlu’nun sözlerine destek yönündeki değerlendirmeleri de son derecede öğretici niteliktedir. Bu bağlamda, Türk milliyetçiliğinden hazzetmediği aşikâr “tarihçi-yazar” etiketli Ayşe Hür “Eğer Davutoğlu ulusçulukla hesaplaşacaksa Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman ve gayrimüslim tebaasını ulusçuluk ideolojisine ilgi duymaya iten yapıyla da hesaplaşmalı. Öte yandan bugün AKP iktidarı ulusçulukla hesaplaşmadığı gibi Türk-İslam Sentezi denilen dinsel soslu bir ulusçuluk politikası izliyor.” derken “akademisyen-siyasi aktivist-Taraf yazarı” Murat Belge “Hesaplaşılması gereken ulusçuluk sadece Kemalizm kaynaklı bir ulusçuluk mu? Ama bir tek onunla değil. Kemalist olmayan hatta son günlerde Kemalizme de yaklaşan Türk İslamcı milliyetçilik var. Bununla hesaplaşmayıp sadece öbürüyle hesaplaşmak ulusçulukla hesaplaşmak değil.” Kadir Has Üniversitesi Rektör Yardımcısı-Sabah yazarı Prof. Hasan Bülent Kahraman ise Davutoğlu’nu teyiden: “Elbette gelmiştir. Türkiye 19. yüzyılın bu düşünce sistemini kendi geç kalmış ulus devletini kurarken yaşadı. Fakat 1930’lardan başlayarak 1950’ye kadar ırkçılıkla da kararak kullandı. Bugün yaşadığımız sorunların altında o dönemin hatalarının olduğunu bilmek gerekir. Bu bakımdan görüş doğrudur ve yerindedir.” demiş.
Evet, sol-liberal aydınlara göre asıl hesaplaşılması gereken Türk-İslam kültürünü esas alan milliyetçiliktir. Son dönemlerde İslamsız milliyetçilik olarak da adlandırılan ve “ulusalcılık” adı verilen neo-Kemalizm hedef tahtasına oturtulmuş görünmekle birlikte gerek sol-liberal okur-yazar takımının gerekse etnik ayrılıkçıların ve onların destekçilerinin asıl hedefi Müslüman Türk kimliğine dayalı milliyetçilik anlayışıdır. Hükümet partisinin, memleketin ana gövdesini dikkate alarak millî temaları zaman zaman gündeme getirme politikası bu zihniyet tarafından “dinsel soslu milliyetçilik” olarak eleştiriliyor. Dolayısıyla bu kesim Türkiye için milliyetçiliğin ne mana taşıdığını aslında çok doğru anlıyor ama tasvip etmediği, daha doğrusu kökten karşı olduğu için mahkûm etmeye çalışıyor.
Ayşe Hür’ün şu sözleri de bu zihniyetin arka planını anlamak açısından önemli: “ Eğer Davutoğlu ulusçulukla hesaplaşacaksa Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman ve gayrimüslim tebaasını ulusçuluk ideolojisine ilgi duymaya iten yapıyla da hesaplaşmalı.” Demek ki neymiş? Osmanlının müslim-gayrimüslim tebasını ulusçuluğa bizim sistemimiz itmiş. Yani Rumlar, Sırplar ayaklanırken, Ermeniler onları takip ederken bu topluluklar buna bizim tarafımızdan mecbur bırakılmış oluyor. Tıpkı bugün Kürtler gibi. Türk-İslam kimliği de bu meyanda çok tehlikeli addediliyor. İşte gerek Ak Parti’nin gerekse diğer partilerin anlaması gereken kritik nokta burasıdır: Bu ülkenin medyasında köşe ve ekran sahibi kılınanlar bu milletin iki temel değeriyle Türklüğü ve Müslümanlığı ile kavgalı. Medyada meşruiyet sağlamak için bu zümreye fazlasıyla itibar edildiği açık. Onların ise kendi milletlerinin değerleri ve mukaddesleriyle kavgası berdevam. Buna mukabil, milliyetçiliği ırkçılıkla eş tutan ve herhalde bir kitabını dahi okumadıkları Ziya Gökalp’e ırkçı diye yaftalayan bazı İslamcı yazarların bu koronun argümanlarına itibar etmesi de gerçekten düşündürücü ve hazin.
