2017’deki referandum öncesinde yazdığımız “Sistem ve Beka” başlıklı yazıda, devlet geleneğimiz ve tarihî birikimimizle bağdaşmayan bu yeni sistem hakkındaki endişe ve tereddütlerimizi ifade etmiştik. Ülke yönetiminde uygulanan sistemler, elbette değiştirilemez değildir; ihtiyaç hasıl olduğunda sistem gözden geçirilip düzeltilebilir veya değiştirilebilir. Bu sistem değişikliğinin, Türkiye’nin öncesi ve sonrasıyla “15 Temmuz FETÖ Darbe Girişimi” ve PKK’nın Suriye’deki uzantısının taşeronluğunu üstlendiği projeye karşı güvenlik politikalarına öncelik vermesinin mantıklı bir sonucu olduğunu, bu tehditlere karşı bir tedbir olarak da düşünüldüğünü görebiliyorduk. Yine Azerbaycan’dan Irak ve Suriye’nin kuzeyine, oradan da Doğu Akdeniz ve Libya’ya uzanan çizgi boyunca Türkiye’nin yüksek menfaatlerinin korunmasında, bu dönemde benimsenen siyasetin doğru ve yerinde olduğunu da her zaman belirttik. Öte yandan, gerekli uyum yasaları çıkarılmazsa yeni sistemin denge ve denetleme düzeneklerini ortadan kaldırabileceği, Meclis’i sembolik bir role mahkûm edeceği ve yüzden bu sistemin millî birliği güçlü bir Türkiye’nin anahtarı olamayacağı da tahmin edilebiliyordu.
Sistemin uygulandığı beş yıllık dönemde, eksilerin artılardan daha fazla olduğu izlenimi hâkim. Mesela, başta ekonomideki sıkıntılar olmak üzere pek çok konuda birtakım sorunlar ortaya çıktı. Bu süreçte yaşanan küresel kovid-19 salgınının bütün dünyayı etkilediği bir gerçek olmakla birlikte, Türkiye’de ekonomideki çöküntü esasen bu salgından önce başlamıştı. Ekonomiden sorumlu bakanların ve Merkez Bankası başkanlarının değişmeleri, “Türkiye Ekonomi Modeli” olarak sunulan politikaların, enflasyonu ve hayat pahalılığını savaştaki ülkelerden bile 3-4 kat daha fazla arttırması, bunların üzerine 6 Şubat depremlerinin getirdiği ilave fatura, önümüzdeki dönemde işimizin daha da zor olacağının işaretleridir. Ekonomi ile ilgili hususlar politika değişikliği ile düzeltilebilir; devlet yönetiminde liyakat ve istişare ilkelerinin layıkıyla hayata geçirilmesi hâlinde, bu konulardaki sıkıntılara çare bulunabilir. Nitekim seçim sürecinde Mehmet Şimşek adı etrafındaki gelişmeler, “ortodoks” politikalara dönüşün işaretleri olarak okunmaktadır. Asıl önemli husus, yeni sistemin ülke yönetiminde ortaya çıkardığı çıkmazlardır. Hukuk devleti vasfındaki -aslında FETÖ’nün yargıyı büyük ölçüde ele geçirdiği dönemde başlayan-aşınma, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi uygulamasıyla maalesef giderilememiştir. Bakanların yardımcıları bir yana, bakanlıklara bağlı üst düzey yöneticilerin atanmasında dahi imza yetkisinin olmadığı tek kişilik hükûmet modelinin beklentileri karşıladığını ileri sürmek, ne yazık ki mümkün değildir.
Türkiye, 14 Mayıs 2023’te cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimlerine gidiyor. Uzunca bir süredir bu seçimin AK Parti, MHP, BBP ve YRP’nin oluşturduğu Cumhur İttifakı ile CHP, İyi Parti, Saadet Partisi, Gelecek Partisi, Deva Partisi ve Demokrat Parti’nin oluşturduğu Millet İttifakı arasında geçeceği biliniyor. Cumhur İttifakı’nın doğal adayı Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan iken Millet İttifakı, aylarca sistem değişikliği, kuracakları hükûmetin politikaları vb. konuları tartışmakla birlikte, cumhurbaşkanı adayını ancak 6 Mart’ta açıklayabildi. Esasen, Kemal Kılıçdaroğlu’nun aylar boyunca ifade ettiği söylemler aday olacağını gösteriyordu ama özellikle İyi Parti, “seçilebilecek aday” söylemiyle buna karşı çıkıyor ve 2019 Mahallî Seçimleri’nde kendilerinin de desteğiyle seçilen iki CHP’li belediye başkanından (Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu) birinin aday olmasını istiyordu. Ancak kamuoyunun yakından takip ettiği bir bunalımdan sonra CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Millet İttifakı’nın adayı olarak ilan edildi.
