Giriş Yerine: Tarihin Yöntemine Dair
Klasik bir ifade ile söylersek tarih, her şeyden önce insanlığın hafızası mesabesindedir. Bugün, tarihin bir muhassalasıdır ve geleceğin de tohumlarını barındırır. Bu, geçmişte yaşananlar (res gestae) anlamındaki tarihtir. Tarihçilerin geçmişin izlerine dayanarak belirli bir metodoloji çerçevesinde yeniden inşa ettikleri ve bundan dolayı kısmen haklı olarak “kurgu” olarak nitelenen tarih ise bilgi-tarihtir. Birincinin (res gestae), aynen vuku bulduğu şekilde zaptının/kaydının ve yeniden inşasının mümkün olmadığı izahtan varestedir. O hâlde bizler aslında tarih derken geçmişten ziyade, geçmişin izlerinden hareketle yeniden inşa ettiğimiz tarihten bahsediyoruz.
Tarihçilerin çoğunluğu tarihin belirli faydalarının üzerinde durmuşlar ve özellikle tarihî bakışın insanlar ve toplumlar için taşıdığı hayatî önemi vurgulamışlardır. Tarihî bakış, tarihsel düşünme bize olaylara geniş ve değişik açılardan bakabilmeyi sağlarken, tarihte olanların çeşitliliğinden hareketle geleceğin de değişik ihtimallere açık olduğunu da hatırlatır. Tarih, geçmiş ile bugün ve gelecek arasında bir diyalog olarak da tanımlanır. Tarih yönteminin en önemli ilkelerinden biri, tarihî olayları günümüzün değer yargılarına göre değil de zamanın şartları çerçevesinde ele alınması gereğidir. Bir başka deyişle, olaylar ve olgular, dönemin tabii, sosyal, kültürel ve siyasi şartlarına, kısacası tarihî bağlamına göre değerlendirilmelidir.
Bunları hepimizi biliriz ama yine de tarihi günümüz açısından, günümüzün değer yargılarıyla ve gelecek beklentilerimizle değerlendirmekten kaçınmamız mümkün değildir. Belki böylesi doğru da değildir. Meslekten tarihçiler elbette geçmişin olaylarını, sosyal-kültürel olgularını tarihî bağlama göre değerlendirmede titizlik göstermek zorundadır. Bununla birlikte, tarih araştırmalarının, günümüzde veya o araştırmayı yapan tarihçinin çağında (Buna sadece zaman değil bütün çevre faktörleri dâhildir.) yapıldığını dikkate alırsak kaçınılmaz şekilde konu seçimi ve yöntem bakımından “bugün” yani tarihçinin çağı devreye girer. Kanaatimce burada, tarihte gerçekte yaşananları tespit etmeye çalışan tarihçinin yaşadığı zaman ve çevrenin ürünü olması, en azından onlar tarafından etkilenmesi hasebiyle, bir paradoks veya gerilim söz konusudur; iyi tarihçi, bu gerilimi bir dengede tutabilir. Tarih şuuru ve perspektifi de bu gerilimden beslenir ve esas itibarıyla tarihin belirli bir grup tarafından belirli bir açıdan okunmasıyla oluşur. Bu noktada, tarih şuurunu “millet fertlerinin kendi tarihleri hakkındaki düşünceleri” olarak tanımlayan rahmetli Erol Güngör’ün şu satırlarını hatırlatmamız yararlı olacaktır:
“Sağlam bir tarih şuuru verebilmek, objektif tarih olaylarıyla sübjektif tarih anlayışını mümkün olduğu kadar birbirine yaklaştırmaya çalışmakla başarılabilecek bir iştir.”[1]
Bu bağlamda büyük İslam mütefekkiri İbn Haldun, 6 asır evvel, tarihçinin dikkat etmesi gereken hususları şöyle ifade etmiştir:
a) Tarihle uğraşanların siyasetin kaideleri ve varlıkların tabiatlarını bilmeleri gerekir.
b) Çağların değişmesi ve günlerin geçmesi ile milletlerin ve kavimlerin hâllerinin de değişeceği hususunun dikkatten kaçması, tarihte vaki olan gizli hatalardandır.
