Tarihin klasik tanımlarında, hafıza kavramı önemli yer tutar. Tarih insanların, grupların, toplulukların hafızası olarak da anılır. Tarih ortak hafızadır. Bir topluluğa aidiyet şuurunun ve millî şuurun oluşmasında tarihin dilden dahi önemli olduğunu savunanlar var. Tabii tarih bundan ibaret değildir. Tarih aynı zamanda gelecektir. Geçmişimizi bilmeden bugünümüzü ve geleceğimizi kuramayız. Yaşadıklarımızı da bu bakış açısıyla değerlendirmek durumundayız.
Yirminci yüzyıl başlarında uğradığımız büyük yıkımın ardından Cumhuriyet rejimiyle tazelenen devletimizin bir “beka” meselesiyle karşı karşıya olduğu, en yetkili kişiler tarafından sürekli dillendiriliyor. Elbette ki bir ülkeyi yönetenlerin sürekli olarak böyle bir söylemi gündemde tutmasının manevi açıdan sakıncaları da açıktır. İçinden geçtiğimiz seçim sürecinde bu söylemin seçmenin belirli bir bölümünün beklentilerini ötelemeye yaradığı da düşünülebilir. Bütün bunlar doğru olmakla birlikte tarih, bize bu yöndeki endişe ve kaygıların paranoyadan ibaret olmadığını göstermektedir.
Yıllardır yazılarımızda, daha önceye de zaman zaman atıfta bulunsak da özellikle 1990’lardan günümüze uzanan sürece dikkat çekiyoruz. O tarihten bu yana “tarihin sonu”, “medeniyetler çatışması”, “İslamofobi”, “cihatçı selefîlik”, “Müslüman teröristler”, “Büyük Orta Doğu Projesi” ve o çerçevede İslam ülkelerinde yaşanan vekâlet savaşları ve terörist eylemler, “Çin’in yükselişi” vb. hususlar dünya gündemini işgal etti.
Bütün bunlar olurken “Batı”da (Burada Batı Avrupa değil bir bütün olarak “Batı Uygarlığı”nı temsil iddiasındaki ülkeler kastediliyor.) İslam düşmanlığı, göçmen karşıtlığı da yükseldi. Bunun yansıması olarak pek çok Batılı ülkede Müslümanlara karşı eylemler gerçekleştirildi. Bu eylemleri “terörizm” olarak nitelemekten kaçınan Batılı devletler, Müslüman bir şahsın benzer eylemine “İslami terör” yaftasını yapıştırmakta bir sakınca görmediler.
Bütün bunların arkasında yatan zihniyeti ve sebepleri iyi anlamak zorundayız. Batı, yeknesak bir varlık değil, doğru. Aynı Batı’da bu çifte standartları kınayan, eleştiren çok sayıda entelektüel ve devlet adamı da var. Dolayısıyla meselelere teşhis koyarken indirgemeci ve kolaycı yaklaşımlardan uzak durmak, hakikat arayışının ve hakikate saygının bir gereğidir.
Yeni Zelanda’da, 15 Mart 2019 Cuma günü, Brendon Tarrant adlı cani bir teröristin iki camide 50 savunmasız Müslümanı alçakça katletmesi olayına yakından baktığımızda, dünyada devam eden küresel egemenlik mücadelesinin tipik bir yansıması olduğu görülür. İlk bakışta, İslam’dan ve Müslümanlardan nefret eden bir “beyaz”ın, Hollywood filmleri ve bilgisayar oyunlarından mülhem, çılgınca bir eylemi gibi görünen bu vahşi saldırının, tek bir kişinin düzenlediği bir eylem olamayacağı kısa zamanda anlaşıldı. Eylemi yapacağını sosyal medyada ilan eden ve 17 dakika boyunca canlı yayınla katliam yapan bir “yalnız kurt” masalına inanan kimse yok.
Habertürk internet sitesindeki bir yazısında (17 Mart 2019) Murat Bardakçı’nın belirttiği gibi;
“Bir terörist düşünün: Tâââ sekiz asır önce Selçuklu ordusunu hangi Gürcü kralı ile kumandanının mağlûp ettiğini bilecek, Sırplarla ve Macarlarla 14. ve 15. asırda tutuştuğumuz muharebelerdeki Hristiyan kumandanların isimlerini ardarda rahatça sıralayacak, Osmanlı Ordusu’nun 1683’te Viyana önlerinde bozguna uğramasında ikinci, hattâ üçüncü derecede rolü olan Avrupalı generallerin adlarını tek tek yazacak, Kıbrıs’ın fethinde esirleri öldürdüğü için idam edilen İtalyan generali bile unutmayacak… Üstelik geçmiş yüzyıllarda yaşanmış olaylarla da kalmayacak, bugünlere gelecek, son senelerde ırkçı teröre bulaşmış ne kadar katil varsa hepsini hatırlayacak, bunların isimlerini silâhları ile şarjörlerine işleyecek! (…) Bu listeyi kendi başına hazırlayacak tek bir tarihçi bile bulamazsınız.”
Tarrant’ın manifestosunda Türklere yönelik ifadeleri de çapıcı:
“Topraklarınızda barış içinde yaşayabilirsiniz, size zarar gelmeyecek. Boğaz’ın Doğu yakasında… Ama Boğaz’ın Batı yakasında herhangi bir yerde yaşamayı dener, Avrupa’ya gelirseniz sizi öldüreceğiz ve hamam böceği gibi topraklarımızdan atacağız. Konstantinopolis’e (İstanbul’a) gelir, tüm cami ve minareleri yıkarız. Ayasofya, minarelerden kurtulacak ve Konstantinapol hak edildiği gibi tekrar Hristiyan şehri olacak.”
