SORUN VE ÇÖZÜM
Ülkemizin en yaygın hastalıklarından biri, karşılaştığımız sorunlar hakkında genellikle ikiye ayrılıp “Ya hep ya hiç” mantığıyla kutuplaşmaktır. Siyasiler açısından bunun anlaşılabilir yanları olmakla birlikte geniş toplum kesimlerinde, hatta müktesebatları ve konumları gereği diğer kesimlerden çok daha fazla olarak konulara sorgulayıcı bir bakışla yaklaşması beklenen akademik çevrelerde, bu hastalık oldukça yaygın ve etkilidir. Bir de tarihî hastalıklarımızdan, var olan sorunları görmezden gelme veya halının altına süpürme alışkanlığımız var tabii. Klasik Osmanlı Devri’ne ait bir risalede bu konu, dönem yöneticilerinin diliyle şöyle ifade edilir: “Hemen bugünü hoş görelim, irtenin ıssı (yarının sahibi) vardır.”
Hoşlansak da hoşlanmasak da çağımızın temel özelliklerinden biri hızdır. Özellikle giderek artan bir hızla değişen teknoloji, hayatımızın bütün alanlarını şu veya bu derecede etkiliyor; değiştirip dönüştürüyor. Sanayi Devrimi’nin etkileriyle kıyaslanamayacak çapta değişiklikler yaşıyoruz. Sadece “zekâ”nın değil, her şeyin yapayının hâkim olacağı bir dünyaya doğru gidiliyor. Küresel güç sahiplerinin yön verdiği değişim karşısında neredeyse tamamen edilgen bir konumda mı olacağız yoksa insanı insan yapan değerleri esas alan bir medeniyetin mirasçısı olarak Yeni Çağ’a dair bizim de söyleyecek sözümüz, onun insani vasfını şekillendirecek katkımız olacak mı? Tamamen siyasi çekişmelerin anaforunda enerji tüketerek gelecek nesillerimizin kaderi hakkında esasa müteallik hiçbir gayretimiz olmayacak mı?
Türkiye’nin gündeminde olan bazı konulara kısaca değinerek usul ve esasta yaptığımız yanlışlar ve bunların toplum olarak bize maliyeti hakkında bir nebze düşünelim.
Türkiye’nin kırk yılı aşkın bir süredir karşı karşıya olduğu bir bölücü terör sorunu vardır. Suriye sorununun başlangıcında izlenen hatalı siyaset, bunun bir başka yönüyle de Suriye’nin kuzeyinde bir Terör Örgütü Devleti kurulmasına doğru evrilmesine katkıda bulunmuştur. “Katkıda bulunmuştur.” diyoruz, çünkü küresel güçlerin politikalarının önemli derecede etkide bulunduğu bir konuyu, sadece bizim hatalarımızla açıklayamayız. Bunca yıldır sarf ettiğimiz gayretlere rağmen ABD yönetimi, ısrarla Suriye PKK’sından oluşturduğu silahlı gücü âdeta bir orduya dönüştürmeye ve son olarak da hava savunma sistemleri vererek Türkiye karşısında korumaya devam etmektedir. İçeride ise adı sürekli değişen uzantı partinin kazandığı belediyeler, kasıtlı bir şekilde Anayasa’ya aykırı bölücü propaganda ve eylemlere devam ederek huzur ortamı yerine gerginliği arttırmanın peşindeler. Böylece belediyelerde tekrar “kayyım” döneminin başlamasını, bundan hareketle de kışkırtmalara açık bir ortamın oluşmasını hedefledikleri ortadadır. Bu meseleyi, kökten çözmek kısa zamanda mümkün değilse de Türkiye’ye zarar veremeyecek bir şekilde “yönetmek” için uluslararası ilişkilerden terör ve güvenlik konularına, eğitim ve sosyal psikolojiden ekonomiye farklı alanlardaki uzmanların bütüncül bir eylem planı hazırlamaları, bunun da farklı senaryolarını oluşturmaları gerekir.
Türkiye’nin ekonomisinde, yıllardır yaşanan sıkıntılar ve nihayet birkaç yıldır da çok ciddi bir hayat pahalılığı sorunu vardır. Bunun varlığını inkâr etmek mümkün değildir, zira öyle bir noktaya gelinmiştir ki kurtarıcı olarak getirilen Bakan, gayet diplomatik bir ifadeyle, “rasyonel zemin”e dönülmesi gerektiğini ifade etmek zorunda kalmıştır. O tarihten bu yana bir yıldan fazla zaman geçtiği hâlde enflasyonda anlamlı bir düşüş olmadı. Yüzde 19’unu fazla ve “nass”a aykırı bulduğumuz için yüzde 9’a düşürdüğümüz Merkez Bankası politika faizi, yüzde 50’ye kadar yükseltildi ve öyle duruyor. Turizm sektöründe ciddi sorunlar var, bazı dokuma fabrikaları işçi çıkarıp tesislerini başka ülkelere taşıyor. Bunları çoğaltmak mümkün. Birileri de ülkedeki düzensiz göçmen ve sığınmacıları, ucuz iş gücü olarak kullanıp sözde bu sorunlar karşısında çare olarak öneriyor. Kimileri lüks restoranların dolu olduğu, herkesin özel arabası olduğu gibi iddialarla güneşi balçıkla sıvamaya kalksa da geniş kesimlerin ciddi ekonomik ve mali sorunlarla karşı karşıya olduğu bir gerçek. Yapılacak iş, sorunu doğru teşhis etmek, uzmanların görüşleri çerçevesinde akılcı bir ekonomik politika belirleyip uygulamaktır. Bu bağlamda ifade etmek isterim ki, tasarrufa; dar gelirli kesimleri daha da sıkıntıya sokacak, eğitim ve üretimi olumsuz etkileyecek kısıntılarla değil bizzat devlet kurumlarının cari harcamalarında yaptıkları israftan ve bir takım ayrıcalıklı kesimlere tanınan vergi imtiyazlarından başlamak gerekirdi.
