Türk ordusu, 20 Ocak 2018 tarihinde Suriye’nin kuzeybatısında bulunan Afrin bölgesinde yuvalanan terör örgütüne karşı “Zeytin Dalı Harekâtı”nı başlattı. Bu, sıradan bir harekât değildir; yıllardır medeniyet coğrafyamızı hedef alan “Böl-parçala siyaseti”ne, kararlı bir karşı duruştur. Bunun devamının geleceği, Afrin’den Kandil’e uzanan hatta tahakküm kuran PKK terör örgütünün buralardan sökülüp atılmasına kadar devam edeceği anlaşılıyor; öyle de olması gerekiyor. Şunu ilave etmek gerekir ki, medeniyet coğrafyamızı Türk-Arap-Fars-Kürt veya Şii-Sünni diye çatışma içine sokarak kendi küresel egemenliklerini teminat altına almaya çalışanlara karşı mücadeleyi sürdürmeli; geçmişte yapılan hatalardan da ders almalıyız.
Bu mücadele başladığında bazı odaklar hemen barış açıklamaları yapmaya başladılar. Şayet bunlar, her olayda ve durumda barıştan yana tavır alan insan veya gruplar olsa tasvip etsek de etmesek de saygı duyarız. Ama gerek aydınlar(!) olarak gerekse, herhâlde kuruluşlarının isminin başında resmen yer almak durumunda olan “Türk” kelimesinden hazzetmeyen “Türk Tabipleri Birliği” olarak yapılan açıklamalara baktığımızda, bu çevrelerin Türkiye’ye karşı yürütülen terör hareketlerinde veya PKK’nın “hendek savaşları”nda Türk milletinden ve devletinden yana tavır aldıkları görülmüş değildir. Hatta yine o dönemde bir kısım “aydın” zevat “Bu suça ortak olmayacağız.” diyerek PKK’nın adını dahi anmadan, sanki Türk devleti Güneydoğu’da masum halka karşı operasyon yapıyormuş gibi utanmazca bir bildiri yayımlamışlardı. Biz de buna karşı, Türk Ocakları olarak “Vatansever Türk Aydınları” bildirisini yayımlamıştık.
Zeytin Dalı Harekâtı’nda görev alan Mehmetçiklerden birinin, kendisine nereye gittiklerinin sorulması üzerine verdiği “Kızılelma’ya” cevabı, bu kavram ve bununla ilintili olarak “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi (ülküsü)” hakkında bir tartışmaya, konuya geniş kitlelerce ilgi duyulmasına zemin hazırladı. Halkın çoğunluğunun alkışladığı bu tutuma, solcu veya İslamcı görünümlü birtakım zevat tepki gösterdi. Tabii bu arada Türk milliyetçilerinin çok iyi bildiği bu kavramlardan bîhaber olanların gülünçlükleri de olmadı değil. Bunları cehalete verebiliriz ama düşmanca kin kusanların gayet bilinçli oldukları açıktır.
Nitekim medyatik bir şahıs, “Kızılelma”nın şirk olduğuna dair fetva vermekte beis görmediği gibi “Türk Cihan Hâkimiyeti” kavramına da saldırmıştır. Şöyle diyordu bu zat: “Kızılelma denen şey şirktir. ‘Türk cihan hâkimiyeti mefkuresi’ymiş… Sen kim oluyorsun da dünyayı ele geçirmeye kalkıyorsun? Kim dünyayı ele geçirmeye kalkıyorsa Allah’a ortak koşuyor demektir. Mülk Allah’ındır.” Yine Millî Görüş’ün gazetesinde bir yazar ise Suriye’deki harekâtı kastederek şu satırları yazdı:
“Bu bir cihat savaşı ve mücadelesi değil. Bu, ulusal, laik, seküler, liberal ve faizci devletin Misak-ı Milli sınırlarının savaşı. Bu bir medeniyet savaşı değil kavimler savaşı. Laik seküler cumhuriyetin ırkî refleksli bir savaşı. (…) Kürt Müslümanları sekülerleştirme, Türk tipi ırkî bir ayrışmaya götürme savaşı.”