Akademik açıdan bakıldığında Osmanlı Devletinin dağılma döneminde Osmanlı’ya tâbi gayrimüslim tebaa içindeki milliyetçilik hareketlerinin etkili olduğu doğru bir tespit. Ne var ki bu dağılma sürecini salt “ulusçuluğa” indirgemek de yanlış olacaktır. Öte yandan, Yunan ve Sırp isyanlarıyla başlayan süreç, belirgin şekilde 20. Yüzyıl başlarında Müslüman anasır arasında da etkisini hissettirecektir. İşte Türk milliyetçiliği fikri bu dağılmaya karşı Osmanlı İmparatorluğunun kurucu aslî unsuru olan Türklerin de kendi hak ve hukukunu yeniden tanımlaması için önce fikrî ve kültürel planda, imparatorluktaki özellikle gayrimüslimlerin ayrılıkçı hareketlerinin yoğunluk kazanması üzerine de siyasî alanda kendini gösterdi. Kısacası Türk milliyetçiliği bu topraklarda bir nefsi müdafaa hareketi oldu. Bazı İslamcıların zannettiği gibi Osmanlı İmparatorluğunun bölünmesine sebep olanlar Türkçüler ve Türk milliyetçiliği değildir. Türk milliyetçiliği düşüncesinin mensupları Balkan felaketi döneminde, Türk Ocaklarını, parçalanan bu devletin ve vatanından sökülüp atılmak istenen Türklüğün yeniden dirilişi için kurmuşlardır.
Gerek imparatorluk döneminde gerekse Cumhuriyetin kuruluş aşamasında Osmanlı bakiyesi Müslüman ahali, etnik köken ve hatta ana dil ayırımı yapılmaksızın Türk tanımı içinde mütalaa edildi. 1924 Anayasasında ifadesini bulan bu kapsayıcı Türklük tanımı esasen Osmanlı geçmişiyle de uyumluydu. Zira Osmanlı çağlarında Türk ve Müslüman neredeyse birbirinin eşanlamlısı olarak kullanılıyordu. Burada Osmanlı kroniklerinden, gazavat-nâmelerinden, Saltık-nâme gibi menakıb-nâmelerden örnekler verecek değilim. Bunlar aslında bilenlerin malumu…
Türklüğün bir etnisiteye indirgenerek tarihî Türklük bağlamından kopartılmasından kaynaklanan yaklaşımlar doğru değildir. Öte yandan 1930’larda tarih ve dil tezleriyle Osmanlı ve Selçuklu geçmişini göz ardı eden bir milliyetçilik anlayışının benimsendiği de vakıadır. Ne var ki bu denemeden daha Atatürk’ün sağlığında vaz geçildiği, dildeki aşırı tasfiyeciliğin Gazi’yi de rahatsız ettiği, Osmanlı mirasına iade-i itibar anlamına gelecek tarih çalışmalarının bizzat Atatürk’ün himayesinde gerçekleştirilmeye başladığını da teslim etmek lazımdır. Aşırı batılılaşma ve Osmanlı-İslam mirasının reddinin yol açtığı sapmalardan sonra geleneksel Türk milliyetçiliği İslam dini ve Türk kültürünü esas alan çizgide gelişmiştir. Şüphesiz bu ana damarın dışında anlayışlar da olmakla beraber 2000’lerde yükselen ve ulusalcılık olarak ayrıştırılan çizgi dışındakiler marjinal kalmıştır.
Son olarak şunu belirtmeliyiz: Bugün yapılması gereken, on yıllardır devam eden etnik fitneye adeta teslim olarak ayrışmayı derinleştireceği açık olan birtakım tavizlerle yükselen etnik milliyetçiliği yatıştırmaya çalışmak değil; farklılıklarımıza saygı göstermek, ana dili konuşma ve öğrenmeyi serbest kılmakla ile birlikte Türk milleti kavramının bin yıllık beraberlik için oluşan birliğin mayası olduğunu idrak etmek, ana dilde değil millî dilde yani Türkçe eğitimi savunmaktır. Bu ülkede yaşayan herkesin ortak iyiliği bunu gerektirir.