Ona göre;
“Bâtın ve içyüzü itibariyle tarih; düşünmek, araştırmak ve olan şeylerin (vekayiin) sebeplerini bulup ortaya koymaktır. Tarih birçok kaynaklar, çeşit çeşit bilgilere, sahibini hakka ulaştıran, hata ve sürçmelerden çekip çeviren güzel bir düşünceye ve kararlılığa muhtaçtır. Çünkü haberler hususunda mücerred nakle itimad edilir ve ananelerin esasları, siyasi kaideler, umranın tabiatı ve insan topluluklarındaki haller hakem kılınmaz, bu hususda gaib şahide kıyas edilmezse, bu konularda hataya düşmekten, ayağın kaymasından ve doğruluk caddesinden sapılmasından ekseriya emin olunamaz.”.[2]
XIX. yüzyılda modern tarihçiliğin kurucusu sayılan Ranke’den beri tarihçilerin söyledikleri de bundan pek farklı değildir. Geçmişten bize kalan malzeme o günün koşulları içinde anlaşılmalıdır. Tarihçiler, siyaseti ve toplumu tanımalı, zamanın şartlarına göre olayları değerlendirmeli, kaynakların tanıklığı tenkide tâbi tutulmalıdır, yani İbn Haldun’un dediği gibi sadece nakledilen bilgiyi esas almamalı, dönemin gelenekleri, siyasi- içtimai yapısı ve kültürü dikkate alınarak bu bilgiler yorumlanmalıdır.
Özetle, geçmiş anlamındaki tarihi yeniden inşa etmek için kullandığımız bilgi-tarihin şu sınırlılıklarını ve özelliklerini hatırda tutmalıyız:
1. Tarihin aynen vuku bulduğu şekilde yazılması imkânsızdır, biz ancak verileri dürüst ve tenkidî bir şekilde değerlendirerek geçmişi anlamaya çalışabiliriz.
2. Tarihçi; zamanının, toplumunun, çevresinin ve kişiliğinin etkilerinden tamamen sıyrılamayacağına göre tarih bilgisinde mutlak anlamda nesnellik ve tarafsızlık söz konusu olamaz. Dolayısıyla kesinlik arz eden bilgiler dışında, olayların sebep-sonuç ilişkileri hakkındaki yorumların çeşitlilik göstermesi olağandır. Esasen, her ne kadar tarihçilik bize geçmişi dönemin şartları içerisinde değerlendirmenin gerektiğini söylese de gerçekte insanlar tarihi, bulundukları noktadan (geriye dönük olarak) değerlendirmekten kaçınamazlar.
3. Tarihçinin kullandığı veriler (belgeler ve diğer malzeme) de bir tenkit süzgecinden geçirilmeden kullanılamaz. Olayları olduğu gibi belgeleri de bağlamına göre değerlendirmeliyiz. Bu bakımdan tarihçiler kanıtları değerlendirirken bunların kim tarafından, hangi maksada matuf olarak yazıldıklarına/yapıldıklarına/düzenlendiklerine muhakkak bakarlar. Bu bir kişinin hatıratı olabileceği gibi devletin resmî bir belgesi de olabilir. Resmî belgeler genelde daha güvenilir görünse de onların da nasıl bir prosedür sonucu ve kimler tarafından hazırlandığı sorularının cevapları çok önemlidir. Tarihçilerin yapması gereken her türden tanıklığı ve izi karşılaştırmalı bir şekilde, çapraz sorgulamalara tabi tutarak gerçeğe yaklaşmaya çalışmak olmalıdır.
Kanaatimce tarihi ve tarihle ilgili tema, kurum, anlayış ve benzerlerini değerlendirirken meselelere devamlılık ve değişme perspektifinden bakılması son derecede yararlı ve elverişlidir. Evet, tarihte değişme vardır; bize son derecede durağan gibi görünen modern-öncesi toplumların ve devletlerin tarihleri derinliğine incelendiğinde bu anlaşılabilir. Öte yandan tarihte -belki kültürde ve toplumda demek daha doğrudur- devamlılık da çok önemli bir unsurdur. Ama hiç değişmeden devam eden bir şeyin zamanla fosilleşeceği de muhakkaktır. Dolayısıyla, kültürlerin, kimliklerin hayatiyetini sağlayan unsurlardan birisi devamlılık ise öbürü de bunların kendilerini yenilemeleri, yeni şartlara intibakları yani değişmeleridir.
