Türkiye, esasen 2011 yılında “ustalık” diye adlandırılan ama nispeten uzun süreli bir tek parti iktidarının “kemâl” dönemi olması gerekirken daha ziyade “celâl”, “te’dip” ve “tekebbür” devri olarak tezahür eden bir süreci yaşamaktadır. 2010 referandumu ve 2011 seçimleri ile pekişen siyasî gücün, makul ve mutedil bir özgüven yerine “kim tutar seni” tarzında bir kof övgü patlamasının tetiklediği savrulmalara yol açtığını tecrübe ettik. Dokuz yılın ardından olağan beklenti daha sağlam, müstakar bir ülke yönetimine doğru ilerlemekti ama maalesef yaşadığımız, kaotik ve kavgalı bir üç yıl oldu. Şüphesiz bunda etrafımızda cereyan eden sözde Arap baharı, Suriye iç savaşı vb. hadiselerin de etkisi var ama meselenin önemli bir veçhesi iktidarı oluşturan koalisyonun çatırdaması, güç mücadelesinin yeni bir aşamaya gelmiş olmasıdır. Bu kaosun görünürdeki en önemli boyutunu ise Hizmet cemaati ile hükümet partisi arasındaki gerilim teşkil etmektedir. Ne var ki arka planda “Yeni Türkiye” iddiasının örttüğü PKK ile müzakere ve çözü(l)m(e) süreci, Irak’ın kuzeyindeki yapı ile tasarlandığı ileri sürülen siyasî proje, kısacası üniter millî Türk devletinin yerine bir Türkiye-Kürdistan (kon)federasyonu projesinin yattığına dair görüşler artık yaygın bir şekilde tartışılmaktadır.
17Aralık tarihinde bazı bakanlara karşı başlatılan yolsuzluk ve rüşvet operasyonu hükümet ve destekçisi medya tarafından, tıpkı daha önceki MİT krizi gibi “hükümete karşı darbe teşebbüsü” olarak ilan edilmiştir. Bunun ardından “paralel devlet” iddiasıyla başlatılan kampanya son günlerde hukukî bir sürece konu olmuş ve çok sayıda emniyet mensubunun gözaltına alındığı bir operasyon başlatılmıştır. Bu operasyondan önce, Türkiye tarihinin daha önceki dönemlerinden aşina olduğumuz üzere maksada muvafık bir mahkeme yapısı oluşturulduğu ifade edilmektedir. Bunun gerekçesi olarak ise “paralel yapı”nın hukuk sistemine nüfuz etmesi yüzünden yeni bir yapıya ihtiyaç duyulması gösterilmektedir. Böylece, başlatılan sürecin evrensel hukuka uygun yürümeyeceği daha bu ilk adımdan, yanlış iliklenen ilk düğmeden bellidir. Bu ilk “dalga”yı, önceki tecrübemizin ve hükümet yetkililerinin açıklamaları ışığında, yenilerinin takip etmesi kuvvetle muhtemeldir.
Yakın geçmişte, “paralel yapı” olarak tavsif edilen kesim de “askeri vesayet”i sona erdirme adına başlatılan operasyonlarda hükümetin bir numaralı destekçisi olarak bu hatayı yapmıştı. Türkiye’nin, daha önceki devirleri bir yana bırakalım, yakın geçmişte, 28 Şubat süreci ve 2002’den sonraki dönemde askerî kesimden gelen hukuk ve meşruiyet dışına taşmış eylemlere sahne ve şahit olduğu bir vakıadır. Ama süreç içinde yaş-kuru ayırımı yapılmadan toptancı bir yaklaşımla pek çok haksızlık yapıldığı gibi bu memleketin en sağlam kurumlarından biri olan ordusu da, bir kısmının şaibeli olduğu ortaya konulan dijital delillerin de kullanıldığı mahkeme süreçlerinde yıpratılmıştır. 2010’larda Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler karşısında olsun, PKK-PYD’nin muhtemel saldırıları karşısında olsun maneviyatı sağlam bir askerî güce ihtiyacımız izahtan varestedir. Bahse konu yargılamalarda varılan sonucun, milletimizin değil, Türkiye’nin iddia ettiği “emperyal” vizyonun başarısız olmasını planlayan büyük küresel aklın beklentilerine uygun olduğu açıktır.