Ülkede ciddi bir sığınmacı ve göçmen sorunu var. Hangi rakam kabul edilirse edilsin bu, Türkiye’nin dünyada en çok göçmene ev sahipliği yapan ülke olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu kadar büyük bir yabancı unsurun çok kısa bir süre içinde toplum yapısına zerk edilmesinin sorunlara yol açtığını ve ileride önemli sıkıntılara yol açacağını görmezden gelmek mümkün müdür? Sadece toplum ve nüfus yapısı bakımından değil, ülkenin iç ve dış güvenliği ve millî devlet yapımızın geleceği bakımından da son derece endişe verici olan bu meseleyi, insani boyutunu da ihmal etmeden bir an evvel çözüme kavuşturmalıyız. Türkiye’nin sınırları yolgeçen hanı olmaktan çıkarılmalı, Geri Kabul Anlaşması iptal edilmeli, geçici koruma statüsündekilere tanınan imtiyazlar kaldırılmalıdır. Türk vatandaşlığına para verilerek geçilemez; vatandaşlığa geçişte Türkçe bilmek, belirli bir süre ülkede devamlı ikamet etmek ve ülkenin sosyal ve kültürel yapısına uyum sağlamak gibi ölçütler kesin bir şekilde tanımlanmalı ve uygulanmalıdır.
Ülkemizde, son zamanlarda sokak hayvanları veya başıboş hayvanlar da kutuplaştığımız sorunlardan biridir. Meclis’te, sokak hayvanları tarafından çocuğu öldürülmüş bir babaya karşı saldırgan bir üslup kullanan muhalefet vekilleri, bu şekilde iktidara muhalefet ettiklerini sanıyorlarsa yanıldıkları aşikârdır. Sokak hayvanlarını insan canından üstün tutan tuzu kurular, insanları tehdit eden bir dil kullanabiliyor. Kimileri de mama lobisinin desteklediği derneklerde yapılan yolsuzlukları öne çıkarıyor. Meselenin özü kaçıyor, hayvanlara katliam uygulanacak diyenler, insanların uğradığı mağduriyetlere gözlerini kaparken belirli bir kesim de “ama”sız, “fakat”sız, hayvan düşmanı bir tutumu savunuyor. Hâlbuki her işte olduğu gibi burada da ifrat ve tefritin dışında üçüncü bir yol var: İtidal ve aklıselim. Özellikle şehirlerde başıboş, sahipsiz hayvanlar sorunu vardır. Bu sorun, hayvanların yaşam hakkına da saygı gösterilerek yani topluca itlaf gibi uygulamalara prim verilmeden çözülmelidir. Başıboş hayvanların kısırlaştırılıp barınaklara alınmasının maliyetinin yüksek olduğundan dem vuruluyor. Hayvan sahiplerinin sahiplendikleri hayvanları sokağa bırakmalarına ciddi yaptırımlar uygulanabilir. Hayvanseverlik iddiasında bulunanların sokak hayvanlarını sahiplenmesi ve belediyelerde bu soruna çözüm bulunması beklenir. Çok iyi tanımlanmış hâllerde de saldırganlığı tescilli veya hastalığı tehlikeli hayvanların itlafı ya da kimseye zarar veremeyecekleri mekânlarda tutulmaları bir tedbir olarak düşünülebilir.
İnsanlar topluluk hâlinde yaşar ve insanın olduğu her yerde sorun da vardır. Sorunları çözersiniz, yenisi çıkar veya belirli bir başlık hâlindeki sorunlar, mesela hayat pahalılığı, suçluluk, eğitim vb. dönem dönem belirli bir hal yoluna konulsa da şartların etkisiyle yeniden ciddi bir hâl alabilir. Tarihi seçmeci bir bakışla okuyan, altı asırlık Osmanlı tarihinde ekonomik sorunları ve neticede Düyun-ı Umumiye’ye gidişi bir iki sayfada anlatan bir metni okuyan bir kişi, Osmanlı ekonomisinin tarih boyunca kötüye gittiği zehabına kapılabilir. Günümüz de böyledir. Onun için meselelere, tarih ve mesafe şuuru ile bakmak, karmaşık sebep-sonuç ilişkilerini doğru tahlil etmek sorunların tanımlanması ve sonra da çözülmesi için vaz geçilmez ön şarttır. Bu bağlamda da uzmanlığı olduğu kadar farklı bakış açılarını, sorunlardan etkilenen insan ve grupların algılarını da dikkate alan bütüncül bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Sıklıkla tekrarladığım gibi ülkemizin temel meseleleri birbirleriyle bağlantılıdır ve bunun için de bir problem ortaya çıktığında onun ilişkili olduğu alanları hesaba katmadan çözümüne kalkışılmamalıdır. Hepsinden de önemlisi, hayatın bir yönüyle de bir sorun çözme serüveni olduğunu ve dolayısıyla politik ya da ideolojik saiklerle sorunları inkâr etme veya halının altına süpürmenin onları sorun olmaktan çıkarmayacağı gibi daha da ağırlaşmalarına sebebiyet vereceğini idrak etmemiz gerekir.