Tarihte, değişme-devamlılık perspektifi açısından karşımıza çıkan hususlardan birisi de şudur: Tarihteki hadise ve olgularla görünüşteki benzerliklerden yola çıkarak “tekerrür”ler üzerinden tarihi yorumlamak, özellikle siyasi-ideolojik yaklaşımları ağır basanlar tarafından çoğunlukla tercih edilir. Pozitivist eğilimli ve objektiflik peşinde koşan akademik tarihçiler açısından ise tekil ve özgül olanla ilgilenmek daha caziptir. Bu iki uç arasında çeşitli eğilimler kendini gösterir.
Pek çok tarihçi ve tarih filozofu gibi merhum Erol Güngör de tarihin milletler için taşıdığı “hafıza” işlevinin önemine dikkat çekmiş ve sosyal bilimlerin tarihsiz yapamayacağını vurgulamıştır: “… sosyal olayları anlamak ve yorumlamak isteyen herkes ister istemez tarihi kullanacak”tır. Ayrıca tarihin milletler için kimlik açısından özel önemi vardır: “Tarih bir milletin geçmişi olduğuna göre, onun millî hüviyeti ve şahsiyeti tarihin bir eseri demektir.(…) Bir insanın gelecek hakkındaki başarı tahminleri nasıl onun geçmişine ait kanaatlerinin bir uzantısı oluyorsa, bir milletin şimdiki ve gelecekteki imkân ve kabiliyetleri hakkında fikir sahibi olması büyük ölçüde onun tarih anlayışına göre belirlenecektir.”[3]
Günümüz Türkiye’sinde Tarih Tartışmaları veya Saptırmaları
Tarihin sadece geçmişi değil günümüzü anlamlandırmada kilit bir önem taşıdığı açıktır. Biz kimiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz? Bu sorulara cevap aranırken herkesin ortak bir geçmiş veya gelecek tasavvuru çerçevesinde cevap vermesi söz konusu değil. Kişiler, dünya görüşlerine, inanç ve ideolojilerine, hayat anlayışlarına göre geçmişi farklı farklı yorumluyor ki, bu normal.
Mesela, son günlerde sosyal medyada çokça yer alan Malazgirt Savaşı ile ilgili yorumlar, aslında tarihin günümüz üzerinden okunması, günümüzdeki görüşlerin meşrulaştırılması veya günümüzde yaşanan gelişmelerle ilgili tavırların haklılaştırılması açısından zengin bir laboratuvar niteliğindedir. Tesadüfen gördüğüm ve çok paylaşılıp beğenilen bir yorum şu:
“Malazgirt üzerinden İslamcılık üretmek saçmalıktır. Zira hem Alparslan’ın ordusundaki Türkmenlerin çoğu hâlâ Gök Tengrici idi hem de Bizans ordusundaki Uz ve Peçenek Türkleri Türkçe konuşan askerleri görünce saf değiştirip Selçuklu ordusuna katıldı. Savaş bu sayede kazanıldı.”
İslamcıların savaşı nasıl yorumladıkları ayrıca ele alınmalı ama tarihçi olmayan birinin tarih kaynaklarında yer alan açık ifadelere rağmen, neredeyse Alparslan’ın bile Müslüman olmadığı şeklinde(tabii paylaşımı yazanın kendisi bunu kastetmiyor) yanlış anlaşılmaya müsait bu cümleleri kurması tamamen günümüzdeki siyasi-ideolojik çatışma ortamının ürünü olarak görülmelidir. Maalesef siyasi zıtlaşma ve kamplaşma bizi değerlerimiz konusunda bile aşırı uçlara (ifrat ve tefrite) itiyor. Bir kere Alp Arslan’ın ordusundaki Türkmenlerin çoğunun “Gök Tengrici” olduğu, istatistiki olarak nasıl tespit edilmiştir? Kaynaklardan biliyoruz ki, “Türkmen” demek zaten Müslüman Oğuz demek. Eğer Alparslan’ın ordusunda “Gök Tengrici”ler varsa onlara Oğuz demek daha doğru olurdu. (Tabii burada Gök Tengricilik diye bir din var mı yok mu tartışmasına girmiyorum; meraklılar İ. Kafesoğlu, H. Tanyu, J. P. Roux vb. uzmanların eserlerine bakabilir.) Malumdur ki Selçuklular, Selçuk Bey zamanında İslamiyet’i kabul ettiler ve o dönemde hem Karahanlı hem de Selçuklu sahasında yoğun bir İslamlaşma yaşandı. Emevîlerin Maveraünnehir’i almalarıyla başlayan Türklerin İslamlaşma sürecinde, Türklerin büyük kitleler hâlinde İslamlaşmasının, X. yüzyıl ortalarına doğru Türkistan sahasında vuku bulduğu da bir gerçektir. Onun için Alp Arslan’ın ordusundaki Türkmenler Müslümandı (Bu süreçte eski Türk inançlarının etkisi tabii ki ortadan kalkmış değildi). Doğu Roma’nın Balkanlardaki topraklarında yaşayan Peçenek ve Uzların savaş sırasında Selçuklu ordusuna katıldığı doğrudur. Ancak tarihte pek çok devletin savaşlarında farklı din ve inançlardan savaşçılar olmuştur, bununla ilgili sayısız örnek verilebilir. Talas Savaşı’nda henüz Müslüman olmamış Türklerin Müslümanlarla birlikte Çinlilere karşı savaşması, Osmanlıların Hristiyan vassallerinin Habsburglara karşı savaşta veya Timur’a karşı savaşırken Osmanlılarla hareket etmesi gibi. Alparslan’ın savaş meydanındaki konuşması, onun ve askerlerinin inancı konusunda hiçbir tereddüde mahal bırakmaz.
26 Ağustos 1071 Cuma günü öğleye kadar orduyu denetleyen ve kumandanlarına son direktiflerini veren Alparslan, imamı ve fakihi Buharalı Ebu Nasr Muhammed'in bütün Müslümanların İslam'ın zaferi için dua ettikleri cuma günü öğle vaktinde düşmana saldırması tavsiyesine uyarak ordusuyla birlikte cuma namazını kıldıktan sonra, “Ölürsem kefenim olsun." dediği beyaz bir elbiseyle askerin karşısına çıktı ve şöyle dedi:
“Ben, Müslümanların camilerde bizim için dua etmekte oldukları bu saatlerde düşmanın üzerine atılmak istiyorum. Galip gelirsek arzu ettiğimiz sonuç gerçekleşmiş olur, yenilirsek şehid olarak cennete gideriz. Bugün burada ne emreden bir sultan ne de emir alan bir asker var; ben de içinizden biri olarak sizinle birlikte savaşacağım; benimle gelmek isteyenler peşime düşsünler, istemeyenler serbestçe geri dönebilirler.”[4]
Halife ve İslam dünyası, Sultan’ın ve ordusunun zaferi için dua etmektedir. Bütün bunlar ortadayken günümüzün siyasi ve ideolojik tartışmalarının gölgesinde, Selçuklu hükümdarı ve ordusunun inancı bu şekilde çarpıtılmamalıdır. Tabii madalyonun bir de öbür yüzü var: Bizans ordusundaki Türk unsurun (Oğuzlar ve Peçenekler) komutanları ile birlikte aynı dili konuştukları soydaşlarının yanına geçmeleri gerçeği. Bunun da önemli bir faktör olduğu açıktır. Bu olay, sadece savaşın kazanılması bakımından değil o dönemde var olan Türklük bilincini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir.[5]
