Taksim Gezi Parkı olayları başlar başlamaz pek çok analist tarafından değişik bir durumla karşı karşıya olduğumuz tespiti yapıldı. Değerli genç bilim adamı Mehmet Akif Okur’un teşhisi “Yepyeni Türkiye” oldu. 3 Haziran 2013 günü Türk Ocakları olarak yayınladığımız basın açıklamasındaki tespit, tahmin ve temennileri hatırlatarak 18 Haziran’da geldiğimiz noktayı kısaca tahlil etmeye çalışalım.
Polisin müdahalesinden sonra hadisenin, Gezi Parkı, Topçu Kışlası ve AVM projesi boyutunu aştığını akl-ı selim sahibi herkes görmüş, ancak kraldan fazla kralcı bazı kesimler, işin fazla büyümeden tavsayacağı gibi vahim bir yanılgıya düşmüştür. Eylemlerin sona ermediği yeni bir aşamaya girdiği “duran insanlar” olgusuyla açıkça anlaşılmıştır. Türkiye’de siyaset yapma biçimini derinden etkileyecek bir döneme girdiğimiz muhakkak. Ancak eylemcilerin kahir ekseriyetini oluşturan kitlenin ideolojik, siyasî heterojenliği, tepkililiğin ötesinde bir programa bağlı bir gelecek ufkunun olmayışı bu sürecin zorluklarına işaret ediyor. Bu zorlukların aşılması, mevcut siyasî partilerin bu yeni toplum psikolojisini kavrayıp kendileri ile toplum arasındaki makası daraltmayı becerip beceremeyeceklerine de bağlı.
Ülke genelinde bir “barış” sürecinden bahseden hükümetin ve ona müzahir çevrelerin başka kesimlere karşı kullandıkları dilin “ötekileştirici” etkisini gözardı etmesi gerçekten de anlaşılmaz bir durumdur. Başbakanın şahsına yönelik bir tehdit algılamasını haklı çıkarabilecek göstergeler varsa da bunları bertaraf etmenin yolu toplumdaki ayrışmayı derinleştirecek bir üslubu sürdürmekten geçmiyor. Zaman zaman itidal ve akl-ı selimi gölgeleyen çıkışlar, tavsamakta olan olayların yeniden alevlenmesine ve Türkiye’nin hak etmediği bir manzara ile karşılaşmasına sebep olmuştur. Genel olarak Meclisteki muhalif partiler süreçte ılımlı bir yaklaşımı sürdürdüler ancak bazı CHP milletvekillerinin hâlâ 28 Şubatçı dil ve söylemden kurtulamadığı da gözlendi. Siyasîlerin toplum olaylarını siyaset alanında kendi lehlerine çevirme arzu ve girişimleri meşru olmakla birlikte son otuz yılda Türk-Kürt, Sünnî-Alevi hatlarında inatla ve ısrarla bölünmeye ve çatışmaya itilen Türk milletinin birliği, toplumun huzuru açısından kullanılan dile ve üsluba dikkat etmek son derecede hayatidir.
Süreç içinde bir takım eski solcu veya bazı ulusalcı yapıların eylemleri kendi amaçları için kullanma ve şiddeti tırmandırma taktikleri gündeme geldi. Eylemlere katılanların homojen olmadığı, 90 kuşağının büyük çoğunluğunun özgürlüklere tehdit olarak algıladıkları uygulamalara tepki gösterdikleri açıkça anlaşıldı. Fikren beraber olmadıkları sosyalist ve komünist örgütlerle birarada görünseler de onlar genellikle aşırı şiddete yönelmeden tepkilerini ortaya koydu. 60’lı, 70’li “devrimci gençler”in ise onlardan daha militan tavırları zaman zaman ekranlara yansıdı. Marjinal grupların, mevzi de olsa, başörtülülere veya iktidar yanlısı gördükleri kimselere ya da parti binalarına karşı gerçekleştirdikleri saldırıların manevi sorumluluğu eski devrimci kuşaklar ile Cumhuriyet mitingi müdavimi çevrelerdir. Ne yazık ki, basiretsiz uygulamalar sol örgütlere, yıllarca kullanabilecekleri potansiyel bir eylemci nesil armağan etmiştir.
Hükümetin, muhalif çevrelerde çeşitli sebeplerin yanında alternatif görememekten kaynaklanan çaresizlikle karışık öfkeye karşı yeterli bir empati ortaya koyması olayların büyümesini engelleyebilirdi. Maalesef bu yöndeki temennimiz gerçekleşmedi. Belirli çevrelerde hükümete karşı biriken öfke ve tepkinin bu vesileyle patlamasına şahit olduk. Bunların arasında askeri darbelere ümit bağlamış ama hayal kırıklığına uğramış kesimlerin yanında çeşitli uygulamalarından veya kadrolaşmasından rahatsız oldukları hükümet partisinin görünür gelecekte seçim kaybetmeyeceğini düşünen ve bu yüzden de ümitsizlik-nefret karışımı duygular besleyen kesimler de vardı.
Bir kısmı tahrikçi veya belli örgütlerin yönlendirmesiyle hareket etmiş olsa dahi hükümetin demokratik taleplere kesinlikle kulak vereceğini temin ederek eylemcilere karşı demokratik bir yaklaşım sergileyerek olayları kısa sürede etkisizleştirmesi gerekirdi. Başbakanla yapılan görüşmelerden sonra olay çözüm sürecine girmişken kaşarlanmış devrimcilerin etkili olduğu sözde platformun “direnişe devam” çağrısına sert bir müdahale ile karşılık verilmesi Türk demokrasi tarihi açısından bir milat olabilecek bu süreci derin bir ayrışma ve husumete döndürecek bir şekil almıştır. Hükümetin “işgal” olarak gördüğü hadiseye son vermesi elbette ki görevidir ama iş bitme, tavsama noktasına gelmişken böyle bir tırmanmaya sebebiyet verilmesi son derecede isabetsiz bir karar olmuştur.
