OSMANLI KURULUŞ VE KLASİK DÖNEMİNDE BİLİM VE BİLİM ZİHNİYETİ HAKKINDA BAZI NOTLAR[1]
Mehmet Öz[2]
Osmanlıların, esas itibarıyla tevarüs ettikleri tarihî mirası yeni şartlarda sürdürmenin dışında, İslam kültür ve düşüncesine orijinal katkılar yapmadıkları, sadece şerh ve haşiye niteliği taşıyan eserler kaleme aldıkları Osmanlılara yöneltilen tenkitlerin başında gelir. Bu konuda hakkaniyetli bir değerlendirme olarak Engin Akarlı’nın şu ifadesini hatırlatalım:
“[15 ve 16. yüzyılların] başarılarını anlayabilmek için, bunların İslam kültür geleneklerinin dingin çerçevesi içinde gerçekleştiğini, yani çoktandır belli bir olgunluğa erişmiş bir kültürün yeni bir parıltısı olduğunu görmemiz gerekir. Çağın hedefi yeni bir sosyokültürel gelişme başlatmak değil, yaşayan ve üstünlüğü sorgulanmayan bir geleneği daha da olgunlaştırmaktı. Dönemin tanık olduğu sosyopolitik yeniden-örgütlenmelerin de, kültürel gelişmelerin de rehberi, İslam uygarlığının uzun mirasıydı.”[3]
Osmanlılar, beylikten devlete geçiş sürecinde dönemin bilim ve eğitim-öğretim kurumları olan medreselerin önemini kavramıştı. İlk Osmanlı medresesi 1331’de İznik’te kuruldu. Bir kilise binası medreseye çevrilmiş ve bu medresenin başına da dönemin tanınmış bilginlerinden Kayserili Davud (Davud-ı Kayserî) getirilmişti. Hiç şüphesiz Anadolu’da Selçuklu ve Beylikler devrinden kalma önemli medreseler Osmanlı devrinde de faaliyetteydi ve Osmanlılar bu kuruluşların vakıf sistemi yoluyla devamını sağladılar.
Farklı yerlerde yetişen âlimler Osmanlı ülkesine geldiği gibi Osmanlı ülkesinden Türkistan, Mısır, İran vb. yerlere ilim öğrenmek için gidiliyordu. Gerçekten de Ankara, Kayseri, Konya vb. yerlerin yanında İran, Türkistan, Mısır ve Suriye gibi sahalardan önemli müderrisler Osmanlılar tarafından davet ediliyordu. II. Murad Devri’nde İran’dan getirilen Alaaddin-i Tusî ile Fahreddin, Osmanlı medreselerinin şöhretini arttırdı. Taşköprülüzade Ahmed’in meşhur Şakayık[4] adlı eserine dayalı olarak Hulusi Lekesiz tarafından yapılan bir araştırmaya göre[5] 14 ve 15. yüzyıllarda toplam 63 bilginden 15’i Mısır, 5’i Suriye, 7’si Maveraünnehir, 24’ü İran ve 12’si Anadolu’da yetişmiştir. Tefsir ve fıkıh konularında genellikle Mısır ve İran tercih edildi. Mehmed Fenarî, Ali Fenarî ve Şeyh Bedreddin gibi âlimler buralarda yetişti. Fetret Devri’nde Musa Çelebi’nin hükümdarlık ettiği sahada onun kazaskerliğini yapan, daha sonra bir isyan neticesinde idam edilen büyük fıkıh âlimi ve mutasavvıf Şeyh Bedreddin Mısır’da bulunmuştu. Matematik öğrenmek için Osmanlı bilginleri genellikle Semerkant’a gitmiştir. Kadızade-i Rûmî (Anadolulu Kadızade) diye anılan meşhur matematikçi ve astronom, Molla Fenarî’nin teşvikiyle gittiği Semerkant’ta Uluğ Bey ile tanışmış, rasathanenin başına geçmiş ve Uluğ Beğ’in Zîc’ini hazırlayan heyette bulunmuştur.
Dolayısıyla belli alanlarda temayüz etseler de bütün bu bölgelerde güçlü bir ilim geleneği vardı ancak İslam medeniyetinin duraklamasına paralel olarak buralarda artık daha çok eskiden yazılanların tekrarı veya eski eserlere şerh ve haşiye yazmak yaygın bir hâle gelmişti. Bazı alanlarda yeni hamleler ortaya çıkabiliyordu ama 20. yüzyıl sonlarına kadar akademik camiada genel manzaranın pek farklı olmadığı kanaati yaygındı. Bununla birlikte şerh ve haşiye tarzındaki eserlerin ilgili alanlara yeni açılımlar getirebildiğine dair veriler de yine son 20-30 yıldır bilim tarihi alanındaki çeşitli araştırmacılar tarafından ortaya konulmaktadır.