Yakın geçmişte, Türk siyasetinin parçalı yapısında yeni unsurlar ortaya çıktı. Gerek CHP’den kopan Muharrem İnce’nin Memleket Partisi gerekse önce MHP’den sonra İyi Parti’den ayrılan Ümit Özdağ’ın kurduğu Zafer Partisi, taban olarak daha çok Millet İttifakı’ndan kazanımlar elde etti. Bu yalın gerçekliğe karşı, yapılan kamuoyu anketleri de kullanılarak seçimlerde PKK’nın siyasi uzantısı HDP’nin kilit rol oynayacağı, âdeta kesin gerçek gibi zihinlere kazındı. Yüzde 1’den daha az oyu olduğu bilinen partiler dahi kıymete bindi ve geçmişinde terör örgütü Hizbullah olması bir yana, bölücü tezleri aşikâr HÜDAPAR da Cumhur İttifakı’nı desteklemeye karar verdi. Bu parti, Cumhur İttifakı’na resmen katılmadı ama AK Parti listelerinde adaylarının yer alacağı açıklandı. Nihayet HDP’nin başını çektiği Emek ve Özgürlük İttifakı da aday göstermeyeceğini açıklayarak örtük olarak Millet İttifakı’nın adayını destekleyeceğini ilan etmiş oldu. Geldiğimiz noktada, Türkiye âdeta terör örgütü PKK’nın uzantısı bir parti ile dini maske edinmiş bir başka bölücü parti arasında tercihe zorlanmış gibi bir algı ortaya çıkmıştır. Özellikle HDP’nin böyle bir konuma gelmesi, bu sistemi inşa edenlerin baştan beri hesaba katmaları gereken bir durumdu. Cumhuriyetimizin 100. yılını idrak ettiğimiz bu yılda, Cumhuriyet’in kurucu partisinin Genel Başkanı’nın, üniter ve millî devlet yapımıza açıkça karşı olan bir partinin desteğiyle cumhurbaşkanı seçilebilecek konumda olması gerçekten düşündürücüdür. Bu noktayı, sadece CHP değil, bu sistemi getiren Cumhur İttifakı partileri de iyi değerlendirmelidir. Türk siyasi hayatı ve Türk Devleti’nin geleceği, “Kürt siyaseti” adı altında, ülkemizi parçalamaya yönelik yayılmacı projelerin taşeronluğunu yürütenlere mecbur ve mahkûm edilemez. Bölücü propagandalara ve uzun yıllar yürütülen terör faaliyetlerine rağmen ülkemizin ve milletimizin birliğini bozamayanlara verilecek tavizlerin sonuçlarını, sözde çözüm sürecinde görmüştük. Türkiye’nin böyle bir ahmaklığı bir daha yaşamaya tahammülü yoktur.
Bu meselenin çözümü için seçim sonuçlarına göre güçlendirilmiş Meclis mi olur; mevcut sistemdeki Bakanlar Kurulunun gerçek hüviyetine kavuşturulduğu, bakan yardımcılıkları yerine müsteşarlık kurumunun yeniden kurulduğu, cumhurbaşkanı yardımcısı sayısının belirlenerek seçimler öncesinde cumhurbaşkanı adayı ile birlikte açıklanması vb. hususları içeren bir değişiklikle yenilenen Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi mi olur bilemeyiz; ama kesinlikle mevcut sistemde bir değişiklik yapılmalıdır. Türkiye’nin hâlâ Suriye’nin kuzeyinde, sözde müttefik ABD’nin üst düzeyde himayesine mazhar olmuş PKK-PYD-YPG teröristlerinin taşeron olarak kullanıldığı bir tehditle karşı karşıya olduğunu asla unutmamalıyız. Yine ABD’nin Batı Trakya’da kurduğu üsler ve burada Yunanistan ile yaptığı iş birliğinin Türkiye ile ilgisinin olmadığını kimse ileri süremez. İç siyasetteki farklılıklar bir yana, Millet İttifakı’nın Türkiye’nin hayati millî menfaatlerini ilgilendiren hususlarda, PKK’nın Suriye uzantısına ve ABD başta olmak üzere destekçilerine karşı izlenen siyasette, Doğu Akdeniz ve Mavi Vatan meselesinde, Türk Devletleri Teşkilatı’nın güçlendirilmesine yönelik adımlarda Türk Devleti’nin ana çizgisini devam ettireceğini açıklaması, son derecede gerekli ve önemlidir.