Bu kapsamlı ve mühim hadise, ülkemizin bilim adamları ve siyasetçileri tarafından derinliğine incelenmeli ve Türkiye’nin geleceği açısından sağlam bir tahlile tabi tutulmalıdır. Ancak bu arada bazı hususları da şimdiden vurgulamakta yarar var:
1- Dijital çağın ve sosyal medyanın etkilerini, bunları putlaştırmadan, idealleştirmeden gerçekçi bir yaklaşımla yorumlamalıyız. Yeni nesil ve onların iletişim ve sosyalleşme tarzları “mutlak iyi”yi temsil ediyor değildir, ancak bir vakıadır. Yeni olan her şey iyidir gibi bir anlayış sakattır, zira o yeni de bir süre sonra eski olacaktır. O halde bizler, insanı insan yapan aslî değerler, millî kimlik ve değerlerimiz, insanî vasıflarımız temelinde, onları zamanın ruhuna göre yeniden yorumlayarak, yeni nesillerin yetişmesi için ne yapabiliriz sorusuna cevap aramak durumundayız. Onlar, “bize karışmayın, müdahale etmeyin” diyor. Peki, onlara “müdahale eden”, onları “şekillendiren” teknoloji “değer yargılarından arınmış” bir vasıtadan mı ibaretttir? Öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. O halde çağı, değişimi, yenilikleri özümseyerek kendi kültürümüzü ve medeniyetimizi yeniden inşa etmenin yollarını muhakkak bulmalıyız.
2- Muhalefet partileri de iktidar da, Türkiye’nin dünyadaki konumunu, çevresiyle ilişkilerinden bağımsız olarak bu iç dinamikleri iyi tahlil etmelidir. Yeni neslin talepleri, yaklaşımı ve dünyaya bakışı anlaşılmadan siyaset yapmak eksik ve topaldır. Bu nesillerin taleplerini siyasete tercüme edecek yeni bir dile ihtiyaç vardır. 2023 vizyonu da 2053 vizyonu da değişimi ve yeni kuşakları hesaba katmadan sadece tatlı hayaller olarak kalır. Siyasetçilerimizin demokratik olgunluktan uzak sert, ötekileştirici ve kırıcı bir dil yerine ılımlı, yaratıcı ve kuşatıcı bir üslüp geliştirmeleri elzemdir. Kutuplaşmanın kısa vadede sağlayacağı siyasî kâr ile milletin ve ülkenin orta ve uzun vadedeki kaybı iyi hesaplanmalıdır.
3- Eski nesillerin kalıplaşmış zihin yapılarını dönüştürmek zordur. Gençlerimizin kendilerini daha şahsiyetli, özgün ve özgür bir Türkiye istiyorlarsa bunun ancak kendimiz olarak, kendi medeniyet tasavvurumuzu hayata geçirerek mümkün olabileceğini, aksi halde küresel modaların önünde oraya buraya savrulan mukallitler olmaya devam edeceğimizi anlamasına yardımcı olmalıyız. Yeni teknolojilere intibak yetenekleri ve dünyaya açık olmaları onları bu açıdan bizim neslimizden daha şanslı kılıyor. Bu paradoksal görünebilir ama gerçek. Zira herşeye rağmen kendi topraklarına basan, kendi dilinden beslenen ama aynı zamanda ufukları açık, evrensel düşünebilen bir nesil olarak özgünlük ve yaratıcılık açısından kesinlikle avantajlı bir konumdalar.
4- Bütün bu süreç, izlenen politikalardaki isabet, isabetsizlik, Irak ve Suriye politikalarında yapılan önemli hatalar bir yana, Türkiye’nin bir bölge gücü haline gelme ihtimali karşısında bile küresel güç odaklarının ne denli rahatsız olduklarını, Türkiye’de kardeş kavgasını körükleyecek senaryoların nasıl tedavüle sokulmak istendiğini, birtakım demokratik ve masum taleplerin maniple edilerek kargaşa ortamının isyana dönüştürülmek istendiğini de ortaya koydu. Hadisenin sadece bu yönüne odaklanıp demokratik ve haklı yönlerini göz ardı etmek ne kadar yanlışsa gezi olaylarının salt barışçı ve muhalif yönü öne çıkarılarak bu yönünün ihmal edilmesi de aynı şekilde hatalı ve eksik bir değerlendirmedir. ABD’den, AB’den ve Almanya’dan yükselen seslerin ne anlama geldiği izaha muhtaç değildir.
Ezcümle, ülkede bir karmaşa ve anarşi manzarasına yol açsa da Gezi Parkı olaylarının Türkiye için yeni bir başlangıç olması, olumlu bir mecraya evrilmesi en büyük ümidimiz ve dileğimizdir. Süreçte yaşanan olumsuzluklar elbette ki unutulmamalı, bunlardan ders çıkarılmalıdır. Bunu sadece hükümetten ve emniyet güçlerinden değil muhalefet partileri, eylemlere halis niyetle ve salt demokratik tepkilerini koymak üzere katılan bütün kesimlerden beklemek gerekir. Birtakım dış çevrelerin ve onların uzantılarının olayları, Türkiye’nin önünü kesmek, mezhep çatışmasını körüklemek için kullanmak istemesi tabiîdir. Buna karşı bu ülkenin insanlarına düşen, fikirlerdeki bütün farklılıklara rağmen demokratik olgunluk içerisinde birlik ve bütünlüğümüze halel getirecek söylem ve eylemlerden kaçınmaktır.