Osmanlı âlimlerinin eserlerinin konuları ve nitelikleri hususunda Şakayık’taki verilerden hareketle ve Hulusi Lekesiz’in[6] yaptığı bir değerlendirmeye göre 14-15. yüzyıllarda toplam 138 eserin 24’ü telif, 114’ü ise şerh, haşiye, ta’lik ve tercümedir. 16. yüzyılda ise 118 eserin 11’i telif, 107’si şerh vb.dir. Telif eserlerin yazıldığı alanlar bakımından vaziyet şu şekildedir: 14-16. yüzyıllardaki toplam 35 eserin 2’si tefsir, 5’i fıkıh, 1’i kelam, 3’ü tasavvuf, 7’si tarih-edebiyat-ahlak, 7’si ise akli bilimler alanındadır. Aynı dönemde şerh, haşiye, tercüme olarak kaleme alınan 221 eserin ise 19’u tefsir, 5’i hadis, 59’u kelam, 21’i akaid, 6’sı tasavvuf, 30’u tarih-edebiyat-ahlak, 46’sı akli bilimler alanıyla ilgilidir. Akaid ve hadis alanlarında telif eser yokken şerh, haşiye ve tercümelerin olması, kelamda ise 1 telife karşılık 59 şerh vb.nin yazılmış olması dinî bilimlerde telif eser yazmanın pek rağbet görmediği, buna mukabil önceden yazılmış eserlere şerh, haşiye vb. yazıldığı anlaşılmaktadır.
Osmanlı dönemi bilim alanları genellikle aklî ve naklî bilimler olarak tasnif edilir. Bu iki alanı dinî ve dünyevî olarak anlamak yanlıştır. Aklî bilimler içinde dinle ilgili konular da yer alırken doğal olarak dinî bilimlerde de dünyevî bilgilere yer verilir. Bu noktada, klasik dönem Osmanlı ilim anlayışı ve dönemin bilginleri hakkında Taşköprülüzade Ahmed’in (1495-1561) iki abidevi eserinin çok öğretici bilgiler ihtiva ettiğini vurgulamak gerekir. Şakayık’ta dönemine kadar yaşayan âlimleri anlatan yazar, Mevzuatü’l-Ulûm’da dönemin anlayışına göre ilimleri tasnif eder. Bütün bilimleri yedi ana başlık (devha=ulu ağaç) altında toplayan Ahmed’e göre bütün bilginin ve özellikle manevi bilimlerin amacı Tanrı’yı bilmektir. Bir talebe bütün bilimleri öğrenmelidir çünkü bunlar tek bir dünyayı oluşturmada birbirlerini tamamlarlar. Kısacası bütüncü/küllî bir bilim anlayışı vardır.
Ana bilim dallarının şubeleri ve bu şubelerin de alt dalları vardır. Taşköprülüzade’ye göre 7 ana ilim alanı şunlardır: 1) Hat İlimleri (Ulum-ı hattiye), 2) Söz İlimleri (Ulum-ı lafziyye=gramer, fonetik, sözdizimi, lügat ilmi, etimoloji vs. [sarf ve nahiv]), 3) Mefhum ve Mantık İlimleri (Ma’kulat-ı Sâniye), 4) Felsefe ve Varlık İlimleri (Ulum-ı hikemiye ve ahval-i mevcudat-ı hariciye=teorik aklî bilimler, yani genel ilahiyat, tabii bilimler, matematik vb.), 5) Amelî Hikmet (pratik aklî bilimler=ahlak, siyaset ilmi), 6) Şer’î İlimler (Kur’an, hadis, tefsir, kelam, fıkıh vb.), 7) Ulum-ı Bâtıniye (batınî bilgiler).[7]
Fatih Devri’ne kadar geçen sürede, Osmanlılarda hem aklî hem de naklî bilimlerde önemli bir ilmî birikim oluşmuştu. Bununla birlikte gerek kendi şahsiyeti gerekse İstanbul’un fethini müteakiben burayı bir cihan devletinin merkezi yapmak yönündeki gayretleri neticesinde, İstanbul başta olmak üzere Osmanlı ülkesinde bilimsel açıdan büyük gelişmeler yaşandı. Fatih açık görüşlü, dünyayı tanımaya meraklı bir hükümdar olarak İslam âleminin önde gelen âlimleri ve sanatçılarını sarayına topladığı gibi Hristiyan ve Yahudi bilgin ve danışmanlarla da yakın ilişkiler kurmuştu. Onun bir filozof olduğunu söyleyen Kritovulos’a göre Fatih, Arap ve İran edebiyatı hakkındaki mükemmel bilgisinin yanında Yunan filozoflarının Arapça ve Farsçaya çevrilmiş eserlerini inceler, bilgisini genişletmeye çalışırdı.[8] Uluğ Bey’in yanında yetişen meşhur Ali Kuşçu’yu İstanbul’a getirmek için gayret göstermiş ve neticede bunu başarmıştır.