Türkiye bu tecrübeyi yaşadığı halde, bugün de benzer yöntemlerle bir başka operasyon yürütülmekte olup sürecin ve sonucun benzer olması kuvvetle muhtemel görünmektedir. Bir hukuk devletinde elbette ki suç işleyenler veya suç işlediği yolunda kanıtlar bulunanlar muhakeme edilmelidir. Ne var ki yargılamanın adil ve evrensel kurallara uygun bir şekilde yapılması elzemdir. Bütün ileri demokrasi iddialarına rağmen hâlâ insan hakları konusundaki durumumuz maalesef iç açıcı değil. Nitekim AKP hükümetinin en tecrübeli bakanlarından Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın geçtiğimiz günlerde sarf ettiği şu sözler bu gerçeği teslim etmektedir: " Hala maalesef 'İleri bir demokrasi olduk' diyecek konumda değiliz.”
* * * * * * * * * * * *
Türk Ocakları olarak içinden geçtiğimiz süreçte bazı temel kavram ve ilkelere; millî devlet, hukuk devleti kavramlarının aşındırılmamasının, adalete, emaneti ehline vermeye dayalı liyakat sisteminin yerini körü körüne sadakati esas alan bir biat ve itaat anlayışının tehlikelerine dikkat çektik. Türkiye’nin yaşadığı fetret dönemiyle ilgili konularda, polise yönelik operasyondan çok önce açıklamalar yaptık. Özellikle basın açıklamalarımız, Anadolu Ajansı başta olmak üzere bütün medya kuruluşlarına gönderilmektedir. Ne yazık ki bunlar basınımızın ilgisine mazhar olamamıştır. Hükümetin Öcalan ve PKK’yla müzakere siyaseti bağlamında, daha çözüm süreci denilen hadise başlamadan önce de bu konuda eleştirilerimizi ve çekincelerimizi yazdık, Suriye'deki gelişmelerle ilgili de yazdık, çözüm paketleri hakkında da yazdık. Başkaları susarken, milliyetçilik ayaklar altına alınırken de yazdık, eyalet sistemi savunulurken de...
Nihayet Cemaat-Hükümet kavgası başladığında Ocak ve Şubat aylarında demokrasi ve hukuk devleti vurgulu yazılar yazdığımız gibi bütün şubelerimiz bu konularda koordineli şekilde faaliyet yaptı. Bu mesele hakkında adalet ve ehliyet gibi devlet yönetiminde son derecede kritik olan iki ilkeye vurgu yaptık. “Küfr ile dünya durur ama zulm ile durmaz” (yani ancak adil bir devlet düzeninin yaşayabileceği, yöneticileri Müslüman da olsa zulmün hâkim olduğu bir sistemin yıkılacağı) evrensel ilkesini hatırlattık. En son IŞİD’in Musul’u işgali, Türkmenleri yer ve yurtlarından etmesi; Kerkük’ün bir kurşun atmadan Barzani’nin eline geçmesi ve diğer gelişmeler hakkında 15 Haziran'da Türk Milletine başlıklı eleştirel bir bildiri yayınladık ama onu da büyük medyada pek göremedik.
Türk Ocakları bugün, bu milletin ölüm-kalım savaşı verdiği bir dönemde kurulmuş olduğunun şuurunda olarak milletimizin birliği, devletimizin bekası ve Türk-İslam medeniyetinin yeni çağın gerekleri doğrultusunda yeniden ihyası davası peşindedir. Kurucularımızın vasiyeti gereği “gündelik parti siyaseti”nin dışındayız, ama genel siyaset ve ülkenin gidişatı bizim öncelikli ilgi alanlarımızdan biridir. Bu açıdan bakıldığında güncel "kavga"da biz sadece ve yalnızca hukuku ve adaleti savunuruz. Dün nasıl özünde haklı ama uygulamada yaş-kuru demeden ve usulde adaleti yerine getirmekten ziyade intikam saikiyle yürütülen yargılamalar yanlış idiyse bugün de daha soruşturma başlamadan darağaçlarının kurulması yanlıştır. Bu “kavga”nın iki tarafının da anlaması ve temellük etmesi gereken “hakikat” budur. Menfaat ve tabasbus dürtüsüyle hareket edenlerden hakkaniyet beklemeyecek kadar gerçekçiyiz. Bu noktadaki beklentinin muhatabı, taraflarda hakkaniyet duygusunu muhafaza edebilen, dünyevî çıkarların tutsağı olmayanlardır.