Misak-ı Millî’nin bu şekilde aşağılanması ve “Türk tipi ırki bir ayrışma” ifadesiyle Türklüğe alenen hakaret edilmesi, hangi hâletiruhiyenin ifadesidir? Müslümanlar arasındaki bu durumdan, Müslümanların kanları ve kaynakları üzerinden emperyalistlerin vekâlet savaşları yürütmesinden büyük ıstırap duymaktayız ve bunu yıllardır ifade etmekteyiz. Ancak bunun sorumlusu olarak millî devleti göstermek, sosyal gerçekliğin karmaşıklığını göz ardı etmek, sosyolojiyi ve tarihi dışta bırakan sakat bir zihniyetin ürünüdür. Bu zevata İslam tarihinden, Cemel Vakası ve Sıffin Savaşı’ndan başlayarak bizzat sahabenin karşı karşıya geldiği örnekler vermek de beyhude… Soralım: Bunlar da Müslümanlar arasındaki “ırki refleksli” savaşlar mıydı? Türk tarihinde de iç kavgalar eksik değildir. Bizim ecdadımız, kendi içlerindeki kavgaları bile İslam’ın “gaza” ve “cihat” anlayışıyla meşrulaştırırken “ırki” saiklerle mi hareket ediyordu. Mesela, İzladi ve Varna savaşlarına dair anonim Gazavat-nâme’de II. Murad’ın, Karamanoğlu’nun Bizans ile ittifakı karşısında meseleyi ulemaya danışması anlatılır: “... efendiler ne buyurursunuz, bir adan kâfir ile arka bir edüb ümmet-i Muhammed’i rencîde ve paymâl eylese şer’an ne lâzım gelür dedikde, ‘ulemâ cevâb verüb eyittiler kim, çünkü öyle olıcak, ol kâfirdir...”[1]
Demek ki aynı kavimden Müslümanlar da siyasi ve başka sebeplerle birbirlerini tekfir ediyor, birbirleriyle savaşabiliyordu. Bunları tasvip edip etmemek ayrı bir meseledir, biz burada tespit yapıyoruz. Mamafih, Müslümanlar arasındaki savaşları kavmiyetçiliğe indirgemenin doğru olmadığını açıkça belirtmeliyiz. Irak’ta, Suriye’de ve başka yerlerde Müslümanlar, geçmişte olduğu gibi bugün de birbirlerini Allah adına boğazlamıyorlar mı? Hele de, “Türk cihan hâkimiyeti” kavramını Allah’a ortaklık iddia etmekle eşdeğer göstermek, insaf ve izan kelimeleriyle yan yana gelmesi mümkün olmayan bir psikolojinin eseri olsa gerekir. Yani cihan hâkimiyeti davası güden Fatih, Yavuz, Kanunî gibi hükümdarlar, Allah’a ortak mı koşuyordu? O Fatih ki, Trabzon seferine çıktığında bir elçilik heyeti ile yanında bulunan Uzun Hasan’ın annesi Sara Hatun ile şöyle konuştuğunu Âşıkpaşazâde zikreder:
“[Uzun Hasan’ın annesi Sara] Hatun eyidür: “Hay oğul! Bir Durabuzunçün [Trabzon için] bunca zahmatlar çekmek nedür” dedi. Padişah cevab verdi kim: “Ana! Bu zahmatlar Durabuzunçün degüldür. Bu zahmatlar dîn-i İslâm yolunadur kim ahretde Allah Hazretine varıcak hacil olmayavuz deyüdür. Zirâ kim bizüm elümüzde islâm kılıcı vardur. Ve eger biz bu zahmatı ihtiyar etmesevüz bize gazi demek yalan olur.” dedi.” [2]
***
Bu vesile ile camiamızın iyi bildiği bu kavramların tarihte ifade ettiği mana ile bugün bizim için nasıl algılanması gerektiğine dair bazı açıklamalar yapmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
“Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” kavramı, Türk Ocaklarının eski genel başkanlarından, ülkemizin yetiştirdiği büyük Selçuklu tarihçisi merhum Prof. Dr. Osman Turan’ın, Türk tarihinin âdeta genel durumunu ve kazanımlarını ortaya koyduğu Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi adlı kitabının başlığında yer alır. Bir tevafuk eseri olarak 20 Ocak 2018 Cumartesi günü, yani Zeytin Dalı Harekâtı’nın başladığı gün, saat 14.00’te, Türk Tarih Kurumunda, Merhum Osman Turan’ın 40. ölüm yıldönümü münasebetiyle “Vefatının 40. Yılında Osman Turan ve Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi” adlı bir panel düzenledik.
