Türk demokrasi tarihinin en ilginç seçimlerinden birini arkada bıraktık. 31 Mart’ta yapılan mahallî seçimler, yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimiyle nihayete erdi. Daha önce seçimi 13 binin üzerinde bir oy farkıyla âdeta kıl payı kazanan Millet İttifakı’nın CHP’li adayı Ekrem İmamoğlu, bu defa rakibi Cumhur İttifakı’nın Ak Parti’li adayı Binali Yıldırım’a karşı 800 binin üzerinde bir oy farkıyla ve 9 puanlık üstünlükle (yüzde 54’e yüzde 45) seçimi kazandı.
Seçim öncesinde başlayan bir takım tartışmalar, seçimden sonra da devam ediyor. Bu seçimin niçin böyle sonuçlandığı üzerinde farklı çevreler, farklı şeyler söylese de bazı noktalarda büyük bir fikir birliği de var. Mesela, seçimin tekrarlanması yönünde alınan YSK kararının gerekçesinin sağlam olmadığı kanaati, açık veya örtük bir şekilde toplumun büyük bölümüne hâkim oldu. Süreç içinde CHP adayı aleyhine yürütülen olumsuz kampanya ile birleştiğinde bu durum, Türk toplumunun âdeta iliklerine işlemiş olan “mağdur”un yanında yer alma refleksini öne çıkardı. Öyle ki, İmamoğlu’nun Ordu Valisi için sarf ettiği ileri sürülen ifadenin günlerce tartışılması gibi abesliklere şahit olduk. Üstüne üstlük Yunanistan, 1919’un 100. yılında sözde “Pontus Soykırımı” yalanını dünyaya kabul ettirmeye çalışırken Karadenizli yurttaşları rahatsız eden Pontus tartışmaları gibi affedilmez saçmalıklarla meşgul olduk. Seçimi kazanmak için hemşehricilik ve etnikçilik dâhil, her türlü yol kullanıldı. Ve nihayet, seçimden birkaç gün önce terör örgütü elebaşı Abdullah Öcalan’ın HDP’yi tarafsız kalmaya davet eden bir mektubu, devletin resmî ajansı tarafından duyuruldu. Ayrıca, aranan terör örgütü liderlerinden Osman Öcalan da TRT’nin Kürtçe kanalında konuşturuldu.
Hiç şüphesiz bütün bu gelişmeler, seçim sonuçlarına tesir etmiştir. Daha önce bıçak sırtı olan farkın, bu defa 9 puana çıkması, çok çeşitli açılardan iyice tetkik edilmelidir. Türk milleti, iradesine ve sandığa her zaman sahip çıkmıştır. Binali Yıldırım gibi deneyim bakımından tartışılmaz bir adaya karşı, 31 Mart seçimlerinden önce kamuoyunun pek tanımadığı bir adayın seçim kazanması, etraflıca tahlile muhtaçtır. Öyle anlaşılıyor ki İmamoğlu, Türkiye’deki seçmen yelpazesinin büyük kısmına hitap eden yönleriyle bu seçim için bilhassa seçilmiştir. Milliyetçi, muhafazakâr ve Atatürkçü kesimlerden oy alabilecek özellikleri taşıyan bir aday olarak aynı zamanda partisinin HDP ile ilişkileri de dikkate alındığında bu durum aşikâr hâle gelir.
Seçmenin, geçmiş dönemin bir takım sıkıntıları karşısında iktidara yönelik tepkileri de hiç şüphesiz önemli bir etken olmuştur. Ancak burada, bir numaralı etkenin son bir iki yıldır ekonomide ve özellikle işsizlikte yaşananlar olduğu da bir gerçektir. Bunlara, toplumun genelinin adalet ve liyakat konularında yaşananlara duyduğu tepkiler de eklenebilir. Son günlerde toplumun hassasiyet gösterdiği terör konusunda, en azından algı açısından büyük hayal kırıklığına yol açan gelişmeleri de doğru tahlil etmek gerekir. Milliyetçi muhafazakâr seçmen âdeta İmralı ile HDP arasında bir tercihle karşı karşıya bırakılmıştır. Bu hamlenin ileride telafisi zor bir sarsıntıya yol açtığı unutulmamalıdır. Bir kesimde, kuvvetli bir şekilde âdeta terör örgütü liderinden medet umuluyormuş izlenimi doğmuştur. Yapılacak araştırmalar, hiç şüphesiz, bunların etkisini daha doğru bir şekilde ortaya koyacaktır ama şu kadarını şimdiden söyleyebiliriz: HDP’ye oy veren seçmen tarafsızlaştırılmak istenirken milliyetçi seçmenin daha önce Cumhur İttifakı’nı destekleyen bir kesimi, ya İmamoğlu’na oy vermek ya da sandığa gitmemek tercihiyle baş başa bırakılmıştır.
