Bütün dünya olarak hepimizi âdeta esir alan bir virüsle mücadele ettiğimiz bir yılı geride bıraktık. Bu bela, aşılamanın başlamasına rağmen mutasyonların yarattığı belirsizliğin de etkisiyle, bu yıl da bütün hayatımızı etkilemeye devam edecek gibi görünüyor. Ekonomiden eğitime, sosyal ilişkilerden kişilerin ruh sağlığına kadar çok derin etkiler yapmakta olan bu salgın, elbette dünya siyasetinde de ülke siyasetinde de bir takım mühim değişiklikleri beraberinde getirdi ve getirecektir. Ancak bazı önemli problemlerimiz, pek de değişmeden devam etmektedir. Yaşadığımız coğrafya, küreselleşme, dünyanın bir köy hâline gelmesi vb. iddialara rağmen pek çok ilişkimizi ve meselemizi şu veya bu derecede belirlemeye devam edecektir.
Bütün değişmelere rağmen tarihimizden getirdiğimiz değerlerimiz, kültürümüz, inancımız kimliğimizin ve dünyadaki algımızın şekillenmesinde en önemli unsurlar olmaya devam edecektir. Kısacası bütün bu büyük değişime rağmen Türkiye coğrafyasında Müslüman Türk Milleti olarak önümüzdeki süreçte de en önemli mücadele alanımız, varlık ve beka meselemizdir.
Bu girizgâhı yapmamızın sebebi şudur: Türkiye, Kafkaslardan Libya’ya uzanan hatta çok çeşitli konularda kendi varlığına ve bütünlüğüne, yüksek çıkarlarına halel getirecek tehditlerle yüz yüze… Etnik ve mezhebî bölünmeye matuf bütün kışkırtmalara rağmen millî bünyesi güçlü ama özellikle Suriye’nin kuzeyindeki PKK Devletçiği yapılanmasının uzun vadede yol açabileceği tehlikeleri görmezden gelemeyeceğimiz aşikâr… İç siyasetteki gerilimler, küreselleşme sürecinin çeşitli araç ve aletlerinin etkileri, ülkedeki bazı cemaat ve tarikatların “din adına” yaptıkları ama toplumun bazı kesimlerinde tepkiyle karşılanan söylem ve eylemleri, eğitim sistemimizin yetersizlikleri vb. bir dizi etkenin toplumun inanç yapısında sarsıntılara yol açtığı kanaati de güçleniyor. Bunlara daha başka eklenebilecek hususlar da var şüphesiz. İşte, bu problemlerimizin; salgının sosyal, ekonomik ve psikolojik etkilerinin de katkısıyla önümüzdeki süreçte daha ciddi bir hâl alabileceği ihtimalini akla getirmektedir.
Türkiye’nin yakın geçmişte yaşadığı Balyoz-Ergenekon davaları, 17-25 Aralık süreci, 15 Temmuz darbe ve işgal girişimi gibi hadiselerin devlet ve toplum yapımızda derin yaralar açtığı muhakkak. FETÖ’nün maşa olarak kullanıldığı hain darbe girişiminin asıl hedefi de zaten bu idi. Buna karşı, kısa bir dönem hariç maalesef siyaset ve toplum olarak bütünlüklü bir mücadele veremedik. Devletin yeniden yapılanmasında tercih edilen yeni sistemin gerektirdiği düzenlemelerin gecikmesi, devlet-parti ilişkisi, TBMM’nin konumu, temsilde adalet gibi konuların muallakta kalmasına sebebiyet verdi. İçinde bulunduğumuz günlerde, bir kısmı incir çekirdeğini doldurmayacak konuların siyasetin sert gündemi hâline gelmesinde hiç şüphesiz bu belirsizlik ortamında “safları sıklaştırma”ya yönelik kaygılar rol oynamaktadır. Sistemin, Cumhurbaşkanı seçiminde getirdiği yüzde 50+1 zorunluluğu, siyasi parti enflasyonuna yol açmış; hiç birbirine benzemeyen partileri ittifaklarda buluşturmuştur. Önümüzdeki dönemde, seçim barajının düşürülmesi ve seçim çevrelerine dair düzenlemeler dâhil olmak üzere seçim kanunu, siyasi partiler kanunu konuları gündemde olacaktır.
Hiç şüphesiz ülkenin yönetimi, kalkınması ve refahı için siyaset kurumu son derecede hayati önemdedir. Bununla birlikte, sırf iktidara gelmek veya iktidarda kalmak için verilen sert mücadeleler ve toplumun gündemindeki ana sorunları göz ardı eden yaklaşımların millî varlık ve beka meselemiz açısından olumlu katkılar sağlayamayacağı açıktır. Türkiye, salgın dönemi öncesinde başlayan ve salgın şartlarının etkisiyle de giderek ağırlaşan ekonomik meselelerle karşı karşıyadır. Salgınla bir kez daha idrak ettiğimiz üzere tarım politikamızda ciddi sıkıntılar vardır. Önümüzdeki dönemde, iklim değişikliğinin de etkisiyle gıda ve su meselesinin, teknolojik gelişmeler kadar etkili olacağı ortadadır. Bunlara Doğu Akdeniz’deki mücadelede simgeleşen enerji kaynakları konusu da dâhildir.