Rahmetli Turan, Türklerin tarihte kurdukları Hunlar, Göktürkler (Türk Kağanlığı), Karahanlılar (Türk Hakanlığı), Selçuklular ve Osmanlılar gibi devletlerin insanlığa ve dünyaya nizam ve adalet götürme ülküsünü benimsediklerini ortaya koyduğu bu eserinin alt başlığını da “Türk Dünya Nizâmının Millî, İslâmî ve İnsanî Esasları” olarak koymuş; 2. cildinin bir bölümünde “Türk Tarihinde İnsanlık İdeali” konusunu ele almıştır. Bu kitabın Osmanlılarla ilgili ikinci cildinde, Kızılelma konusu da bir alt başlıkla (İslâm-Türk Mefkûresinde İstanbul ve Kızılelma Efsanesi) değerlendirilmiştir. Osman Turan, bu bölümde özetle şunları söyler: [3]
“Ayasofya’nın önünde dikili bir sütun üzerinde, at üstünde bulunan Justinianus [(Doğu) Roma İmparatoru Jüstinyen] heykelinin elinde kızıl bir küre olup, Türk Kızılelması ve cihân hâkimiyetinin hedefi idi. XIII. asır İslâm coğrafyacılarına göre bu heykelin sağ eli havada olup halkı İstanbul’a davet eden bir mânâya delâlet eder. Sol elinde de madenî bir küre bulunmakta ve bu da düşmanın şehri istilâsına engel bir tılsım telâkki olunmakta idi. Hıristiyan kaynaklarına göre at üzerinde canlı gibi duran Justinianus’un heykelinin elinde altından büyük bir elma olup sağ eliyle de Kudüs’ü ve İslâmları göstermektedir. Bu küre imparatorun dünyayı elinde tuttuğuna delâlet ediyor ve “Cihân hâkimiyeti” tılsımının yazılarını taşıyordu. Hıristiyan seyyahlarına göre bu altın kızıl küre Bizans imparatorluğuna uğur getiriyordu. Nitekim XIV üncü asırda heykelin ve kürenin (Kızıl-elmanın) düşmesi birçok ülkelerin kaybına, yâni Türkler tarafından fethine ve imparatorluğun sükutuna bir işaret sayılmıştı. İşte Bizansın devamı için uğurlu bir tılsım sayılan bu küre Türklerin Kızıl-elması olup ona sahip olmak veya İstanbul’u almak emeli Türk cihân hâkimiyeti mefkûresinin bir sembolü olmuştu.” (s. 356-357).
1317’de, kürenin üzerindeki haç bir fırtınada düştüğü zaman halk büyük bir korkuya kapılmış; daha sonra elma biçimindeki top da düşüp parçalanınca bundan yakında devletin parçalanıp yıkılacağı manası çıkarılmıştır. Diğer bir rivayete göre de heykelin elindeki top, Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u kuşatmasından kısa bir süre önce düşmüş; İmparator Konstantin iki defa onu tekrar yerine koymayı denemişse de başaramamıştır.[4]
Osman Turan; Evliya Çelebi, Peçevî gibi kaynaklarda Kızılelma motifine dair atıfları da ele aldıktan sonra “Türklerin “Padişahımız gelecek, Hıristiyan dünyasını ve Kızıl-elmayı alacaktır. Eğer kâfirler yedi sene ilerleyemezse onlar üzerinde hâkimiyetini kuracaktır.” sözlerini söylediklerini bir Macar’dan (XVI. asır) dinlediğini yazar…” Ayrıca, Bedayiü’l-Vekayi adlı tarih kaynağında, “İnşallah Kızıl-elma dedikleri şehr-i maruf [Beç=Viyana] ümmet-i Muhammed’e müyesser olup Çasar adı âlemden silinir.” diye yazılı olduğunu da belirtir. (Turan, s. 358)
Peçuylu İbrâhim(Tarihçi Peçevî), “Ehl-i İslâm kızılelmaya değin fethetseler gerektir deyü lisân-ı halkta şâyi‘dir, lâkin bu kelâmın me’hazı ve sebebi mâlûm değildir.” derken Evliya Çelebi, Budin’de bir Kızılelma Sarayı, Estergon’da da bir Kızılelma Camisi bulunduğunu belirtmektedir. Kanûnî Sultan Süleyman döneminde Habsburglar ile yapılan savaşlarda Beç (Viyana) kızılelması ortaya çıkar. Kanûnî’nin bir gün yeniçeri kışlasını dolaştıktan sonra, “Kızılelmada buluşuruz.” diyerek askerin arasından ayrılması çeşitli kaynaklarda zikredilmektedir.