Bu vesileyle belirtmek gerekir ki, klasik dönemde ulemanın fikir ürettiği, bilim yaptığı ortamın sınırlılıkları da vardı şüphesiz. Âlimler bazen görüşleri bazen de siyasi sebepler dolayısıyla takibata uğrayabiliyordu. Bu konuda örnek çok olmakla birlikte, Fatih Devri’nde Sinan Paşa’nın uğradığı mağduriyet iyi bilinenlerden biridir. II. Bayezid Devri’nde daha ağır bir akıbete uğrayan talebesi Molla Lutfi’nin, Fatih tarafından İstanbul’a getirilen Ali Kuşçu’nun derslerinde öğrendiklerini hocası Sinan Paşa’ya naklettiği de kaynaklarda sıkça zikredilen bir husustur. Saray kütüphanesinde hafız-ı kütüplük yaptığı dönemde Fatih ile şakalaşacak kadar yakın dostluk kuran Lutfi, Sinan Paşa’nın padişahla arasının açılıp Seferihisar’a sürülmesi sırasında onunla beraber gitti. Beş yıl sonra Fatih’in ölümünün ardından yine Sinan Paşa ile birlikte İstanbul’a döndü. Dinî ilimler sahasında olduğu gibi, matematik dahil müspet bilimlerde de yetkin bir bilim adamı olan ve Taz’ifü’l-Mezbah adlı eserinde bilim tarihinde “Delos meselesi” (küpün hacmini iki katına çıkarmayla ilgili) diye bilinen bir matematik problemini ele alan Molla Lutfi’nin II. Bayezid Devri’nde mülhidlik suçlamasıyla idam edilmesi de Osmanlı bilim ve düşünce tarihinin trajik olaylarından biridir. Şakaik yazarı Taşköprülüzade dahil pek çok âlim ve tarihçi onun asla zındık veya mülhid olmadığını belirtmiş; talebesi olan Kemalpaşazade’nin, Yavuz Sultan Selim kendisine Molla Lutfi’nin idam sebebini sorduğunda “Hased-i akran belâsına uğradı” cevabını aldığını Hoca Sadettin Efendi yazmıştır.
Klasik dönem bilim hayatının en trajik olaylarından biri de meşhur matematikçi ve astronom Takıyyüddin’in III. Murad’ın izniyle Tophane sırtlarında kurduğu rasathanenin devlet adamları ve ulema arasındaki çekişmelere kurban edilerek yıktırılması olmuştur. Astronomi (ilm-i hey’et) ile astroloji (ilm-i nücum) arasındaki dengede ikincisinin ağır bastığı, esasen Takiyüddin’in de müneccimbaşı olduğu dikkate alındığında Şeyhülislâm Kadızâde Ahmed Şemseddin Efendi’nin, “Rasathaneler bulundukları ülkeleri felakete sürükler.” şeklindeki fetvası ile yıktırılmasının dönemin zihniyeti açısından da öğretici olduğu anlaşılır.
Klasik dönem Osmanlı bilim hayatında -özellikle Takiyüddün tarafından kurulan rasathanenin yıktırılması sonrasında- meydana gelen olumsuzluklar konusunda genellikle Kâtip Çelebi’nin Mizanü’l-Hakk fî ihtiyari’l-ehakk adlı eserindeki tespit ve tahlilleri esas alınır. Kâtip Çelebi’nin yorum ve hükümleri, dönemine genelleştirilir. Çelebi, Emeviler ve Abbasiler döneminde hikmet (felsefe) ve şeriatı birleştiren eserler yazıldığından bahseder. Daha sonra bazı cahillerin sadece taklit ile yetinip felsefe bilimlerini kötülediklerini, Osmanlı Devleti’nde de Sultan Süleyman Devri’ne dek hikmet ile şeriatı uzlaştıran gerçek araştırıcıların ün kazandığını, Fatih’in kurduğu Sahn-ı Seman medreselerinde, Vakfiye’de belirtildiği üzere Haşiye-i Tecrid ve Şerh-i Mevakıf derslerinin okutulduğunu belirtir ve ekler: “Sonra gelenler, ‘bu dersler felsefiyâttır’ diye kaldırıp Hidâye ve Ekmel derslerini okutmayı akla uygun gördüler. Yalnız bunlarla yetinmek akla uygun olmadığı için ne felsefiyat kaldı ne Hidâye kaldı ne Ekmel.”[9] Kâtip Çelebi’nin tespitleri elbette önemlidir ancak bunlara dayanarak müspet bilimlerin ortadan kalktığı iddia edilemez.[10]
Osmanlı bilim hayatının tartışılan yönlerinden biri de beşik ulemalığıdır. Osmanlılarda Kanunî Devri’ne gelene kadar sadece Fenarîzadeler (Molla Fenarî [ö. 1431] soyundan gelenler) olağan yükselme sisteminin dışında, ayrıcalıklı bir konumdaydı. Kanunî Devri’nde, hocası Hayreddin Efendi’nin (ö. 1543) gayretleriyle çıkarılan Hocazadeler kanunu ile mevali (üst düzey ulema) çocukları yirmili yerine daha üst düzey medreselerde göreve başlar oldular. Gelibolulu Mustafa Âlî bunu şöyle eleştirir:
“Pes evlâd-ı etrâk nice şugl etsinler, medâris-i hâliyede nice tahsil-i ilm etsinler; anların evahir-i ömrlerinde varamayacakları mansıba bir çelebi şeref-i nesebi hasebiyle sabâ âleminde vâsıl olur.” Yani köylü Türk çocukları ne yapsın, nasıl bilim öğrensin? Onların ömürlerinin sonunda varamayacağı bir makama ulema ailesine mensup biri, soyu dolayısıyla daha çocukken erişir.
Bu, ulemada kastlaşma olarak yorumlanabilir mi? Üst düzey medreseler hakkında yapılan bazı çalışmalar üst düzey ulema kesimi hakkında bir kanaat oluşturabilir. Fahri Unan’ın Fatih Külliyesi hakkındaki araştırmasından bazı bulgular örnek olarak verilebilir. Buna göre Külliye’de görev yapan ulemanın 16. yüzyılda yaklaşık yüzde kırkı ulema ailelerinden geliyorken bu, 18. yüzyıl başlarında yüzde 60’ın üzerine çıkmıştır. Bununla ters orantılı olarak 16. yüzyılda halk kesiminden gelenlerin oranı yüzde 50’den yüzde 30’a düşmüştür.[11] Fatih Medreseleri üst düzeydi, hiç şüphesiz daha alt düzeydeki medreselerde mütevazı kökenlerden gelenlerin oranı daha yüksek olabilir. Bununla birlikte 16. yüzyılın ikinci yarısının keskin gözlemci ve eleştirmenlerinden Mustafa Âlî’nin yorumunda büyük ölçüde haklılık olduğunu söylemeliyiz.
Yazımıza 16. yüzyıldan sonra bilim alanında yaygın zihniyete dair kısa bir değerlendirmeyle son verelim. Hiç şüphesiz Osmanlı düşünce ve bilim hayatında sonraki yüzyıllarda da farklı görüş ve düşünceler var olmaya devam edecektir. 16. yüzyılda, Osmanlı ilim geleneği daha ziyade Fahreddin Razi’nin akılcı mektebine mensup olsa da İbn Teymiyye’nin düşüncelerinden etkilenen selefî zihniyette âlimlerin bulunduğu da bir gerçektir. IV. Murad ve IV. Mehmed devirlerinde tarikat çevrelerine ve tasavvufa karşı şiddetli bir mücadele yürüten, dine sonradan giren her şeyi bid’at sayarak bunlara savaş açan Kadızadeliler, neticede Köprülü Mehmed Paşa tarafından sürgüne gönderildiyse de aynı ekolden Vanî Mehmed Efendi, IV. Mehmed Devri’nde daha sonra padişah hocası olabilmiş, ancak Viyana kuşatması sonrasında gözden düşmüştür. Bu zihniyete mensup bir kişinin şu sözleri, bu yüzyılda bu kesimin felsefeye nasıl baktığının açık bir ifadesidir:
“Kelâm-ı felsefe fülse değer mi/Ana sarraf-ı keyyis baş eğer mi/ Mantıkîler olur ise gam değil/ Çünkü onlar ehl-i imandan değil.” (Felsefe beş para etmez, akıllı sarraf ona aldanmaz, felsefe ile iştigal edilenler önemli değil, çünkü onlar zaten mümin değildir) Bu zihniyete karşı gerek ulema gerekse tasavvuf çevrelerinden eleştiriler her zaman gelecektir. Günümüzde de bolca örneklerini gördüğümüz Kadızadeli zihniyetine karşı mutasavvıf Niyazi-i Mısrî’den bir örnekle bitirelim:
“Bugün bir meclise vardım oturmuş pend [öğüt] eder vaiz
Okur açmış kitabını bu halkı ağlatır vaiz
İki bölmüş cihan halkın birini cennete salmış
Eliyle kürsüden birin tamuya sarkıtır vaiz
….