Bugünkü siyasetin etkisiyle kimileri İslam geçmişimizi âdeta yok sayıyor, hatta hakaret ediyor. Bir kesimin Atatürk ve Cumhuriyet karşısındaki tavrını diğer bir kesim Osmanlı ve İslam geçmişimize yansıtıyor. Bunların hiçbiri sağlıklı değildir. Tarihimizde övünülecek, gurur duyulacak büyük başarılar (sadece askerî zaferler değil elbette, her alanda başarılar) da vardır; yenilgiler, yanlışlar ve ders alınacak ibretler de çoktur. Geleceğe ancak tarihimizi bir bütün olarak, devamlılık içinde ele alıp değerlendirerek yürüyebiliriz. Bizim tarihimiz elbette insanlık tarihinin bir parçasıdır ama bu genel tarih içinde, tarih devirlerine göre mensup olduğumuz medeniyet havzaları da vardır. Türkler, kısm-ı âzamı itibarıyla X. yüzyıldan itibaren İslam medeniyeti dairesine girmişler ve XI. yüzyılda İslam dünyasının en büyük siyasi gücünü temsil eden Selçuklular, Karahanlılar ve Gazneliler gibi devletlere vücut vermişlerdir. Bugün Türklerin yaklaşık yüzde 95’i Müslümandır. Hristiyan veya başka inançlara mensup kardeşlerimiz de vardır. Ancak kişilerin şahsi inançları veya inançsızlıkları bir yana (Bu herkesin kendi takdiridir.) millî kimliğimizin, dilimizle birlikte en önemli unsuru olan İslam dinini (Burada mezhep ve meşrep farkı gözetmiyoruz.) önemsizleştirmek veya reddetmek, aslında Türk kimliğini de reddetmektir. Bazıları cehalet veya bilgisizlikten böyle davranıyor olabilir ama kötü niyetlilerin, Türk’ü İslam’dan koparmak, şairin deyişiyle “Müslümanlıkla yoğrulmuş bu yurdu” İslamsızlaştırmak isteyenlerin varlığı da aşikârdır.
Dinî iddialarla ortaya çıkan bir takım çevrelerin yapıp ettiklerinin çeşitli toplum kesimlerini olumsuz etkilediği de vakidir. Onlara bakıp “Din buysa…” diyenlerin veya “Gerçek İslam bu değil.” deyip kendi indî mütalaalarına göre din yorumları getirenlerin yol açtığı kafa karışıklığı yeni kuşakları, hatta yaşını başını almış kesimleri bile etki altına almış bulunuyor. Tabiatıyla tarihe dair anlayışlarımız da bundan nasibini alıyor. Kimileri İslam tarihi ve medeniyeti çerçevesindeki tarihimizi tamamen olumsuz, Türklükten uzak bir dönem olarak tasvir ediyor. Hâlbuki Karahanlı döneminde yazılan kültür tarihimizin temel eserleri, Göktürk Abideleri ve Uygur Türkçesi eserlerinden sonra Türklüğün ve Türkçenin muhteşem abideleridir. Selçuklu-Osmanlı sahasında ise XIII. yüzyıl ortalarından itibaren Batı Türkçesi ile verilen eserler, tabii ki zaman içerisinde dilimizde yaşanan değişimlerle birlikte bizi geçmişimizden bugüne bağlayan kültür ve medeniyet verimleri olarak ortadadır.
Son dönemde Malazgirt Savaşı ve Büyük Taarruz’un yıldönümü vesilesiyle sosyal medyada yoğun bir şekilde yeniden ileri sürülen birtakım kalıp hükümlere dair bir iki husus çerçevesinde konumuzu somutlaştırmak isterim. Malum olduğu üzere 1071 Malazgirt Zaferi, Cumhuriyet dönemi tarih anlayışımızda, Yahya Kemal başta olmak üzere Anadolucu aydın, tarihçi ve düşünürlerin de katkılarıyla, Anadolu’nun kapısının Türklere açılması olarak yorumlanır. Gerçi Cumhuriyet döneminde Türklerin binlerce yıldır Anadolu’da bulunduğu, Sümerler ve Hititlerin Türklüğü gibi görüşler ileri sürülmüştür. Bu tezlerin ortaya çıkışında, Türkleri barbar olarak gösteren Şarkiyatçı Haçlı zihniyetine karşı Türklüğün medeni vasfını ispat etme ve bu toprakların dokuz asırdır değil binlerce yıldır Türk olduğunu ortaya koyma kaygısının rol oynadığı açıktır. Hiç şüphesiz Türkler veya Proto-Türkler, Hunlar döneminde dünyanın çeşitli bölgelerine gitmişler; bu çerçevede Anadolu’da da bulunmuşlardır. Bunlara dair arkeolojik ve etnolojik malzeme üzerinde zengin bir literatür vardır. Bundan daha önce de Proto-Türklerin bu coğrafyaya geldikleri tartışılabilir. Ancak arkeolojik buluntular ve birtakım resim yazılarının yorumlanmasına dayalı olan bu iddialar, daha sağlam tarih kanıtlarıyla desteklenmedikleri sürece tartışmalı yorumlar olmanın ötesine geçemezler.