Hünkâr Hacı Bektaş Veli manevi rehber kabul edildiği için Hacı Bektaş Ocağı denilen Yeniçeri Ocağındaki “bozulma”nın sebeplerinin tartışıldığı Osmanlı ıslahatnâmelerinden biri olan ve XVII. yüzyılın ilk yarısında yazılan Kitâb-ı Müstetâb’da şöyle bir beyit vardır:
Kızılelma kapusun fethi derken nacağı
Revâ mıdır bozula Hacı Bektaş Ocağı
Yine meşhur Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde de sık sık “kızılelma”lar geçer. Bunlar, Osmanlıların fetih politikasında hedef olarak geçen şehirlerdir: Üstürgon kızılelması, Beç kızılelması gibi. Mesela bir yerde, Evliya babasından da bahisler şöyle der: “Hatta peder-i merhum âlem-i sabavetimizde [ben çocukken] buyururlardı kim, ‘Süleyman Hân-ı Gâzi ile Kızılelma-yı Üstürgon’u feth ettiğimizde Kızılelma Câmi’i içinde bir dollâb kapağı dahi bizim acîbemizdendir” deyû bu dolâbın evsâfını nakl ederlerdi. Hamd-ı Hüda kırk iki sonra hakîre ol dollâbı ve bu câmi’-i Kızılelma’yı görmek müyesser oldu.” Görüldüğü üzere Evliya’nın babası, Estergon fethedildiğinde orada bir Kızılelma Camisi yapıldığını ve orada bir dolabı kendinin yaptığını oğluna çocukken söylemiş; Evliya da 40 yıl sonra bu camiyi ve oradaki dolabı görmüştür. Evliya Çelebi, Yunan tarihlerinde Beç [Viyana] Kızılelmasını ve İrimpapa [Papa] Kızılelmasını Osmanlı’nın alacağına dair rivayetler olduğunu da zikreder.
Bütün bunlardan Kızılelma efsanesinin Osmanlılarda ve özellikle askerler arasında ne derecede yaygın olduğu, Bizans ve Avrupa’da da Türk ve İslam korkusunun bu motifle ilgili olarak da karşımıza çıktığını açık bir şekilde görmekteyiz. Kızılelma’nın ya da altın kürenin kaybı/ele geçirilmesi Müslüman Türkler için bir hedefe ulaşılması, Hıristiyanlar için ise Türk hâkimiyeti altına girilmesi anlamına gelmekteydi. Kızılelma sürekli ulaşılmaya çalışılan bir ülkü. Bir hedef ele geçirildiğinde ise oranın imar ve inşası, orada düzen ve adaletin tesisi demektir. Nitekim Üstürgon Kızılelması’ndan bahsederken orada bir Kızılelma Camisi inşa edilmiş olduğunu Evliya’nın anlatımından çıkarıyoruz. İstanbul’u fetheden Fatih, şehrin imar ve inşasını “cihad-ı ekber” yani “en büyük cihat” olarak tanımlamış ve vakfiyesinde bunu şöyle ifade etmiştir:
“Hüner bir şehr bünyad etmektir
Reâyâ kalbin âbâd etmektir”.