Çıkar ağzından ateşler, yakar şeytan-ı mel’unu
Sanırsın yedi tamunun azabı kendidir vaiz
Tamuyu şöyle doldurmuş, içinde yok duracak yer
Ana [Ona] yerleştirir halkı, acib hizmettedir vaiz.”
[1] Bu yazıda, dipnotlarda gösterilenler dışında TDV İslam Ansiklopedisi’nin “Ali Kuşçu”, “Takiyüddin”, “Kadızade-i Rumi”, “Molla Lutfi” maddelerinden yararlanılmıştır.
[2] Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi. Türk Ocakları Genel Başkanı.
[3] 16. yy.dan 18. yy.a Çağdaş Kültürün Oluşumu, haz. Engin Akarlı ve başkaları, İstanbul 1986, s. 19.
[4] Eş-Şakâ’iku’n-Nu’maniyye fî Ulemâi’d-Devleti’l-Osmâniyye adlı bu eser Edirneli Mecdi tarafından Türkçeye çevrildi ve daha sonraki dönemlerin uleması hakkında Nevizade Atayî gibi âlimler zeyiller yazdı, günümüzde de eser Arapça aslı ve Türkçe tercümesiyle (2019) ve Atayi Zeyli (2017) ise çeviriyazı olarak Yazma Eserler Kurumu tarafından yayımlandı. Eserde, on tabakada 371 âlim ve 150 şeyh olmak üzere toplam 521 kişinin biyografisi, ölüm tarihlerine göre sıralanarak verilmiştir.
[5] M. Hulusi Lekesiz, Osmanlı İlmî Zihniyetinde Değişme: Teşekkül-Gelişme-Çözülme: XV-XVII. Yüzyıllar, Yüksek Lisans Tezi, Hacettepe Üniversitesi Tarih Bölümü, 1989.
[6] M. Hulusi Lekesiz, aynı tez.
[7] Fahri Unan, “Taşköprülüzâde’nin Kaleminden XVI. Yüzyılın İlim ve Alim Anlayışı”, Osmanlı Araştırmaları, XVII (İstanbul 1997), s. 149-264.
[8] Kritovulos, İstanbul’un Fethi, çev. M. Gökman, İstanbul 1999, s. 177.
[9] Kâtip Çelebi, Mîzanü’l-Hakk fî İhtiyari’l-Ehakk (En Doğruyu Seçmek İçin Hak Terazisi), yay. O. Şaik Gökyay, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul 1980, s. 17-21. Haşiye-i Tecrid, Nasîreddin Tusî’nin Tecridü’l-Kelâm adlı eserine Seyyid Şerif Cürcanî’nin yazdığı şerh; Şerh-i Mevâkıf yine Cürcanî’nin Alaeddin İcî’nin Mevâkıf adlı eserine yazdığı açıklamadır. Hidâye, Burhaneddin Ali’nin (ö. 1196/7) fürû hakkında kendi yazdığı Hidâyetü’l-Mübtedî adlı esere yazdığı açıklama, Ekmel ise Hidâye’ye Ekmelüddin Muhammed el-Bâbertî’nin (ö. 1384) yazdığı şerhtir. (Bk. Aynı eser, s. 131’de açıklamalar).
[10] Hele de onun, hendese bilen ve bilmeyen kadı ve müftü ile ilgili yazdıklarını anlamayıp Osmanlılarda kadı ve müftülerin geometri bilmediklerini iddia etmek yanlıştır. Çelebi, bir kadı veya müftünün arazi ölçümü veya kuyu hacmi gibi konularda hüküm verirken geometri bilgisine ihtiyaç duyduğunu açıklamak için bunları farazi örnekler olarak vermiştir.
[11] Fahri Unan, Kuruluşundan Günümüze Fatih Külliyesi, Türk Tarih Kurumu, Ankara 2003.