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a ve “açık kapı” politikası dolayısıyla Almanya Başbakanı Merkel’e yönelik tehditlerle birlikte düşünüldüğünde, dünyayı cehenneme çevirmekle tehdit eden küresel bir aklın tezgâhladığı bir eylemle karşı karşıya olduğumuz muhakkak. İşin bu yönü uluslararası siyaset, terörizm, ekonomik savaş gibi alanlarla ilgili. Esasen içinde bulunduğumuz süreç, bir çeşit düşük yoğunluklu dünya savaşı şeklinde. Ancak bu eylemin arkasındaki irade, bunun sıcak çatışma boyutunun bütün dünyayı şimdiye kadar görülmemiş bir yıkımla karşı karşıya bırakma ihtimaliyle tehdit ediyor. Bunun için de bir yandan tarihî referanslarla Batı’da var olan ön yargıları ve nefreti alevlendirmeye çalışıyor öte yandan da şimdilerde yarı uykuda olan IŞİD gibi yapıları harekete geçireceğinin sinyallerini veriyor.
Batı’da 21. yüzyılda “İslamofobi” olarak adlandırılan İslam korkusunun ve bu meyanda Türklere karşı nefret ve korku duygularının tarihî kökleri derindir. Haçlı Seferleri, bu süreçte karşılıklı tanımayı da sağlamakla birlikte Haçlı ruhu değişik biçimlerde günümüze kadar devam etti. 11 Eylül saldırılarının ardından Başkan Bush’un “Haçlı seferi” ifadesini kullanması, bu tarihî şuuraltının bir neticesiydi.
Elbette tarih boyunca İslam dünyası ile Hristiyanlar arasındaki ilişkiler sürekli bir düşmanlık ve karşıtlık şeklinde gelişmedi. Ne var ki Batılılar olsun Doğu Avrupalı Hıristiyanlar olsun, genel olarak Osmanlı fetihlerini, İstanbul’un Türklerin eline geçmesini ve hatta Anadolu’daki Müslüman Türk varlığını hazmedemediler. Fransız edebiyatçı, diplomat Chateaubriand (ö. 1848), Dışişleri Bakanlığı sırasında Türkler ile ilgili şunları yazabilmiştir:
“Türkiye’ye buharlı gemiler ve demiryolları vererek ordularını düzenlerken (...) onları uygarlaştırıyormuş gibi görünmemiz, uygarlığın Doğuya yayılmasıyla değil, Batının gaddarlıkla tanışmasıyla noktalanacaktır(...) Toplumsal yapısı kölelik ve çokeşlilik üzerine kurulmuş bu halk, Moğol bozkırlarına geri gönderilmelidir… Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması insanlık soyu için olsa olsa bir kazançtır… Siyasal toplumun ahlaki değerlerinin tüm unsurları Hıristiyanlığın köklerindedir; toplumsal yıkımın tüm tohumları ise İslam dininde.” Bir başka Yunan sever Fransız doktor, diplomat ve yazar Pouqueville (ö.1838) ise şöyle der: “Devletlerin belası olan Türklerin bunca zamandır neden yok edilmediklerini hep merak ederim.”[1]
Yunan hayranlığının Türkler hakkındaki olumsuz yargılar üzerindeki etkisini düşünürlerde de görürüz. Mesela Kant, “Türklerin baskıcılığı ve yıkıcılığını, özellikle ‘soylu’ Yunanlıları uzun süre egemenlikleri ya da boyundurukları altında tutarak, onların daha da uygarlaşmalarını (…) önledikleri savıyla açıklamıştır.” Bu durum, Türkler hakkında kategorik olarak olumsuz bir düşünceye sahip olmayan ve Türklerin bazı olumlu özelliklerine de yer vermekle birlikte; Kant, Herder, Hegel gibi filozoflar tarafından Türklerin “barbarlığının kanıtı olarak anlaşılmış ve anlatılmıştır.”[2]
Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün ama konumuz bu değil. Burada mesele, Batı düşüncesinde var olan ön yargıların ne denli köklü olduğu, siyaset ve uluslararası ilişkiler arenasında bu tür korku ve nefret duygularının yönlendirmeye ne denli açık bulunduğudur. Onun içindir ki nesillerimiz bu tarihi iyi bilmek ve unutmamak ama aynı şekilde, tahrik ve istismara karşı da uyanık ve akıllı bir tavır sergilemek zorundadır. Kendini inkâr etmenin, kültürüne yabancılaşmanın hiç bir yararı yoktur.
Kim olduğumuzu iyi bileceğiz; çağı çok iyi tanıyacağız ve siyasetten teknolojiye bütün alanlarda yeni, insani ve adalete dayalı bir medeniyet inşasının yollarını arayacağız. Tabii bu ideale ulaşmak için öncelikle mevcut durumu doğru tahlil etmek ve adımlarımızı da ona göre atmak mecburiyetindeyiz. Bunun yolu da hakikatleri görmezden gelmeden onlarla cesurca yüzleşmek, öz eleştirimizi yapmak ve ondan sonra da aklı, bilgiyi rehber edinerek çalışmaktır.
Katliamda şehit olan Müslümanları rahmetle anıyor, yaralılara acil şifalar diliyorum.