ABD’nin Biden döneminde dünyada ve bölgemizde izleyeceği politikaların önceki dönemden daha hayırhah olmayacağı aşikâr… Nitekim ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Antony Blinkeni, henüz bakanlığı Senato’da onaylanmadan yaptığı bir açıklamada (20 Ocak 2021, basın), Türkiye için "sözde stratejik ortak" ifadesini kullanarak "Türkiye'nin NATO müttefiki gibi davranmadığını" ileri sürüp "Türkiye bir müttefik ama birçok açıdan müttefik gibi davranmıyor." diyen Blinken, "Bu bizim için büyük bir sınav, durumun farkındayız." demişti. Daha sonra ise DEAŞ ile Mücadele Uluslararası Koalisyonu ve ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı, terör örgütü PKK/YPG'nin uzantısı SDG'li teröristleri “tebrik” etti. Koalisyonun sözcüsü Wayne Marotto, teröristler için “Kürt savaşçılar” ifadesini kullanarak “Bugün Kobani Kurtuluş Günü. DEAŞ’ın yenilmez olmadıklarını gösterdiler. Güvenilir bir ortak oldukları için tebrik ediyoruz.” açıklamasını yapmış (26 Ocak 2021); ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı da bu sözleri alıntılayarak "Kobani'nin özgürlük günü kutlu olsun.” mesajını paylaşmıştır.
Sadece bunlar bile sözde müttefik ABD’nin İkinci İsrail Projesi’ne tam gaz devam edeceğinin ve güney sınırlarımızdan Doğu Akdeniz ve Batı Trakya’ya uzanan hatta ülkemizi kıskaca alma, kendi siyaseti doğrultusunda hareket etmeye “ikna” etmeye çalışacağını gösteriyor. Avrupa Birliği ile ilişkileri yeniden canlandırmaya yönelik açıklamaların ise belirli hedeflere yönelik olarak sarf edildiği söylenebilir. Gerçekçi olmak gerekirse Türkiye’nin AB’ye kabul edilmesi söz konusu olmamakla birlikte AB ülkeleri ile işbirliği imkânları geliştirilebilir. Öte yandan Türkiye’nin siyasi ve ekonomik alanlarda Rusya Federasyonu ve Çin gibi devletlerle ilişkileri de önümüzdeki süreçte çeşitli pürüzler ve sıkıntılarla karşılaşacaktır. Rusya ile Suriye’de hem gerilim alanlarımız hem de işbirliklerimiz var, Libya’da ise rekabet hâlindeyiz. İsrail, Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi, BAE gibi unsurların, Mavi Vatan konusunda attığımız olumlu adımları boşa çıkaracak girişimleri devam ediyor. Doğu Akdeniz ve Adaları Denizi’nde en uzun sınırlara sahip ülke olan Türkiye, Antalya Körfezi’ne sıkıştırılmaya çalışılıyor.
Türkiye, bir yandan da Türk Devletleri ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Ermeni işgali altındaki Azerbaycan topraklarının kurtarılması mücadelesinde, Azerbaycanlı kardeşlerimizle sergilenen işbirliği tarihe geçmiştir. Türk Keneşi güçlendikçe bölgemizde ve Türkistan coğrafyasında refah, barış ve istikrar da kökleşecektir. Türkiye, tarihinden getirdiği ve coğrafyasının da takviye ettiği yumuşak gücüyle son dönemlerde gerektiği hâllerde sahada da gösterdiği sert gücünü akıllıca kullanarak emperyalist güçlerin boyun eğdirme çabalarını boşa çıkaracak kapasiteye sahiptir.
Böylesine kritik ve kaygan bir zeminde sert iç politik söylemlerle ortamı gerginleştirmenin, ülkemize ve milletimize hiçbir yararının olamayacağı, tam tersine millî direncimizi ve birliğimizi zedeleyeceği izahtan varestedir. Siyasetin tabiatında olan rekabet ve mücadele elbette devam edecektir. Ancak gerek iktidar gerekse muhalefet partilerine düşen görev, bu mücadeleyi yaparken ortak değerlerimiz ve millî çıkarlarımız temelinde hareket etmektir. Gündemi ve milletin zihnini boş ve yararsız tartışmalarla meşgul etmek yerine enerjimizi, Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin kuvvetlenmesi için yapılması gerekenlere yoğunlaştırmaktır. Unutmayalım ki başka Türkiye yok ve Türkiye güçsüzse ne Türk Dünyası ne İslam âlemi ne de mazlum coğrafyalar rahat ve huzur bulabilir. Tarihin Türkiye’ye ve Türk Milleti’ne tevdi ettiği yükü omuzlamak yerine kayıkçı kavgasıyla iştigal etmeyi seçenler, tarih ve millet önünde sorumlu olacaklardır.