Seçimlerin tekrarı, bugün her ne kadar güçlü bir şekilde dillendirilmese de önümüzdeki yıllarda, ekonomide ve dış ilişkilerde meydana gelecek gelişmelerin de etkisiyle tartışmalara yol açabilecektir. Yeni parti hazırlıkları, öteden beri kamuoyunda tartışılıyor. Doğu Akdeniz’de yaşananlar, ABD ile yaşadığımız gerilimler ve bize yöneltilen tehditler, Suriye’de bilhassa İdlib’deki vaziyet vb. hepsi de ciddi gelişmelere gebe.
Bütün bunlar, Türkiye’nin güçlü bir şekilde içeride birlik ve beraberliğini sağlamasıyla aşılabilecek sorunlardır. Maalesef ülkemiz siyasetinde kullanılan dil ve üslup, demokratik rekabet sınırlarının ötesinde, haddinden ziyade kutuplaştırıcı ve ötekileştiricidir. Siyasette elbette tartışma, rekabet vardır ancak bunun husumete dönüşmemesi icap eder.
Seçimlerin tekrarlanmasının Türk demokrasisi açısından en hayırlı sonucu, Türkiye’de sandıklar üzerinde bazı dış çevrelerin kasıtlı olarak yarattığı istifhamların asılsızlığının ortaya çıkmasıdır. Türk milleti, iradesine sahip çıkan ve demokrasiyi özümsemiş bir millettir. Türkiye’de siyasi alanda yaşanan bütün yanlışlıklar bir yana, bu konuda dünyaya örnek bir ülke olduğumuzu rahatlıkla ifade edebiliriz. Bu, Türkiye’nin yumuşak gücünün en önemli unsurlarından biridir.
Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’nin tatbikinde ortaya çıkan sorunlardan, Cumhurbaşkanı’nın “parti genel başkanı” kimliğiyle mahallî seçimlerde dahi keskin bir politik söylemi benimsemesi de süreçte etkili oldu. Türkiye gibi yoğun iç ve dış meselelerle boğuşan bir ülkede, icra açısından siyasi yetki ve sorumluluğun tek kişide toplanmasının sakıncaları, sistem tartışmaları esnasında dile getirilmişti. Bunun demokrasi açısından değerlendirilmesi bir yana, pratikte büyük sıkıntılara yol açacağı, hızlı yürütme iddiasının aksine işlerin kilitlenmesine sebebiyet verebileceği ifade edilmişti. Bugün gelinen noktada, ekranlarda konuşulanlardan, iktidar partisi içinde de parti genel başkanlığı konusunun tartışıldığı ama iki başlılıktan doğabilecek sakıncalar yüzünden şimdiye kadar bu konuda bir karar verilemediği anlaşılmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki Türkiye, sistem konusunu önümüzdeki süreçte daha yoğun olarak tartışacaktır. Bu konudaki kanaatlerimizi anayasa değişikliği tartışmaları sırasında dile getirmiştik. Yeni sistemin tarihimizdeki yönetim geleneğinden bir kopmayı getireceği, icra gücünün tek kişide toplanmasının mahzurları bir yana bu cumhurbaşkanının aynı zamanda partisinin genel başkanı olması hasebiyle Meclis çoğunluğunu, yani yasamayı ve yine yargıyı kontrol etme ihtimalinin çok yüksek olduğu vb. hususlar çok kişi tarafından dile getirilmişti. Türkiye, maalesef yeni sistemi hayata geçirirken denge-denetleme mekanizmalarını oluşturamadı. Üstüne üstlük zaten doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanan, Meclis’e karşı sorumlu olmayan bakanların yetki alanlarında Cumhurbaşkanlığı bünyesinde bir takım ofis ve kurulların oluşturulması, yetki karmaşasına da yol açtı. İşler, vaat edildiği gibi süratle icra edilemiyor; zira tek bir kişiden pek çok konuda karar vermesini ve aynı zamanda parti işlerini, dış politikayı yönetmesini bekliyoruz. Bu meselenin ciddi bir şekilde masaya yatırılması elzem bir husustur.