Devletin resmî kurumlarındaki yansımaları dikkate alındığında, mevcut hâliyle Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi uygulamasının âdeta bir parti devleti görüntüsü izlenimi yarattığını söylemek haksızlık değildir. Bu husus da dâhil olmak üzere Cumhur İttifakı, seçimleri kazandığı takdirde muhalefet ile iş birliği yapıp beş yıllık uygulamada ortaya çıkan sorunları içtenlikle ele alarak bunları çözecek mekanizmaları oluşturmalıdır. Kanaatimizce bunu sağlamak için atılacak en önemli adım, cumhurbaşkanı seçilen kişinin partisinin yönetiminden ayrılması ve parti toplantılarına katılmamasıdır. Türkiye’nin parçalanmış ve kutuplaşmış siyasi ikliminin yumuşatılması açısından bu bir başlangıç olabilir. Millet İttifakı seçimleri kazandığı takdirde ise geçiş sürecinin kısa tutulması mühimdir, zira yedi cumhurbaşkanı yardımcısının yer aldığı bir yönetim modelinin ciddi sıkıntılara yol açması kuvvetle muhtemeldir. Şayet onların tabiriyle “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem”e geçilecekse, bu da Meclis’te en geniş mutabakat sağlanarak yapılmalı; birtakım aykırı çevrelerin talepleri değil, milletin çoğunluğunun istek ve eğilimleri merkeze alınmalıdır. Her iki durumda da yani Cumhur veya Millet İttifakı’nın adayının seçilmesi hâlinde, millî birliğimizi zaafa uğratacak düşmanca tutumlardan uzak durulması, hukuk devleti ilkeleri çerçevesinde hareket edilmesi en çok uyulması gereken ilkedir. Cumhurbaşkanı seçilecek kişinin dâhil olduğu ittifakın Meclis seçimlerini kazanamaması durumunda, depremlerin yaralarını sarmaya çalıştığımız bir dönemde, uzlaşı kültürüne çok daha fazla ihtiyaç duyacağımız da gözden ırak tutulmamalıdır. Her hâlükârda, devlet yönetimi sisteminde yapılacak köklü veya kısmi reformun yanında, mevcut Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu da dâhil, demokratik hukuk devletini güçlendirecek değişiklikler hayata geçirilmelidir.
Bu vesileyle belirtmek istediğimiz bir nokta da şudur: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu fikri Türk milliyetçiliğidir. Millî devlet ve üniter yapı, bu Cumhuriyet’in temelini teşkil eder. Bugün sadece Türkiye’de değil, dünyada da milliyetçilik çok etkilidir. Farklı anlayışlar olsa da Türkiye’nin de büyük çoğunluğu milliyetçi bir bakış açısına sahiptir. Bu milliyetçilik temelde, Atatürk’ün “fikirlerimin babası” dediği Ziya Gökalp’ın, etnik ve mezhebî kimlikleri aşan, ortak kültüre ve ortak gelecek tasavvuruna dayalı kapsayıcı, içerici milliyetçilik anlayışıdır. Bugün Türkiye’nin ihtiyacı da budur. Aslında ülkede yaşayan insanlarımızın çoğunluğu, vatanseverlik anlamında milliyetçidir ve bu vatanın bölünmez bütünlüğünden yanadır. Geçmişin bir kısım solcularının Kürtçü-etnikçi bir partinin yanında saf tutmaları, safdillikten değilse Türklük aleyhtarlığından kaynaklanmaktadır. Bir yanda ümmetçilik adı altında dini istismar edenler, öte yanda liberalizm, sosyalizm gibi ideolojileri paravan olarak kullananlar karşısında Türk milletinin tarihî birikiminden beslenerek bugünün meselelerine, gelecek tasarımımızın ana eksenlerini de dikkate alarak çözümler üretmeliyiz. Türk tarihinin son 10-12 yüzyıllık döneminin Müslümanlık ile yoğrulduğu gerçeğini ve medeniyet birikimimiz açısından bu mirasın merkezî önemini ıskalayan, inkâr eden veya küçümseyen yaklaşımlarla çarpıtılmış bir tarih anlayışı ile Türk modernleşmesinin kazanımlarını reddeden bir anlayışla da bir yere varamayız. Biz geçmişte yaşamıyoruz, yaşayamayız ancak o geçmiş, artısıyla eksisiyle bizim ayaklarımızı bastığımız zemindir. O zemini iyi incelemeden yeniyi inşa edemeyeceğimiz açıktır. O zemin, Türklüğün derin tarihi ve yüksek Türk kültürüdür. Türk milliyetçilerinin bu gerçekleri dikkate alarak bir yaklaşım geliştirmesi, millî bütünlüğü güçlendirici söylem ve eylemleri rafine bir dil ve kapsayıcı uygulamalarla hayata geçirmesi şarttır.
Kısaca, Cumhuriyetimizin ikinci yüzyılında kozmopolit ve küreselci yaklaşımlara karşı “Türk milletinin saadetini insanlığın saadetinde gören bir milliyetçilik” anlayışıyla yenilenmiş medeniyet tasavvurumuzu ortaya koymalıyız. Bu noktada öncü rolü, hem dijital çağın diline vakıf hem de millî kültür kaynaklarımızı ve medeniyetimizin birikimini özümsemiş yeni nesiller oynayacaktır. Vefatının 40. yılında saygı ve rahmetle andığımız Erol Güngör’ün dediği gibi, milliyetçilik aynı zamanda bir medeniyet davasıdır. Yeni nesiller başta olmak üzere, bilim, kültür ve sanat alanlarındaki Türk milliyetçileri, enerjilerini bu tasavvuru hayata geçirmek için sarf etmelidir. Bu yapıldığı takdirde, ümit ve temenni ederiz ki siyasi alandaki Türk milliyetçileri de sen-ben kavgasını, makam-mevki beklentilerini bir yana bırakarak üzerlerine düşen görevi yapmak için mutlaka birlik olacak, bütün enerjilerini “Büyük Türkiye” ülküsünü gerçekleştirmek için harcayacaklardır.
Prof. Dr. Mehmet ÖZ
Türk Ocakları Genel Başkanı