Bununla birlikte tarihî hakikat olarak şu apaçık ortadadır: Türkler, Anadolu coğrafyasında Selçuklular ile birlikte siyasi egemenlik kurmuş ve bu topraklar Selçuklu fetihlerinin hemen akabinde Haçlılar tarafından Turchia yani “Türkiye” olarak adlandırılmıştır. Malumdur ki bizim ecdadımız bu topraklara Roma ülkesi (İklim-i Rum) diyordu. İşte İklim-i Rum’un Türkiye oluşunda, Türkçenin kısa sürede bu toprakların hâkim dili hâline gelişinde ve Müslümanlığın bu topraklarda yayılmasında Malazgirt’te kazanılan büyük zaferin kilit rolü vardır. Ondan önceki keşif akınları ve Pasinler Muharebesi de önemlidir ama Malazgirt, tartışmasız bir şekilde dönüm noktasıdır. Selçukluların ve onlara bağlı beyliklerin süratle Türk egemenliğine kattığı Anadolu, Irak, Suriye coğrafyası Haçlıların hedefi olmuş; Türkler Haçlılara karşı bu toprakları başarıyla savunmuş; Bizans’ın onları buradan söküp atma amacıyla yaptığı son büyük hamleyi, II. Kılıç Arslan 1176’da Miryakefalon’da akim bırakmıştır. Kısacası, bu topraklara Türkler çok önceden de gelip gitmişler, izler bırakmışlardır ama burayı kalıcı ve daimi Türk-İslam yurdu kılan Sultan Alparslan önderliğindeki Selçuklu Türklerinin Malazgirt öncesinden başlayan Malazgirt Zaferi ile taçlanan büyük mücadeleleridir.
Zaferler Ayında Otlukbeli, Çaldıran ve Mercidabık
Bu vesileyle değinmek istediğim son husus da şudur: Dönem şartları gereği orduların bahar mevsiminde sefere çıkması ve güzün merkeze çekilmesi uygulamasının da tesiriyle yaz aylarında çok sayıda muharebe vuku bulmuştur. Tarihimizin önemli savaşlarının büyük kısmı da Ağustos ayında meydana gelmiştir. Tarihimizde yenilgiler de var ama Ağustos ayının Malazgirt’ten 26-30 Ağustos 1922 Başkumandan Meydan Muharebesi’ne uzanan zaferler zinciri bakımından ayrı bir önemi de vardır. Bununla birlikte bu önemli savaşların bir kısmı, Türk devletlerinin kendi aralarındaki savaşlardır. Bu bakımdan bunların tarihî zaferlerimiz olarak adlandırılması sorunludur. Otlukbeli Savaşı (1473), Osmanlı ile Akkoyunlu, yani iki Türk devleti arasındadır. Bir Osmanlı tarihçisi olarak ve Osmanlı’yı Türk tarihinin zirve devleti olarak gören bir Türk olarak böyle bir yaklaşımı yanlış buluyorum. Tarihimiz bir bütündür ve kardeş kavgaları da bunun içindedir. Otlukbeli gibi Çaldıran’ı (1514) da, Mercidabık’ı (1516) da veya Osmanlı Devleti’nin diğer beyliklere karşı kazandığı daha düşük çaplı zaferleri de “Osmanlı Devleti’nin galip/üstün geldiği savaşlar” olarak tanımlamalıyız; “tarihî zaferlerimiz” olarak değil. Aynı şekilde Ankara Savaşı, “bizim bir yenilgimiz” değil, “Osmanlı hükümdarı Yıldırım’ın Timur karşısında uğradığı bir yenilgi”dir. Burada değiştirilmesi gereken söylemdir, tarih gerçekleri değil. Türk toplulukları ve devletleri arasındaki çatışmalarda doğru yaklaşım; olay ve olguları dürüst bir şekilde ortaya koymak, haklılık haksızlık tartışmasına girmemek, tarafların bakış açılarını nesnel bir dille ortaya koymak dışında bir sahiplenme veya ötekileştirmeden kaçınmaktır. Esasen sağlam bir tarihçilik, bütün tarih olayları için böyle bir yaklaşımı gerekli kılar; ancak eğitim ve millî şuur açısından ders kitaplarımızda ve topluma yönelik eserlerde, yine gerçekleri çarpıtmadan, kendi bakış açımızdan ve tarihimizi sahiplenerek, tarihimizde iç mücadeleleri günümüze taşımadan değerlendirmek durumundayız.