Bir başka önemli meselemiz ise laikçilik ile din istismarı arasında parçalanan manevi yapımızdır. Türk millî kimliğinin kendini yenileyerek gelecek nesillere intikali, Türk milletinin bekası bu konuya bağlıdır. Bu gerçekten de beka meselesidir. Sözde Türkçülük perdesi altında İslam düşmanlığı yapanlar var. Bu çevrelere bilmeden alet olanların şunu unutmaması lazım: Bu Türk dünyasını ve İslam âlemini parçalamak, güçsüzleştirmek isteyen küresel egemen güçlerin oyunudur. Bir zamanlar dinler arası diyalog, ılımlı İslam, yeni Osmanlı masallarıyla Türkiye’yi yanlış yollara sevk edenler, bu defa da Erdoğan karşıtlığını, Suriyeliler meselesi -ki önemli bir meseledir ve en kısa zamanda çözülmelidir- üzerinden Arap ve neticede İslam düşmanlığına dönüştürerek Türkiye’nin bu coğrafyada etkisizleştirilmesine çalışıyorlar. Yanlış anlamaya mahal vermemek için altını da üstünü de çizerek belirtmeliyim ki Türkiye, dış siyasetini ithal bir siyasi İslamcılık anlayışıyla değil, tarihî birikimimizin gereği olan Balkanlar, İslam dünyası ve Türk dünyası sacayağına göre ama realist ve pragmatik bir yaklaşımla yürütmelidir. Gençlerimiz arasında giderek yaygınlaşan deizm, ateizm eğilimlerini kullanan bazı çevrelerin, yeni nesilleri “Tengricilik” adı altında yanlış yollara yönlendirmesine karşı, bu gençlerimizin duyarlılıklarını dikkate alan bir din dili ve yaklaşımı geliştirmek zorundayız. Türk milletinin geleceği için, siyasi tartışmaların örselediği inanç alanını yeniden inşa etmeliyiz. Bu konuda siyaset dışı ve üstü bir konumda bulunması gereken Diyanet’in son zamanlarda sergilediği tutumunu değiştirmesi, toplumun bütününe hitap etmesi bilhassa önemli ve zaruridir.
Türkiye’nin bugünkü yakıcı gündemi içinde ekonominin durumu ile dış politikada yaşanan gelişmeler (ABD ile ilişkiler, Doğu Akdeniz, Suriye vb.) en önde gelmektedir. Bunların önümüzdeki günlerde kamuoyunda daha yoğun olarak tartışılacağına şüphe yok. Kısaca belirtmek gerekirse ekonomi yönetiminin üretime, yeni teknolojiler geliştirmeye, tarımdaki olumsuz durumu düzeltmeye odaklanması, israfa karşı tasarrufun özendirilmesi gerekmektedir. Dış borcumuzun giderek artması, bir takım yatırımların kamu gelirlerinin geleceğini âdeta ipotek altına alması, ileride durumuzu daha da zorlaştırabilir. Onun için yol yakınken ekonomi alanında stratejik tercihler yapmalı, verimliliği arttırmalı ve artık sınırlarını zorlayan inşaat sektörü yerine başka alanları teşvik etmeliyiz. Dış siyasette istikrar, güvenilirlik, öngörülebilirlik gibi ilkeleri gözetmekle birlikte Türk ve Türkiye merkezli bir yaklaşımı güçlü bir şekilde bütün muhataplarımıza göstermeliyiz. Bu yılın Türk Konseyinin 10. kuruluş yıldönümü olması vesilesiyle Türk devletleri arasındaki ilişkileri çok ileriye taşımak için yeni bir hamle yapmalıyız. Suriye meselesinin içeride ve dışarıda yol açtığı sıkıntıları ortadan kaldırmak için çalışmalıyız. Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi tehdit etme küstahlığını gösteren Rumlara ve Çipras’a ise atalarının da 1919’da İzmir’e çıkarken yalnız olmadıklarını ama 9 Eylül’de onları koruyacak kimse kalmadığından kuyruğu kıstırıp Adalar Denizi’ne yol aldıklarını hatırlatmalıyız.
Görelim Mevlâ neyler…