* * * * * * * * * * *
2013 yılı sonunda başlayan Hükümet-Cemaat kavgası yüzünden Türk demokrasisi maalesef derin bir yara almış, hukuk devleti ve adalet kavramları onarılması güç bir tahribata uğra(tıl)mıştır. Bu çekişmenin gölgesinde Türkiye’nin temel idarî yapısı, siyasî düzeni, kısacası devlet sistemi dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Ülke topraklarının bir kısmında PKK-KCK unsurları fiilî hâkimiyet kurmuş, yol kesme, bayrak indirme, vergi(haraç) toplama gibi eylemler sıradanlaşmıştır. Sınırda meydana gelen ve üç şehit verdiğimiz çatışmada Genelkurmayın PKK-PYD unsurları olarak tespit ettiği unsurlar, “çözüm süreci”nin akamete uğramaması adına Sayın Başbakan tarafından PKK’lı değil PYD’li olarak adlandırılmıştır(PYD’nin PKK’nın Suriye kolu olduğu malumdur).
Türkiye topraklarının önemli bir kısmını da kapsayan “Kürdistan” inşası gibi hayalî değil gerçek bir devlet kurma teşebbüsü ortada iken bir cemaatin devlet kadrolarında hâkimiyet kurma faaliyetinin en büyük tehlike olarak görülmesi ne denli doğrudur? Elbette ki hiçbir devlet, bir cemaatin, tarikatın veya başka grubun, şayet varsa, devleti “ele geçirme” girişimini hoş göremez. Özellikle emniyet ve adalet teşkilatında söz konusu cemaat mensuplarının cemaat asabiyesi ile başka cemaatlere mensup olanların veya sadece bir fert olarak oralarda görev yapanların hak ve hukukunu çiğnediğine dair yaygın bazı iddialar var. Mamafih, “ne istediler de vermedik?” diyen bir yaklaşımın bu konuda öncelikle kendi pozisyonunu, devlet, hukuk ve demokrasi konusundaki tutumunu esaslı bir özeleştiriye tâbi tutmadan, sadece “cadı avı” mantığıyla, varsa söz konusu problemi sağlıklı bir çözüme kavuşturacağını düşünmek kolay değil.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve sonrasında meydana gelmesi muhtemel gelişmeler birlikte düşünüldüğünde Türkiye’nin sıcak yazının uzun olacağını ileri sürmek kehanet sayılmayacaktır. Her kesim ve kademeden “muktedir”lerin, gücünün zirvesinde olduğunu düşünenlerin her gün hatırlaması gereken kadim ilkemizi tekrarlayalım: Adalet mülkün, yani ülkenin, yönetimin, devletin temelidir. Yönetimde ise adalet, istişare ve liyakat ilkelerinin titizlikle uygulanması esastır. İstişare, rıza ve biatten farklıdır; istişare en geniş fikir birliğini elde etmenin yöntemidir: “Meşveretten kimse hüsran bulmadı/meşveret eden peşiman (pişman) olmadı”.
Malum olduğu üzere adalet, herkese hakkı olanı vermek, hakkı ve hukuku yerli yerine koymaktır; bunun zıddı ise zulümdür. Henüz şüpheli veya sanık olanlara mahkûm muamelesi yapmak evrensel hukuka aykırıdır. Kaldı ki, hırsıza da, uğursuza da, suçluya da layık olduğu ceza verilirken dahi adil davranılmalıdır. Âdil bir yönetici sempati ve antipati ile değil adalet duygusu ile hareket etmelidir. Unutmayalım ki, bizim medeniyetimizin temeli adalet ve merhamettir.