Tarihî değerlerimizi, tarihimizin değişik dönemlerini ve tarih büyüklerimizi birbirleriyle kavga ettirmek de büyük bir yanlıştır. Elbette farklı toplum kesimlerinin birtakım tarihî şahsiyetlere ve olaylara bakışında farklılık olacaktır. Ancak bize düşen, mesela Yavuz ile Şah İsmail’in savaşı üzerinden bugün Sünni-Alevi veya Sünni-Şii ayrışmasına odun taşımak değil geçmişteki bu olaylardan ders çıkararak geleceğe birlikte yürümektir. II. Abdülhamid gibi zaafları ve hataları olmakla birlikte Osmanlı’nın son döneminin II. Mahmud ile birlikte en önemli iki hükümdarından biri olan bir şahsiyeti, günümüzün siyasi tartışmalarının malzemesi yapmak, tarihimize de ecdada da saygısızlıktır. Türk milletinin yetiştirdiği en büyük şahsiyetlerden ve 20. yüzyıl dünya tarihinin sayılı liderlerinden biri Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Millî Mücadele’nin tartışılmaz lideri, Başkumandan, Cumhuriyet’in kurucusu Gazi’nin başarılarını gölgelemek için Millî Mücadele’yi bile değersizleştirmeye çalışanlar olduğunu görmek, gerçekten hazindir. Cumhuriyet döneminde yapılan bazı devrimleri beğenmeyebilir, eleştirebilirsiniz ama bunlar yüzünden Atatürk’ün Türk tarihine vurduğu damgayı, bu milletin “bahtı kara mâderini” kurtardığı gerçeğini inkâr edemezsiniz.
Ezcümle, bu topraklarda yaşamanın ve ayakta kalmanın bir bedeli var. Türk milleti bunu ödedi ve ödemeye de devam ediyor. Ama içinden geçtiğimiz süreçten daha güçlü olarak çıkmak için millî, bütünleştirici ve gerçekçi bir tarih bilincine sahip olmak şarttır. Kutuplaşmak veya ötekileştirmek, çıkmaz sokakta değil uçurumda sonuçlanabilir. Buna riayet etmezsek Bilge Kağan’ın asırlarca öteden yankılanan azarına/ihtarına muhatap olmamız muhtemeldir: Türk milleti öldün! Türk milleti öleceksin! Elbette ki, inanan insanlara ümitsizlik yasaktır. Biz, eski deyişle, havf ile reca yani korku ile ümit arasında olacağız; asla gevşemeyeceğiz, rehavete kapılmayacağız, müteyakkız yani uyanık olacağız.
[1] Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Töre-Devlet Yay., Ankara 1980, s. 63-68.
[2] İbn Haldun, Mukaddime, (Çev. S. Uludağ), Dergâh Yay., C: I, 1981, s. 209.
[3] Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, Ötüken Yay., 6. Baskı, İstanbul 2007, s. 203-204.
[4] Ali Sevim, “Malazgirt Muharebesi”, TDV İslam Ansiklopedisi.
[5] Bazıları bunu kabul etmeyebilir, onlara önereceğimiz kaynak Kaşgarlı Mahmud’un Divanu Lügati’t-Türk’ü yazma gerekçesini (Türklerin hâkimiyeti uzun süreceğinden Arapların Türkçe öğrenmelerinin gerekli olduğu) izah ederken Türk milleti ile ilgili söylediği sözlerdir.