Yani asıl marifet şehirleri imar ve inşa edip halkın gönlünü kazanmaktır. İşte Osmanlı’nın Selçuklu’dan tevarüs ettiği “cihan hâkimiyeti” anlayışı budur.
Kızılelma, Osmanlı’nın dağılma döneminde Türkçülüğün sembollerinden biri hâline gelmiştir. Bu defa dağılan devlet yerine Turan’ın kurulması ülküsü Kızılelma olur. Ziya Gökalp’ın Türk Yurdu’nda (1913) yayımlanan “Kızılelma” hikâyesi ile bu kavram değişik bir muhteva kazanarak yeniden gündeme gelir. Ziya Gökalp’ta Kızılelma bu defa, çökmekte ve dağılmakta olan Osmanlı Devleti yerine bütün Türklerin bir araya gelerek kuracakları ve yüzyıllardır özlemini çektikleri Turan ülkesiyle eş anlamda kullanılır. Ziya Gökalp’tan birkaç yıl sonra Ömer Seyfeddin “Kızılelma Neresi?” adıyla yayımladığı hikâyede, “padişahın atının ayağının bastığı yer” diye gösterdiği Kızılelma kavramına, “erişilmek istenen ülke” şeklinde açıklık getirir. (Gökyay, “Kızılelma”) Bu, kavramın Osmanlı dönemindeki manasına özdeş gibi görünse de geleceğe dair bir açılımı da içermektedir.
Özetle, Kızılelma bir ülkünün adıdır. Ordu ve askerler için fethedilecek yerdir, Konstantiniyye’dir, Roma’dır, Beç’tir (Viyana), padişahın atının gittiği yerdir, hükümdarlar için dünyaya adalet ve nizam götürme, i’lâ-yı kelimetullah (Tanrının adını yüceltme) davasıdır. Böylesi ulvi gayelere hizmet için rahatını bir yana bırakarak ömrünü seferlerde geçiren, öyle uçaklarla, trenlerle değil; at sırtında veya bir araba ile aylarca yol kat edip sarp yollardan geçerek, genç yaşta hastalıklardan bitap düşerek vefat eden Fatih Sultan Mehmed’i şirk ile suçlayan zihin yapısının bunu anlaması tabii ki mümkün değildir.
Osman Turan’ın kitabının alt başlığı ve muhtevası dikkatle incelendiğinde “millî, İslami ve insani” bir terkip arayışının açıkça görülmemesi imkânsızdır. Yani millî olandan cihanşümul olana uzanan bir bakış açısı, bir ufuk arayışı söz konusudur. Kendisini, ailesini, milletini tanımayan ve sevmeyenlerin evrensellik ve hümanizm iddiaları karşısında; bir ayağı kendi tarihine, kültürüne sımsıkı bağlı öbür ayağıyla dünyayı kavramaya çalışan bir bakış açısı, bir ülküdür bu. Bugün, Türk milletinin “Kızılelma”sı, yeniden medeniyetimizi ihya ve insanlık için daha adil, dengeli, yaşanabilir ve huzurun hâkim olduğu bir dünyayı inşa ülküsüdür. Çevre sorunlarına nasıl çare bulacağımıza, insan hak ve hürriyetlerini nasıl teminat altına alacağımıza, maddi ve manevî sefaletin nasıl üstesinden geleceğimize kafa yormak başlıca görevlerimizdendir.
[1] H. İnalcık-M. Oğuz, Gazavât-ı Sultân Murâd b. Mehemmed Hân-İzladi ve Varna Savaşları (1443-1444) Üzerinde Anonim Gazavâtnâme, Ankara 1989, 2. bs., s. 5.
[2] bk. “Tevârih-i Âl-i Osman”, Yay. Çiftçioğlu N. Atsız, Osmanlı Tarihleri, İstanbul 1949, s. 208.
[3] İlgili bölüm için bk. Osman Turan, Türk Cihân Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yay., 2. bs., İstanbul 1978. s. 355-365.
[4] Orhan Şaik Gökyay, “Kızılelma”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi.