Türk milletinin tarihinde hayati önem taşıyan dönüm noktaları vardır. 26 Ağustos 1071 Malazgirt Savaşı ve Zaferi, bunların başında gelenlerdendir. Anadolu coğrafyası, binlerce yıllık tarihinde Avrasya bozkırlarında, Avrupa'da izler bırakan Türk akınlarına daha önce de sahne olmuştu. Ancak Malazgirt Zaferi akabinde Anadolu'da kurulan Türk-İslam siyasi egemenliğinin bugüne kadar kesintisiz sürmesi, sadece Türk tarihinde değil, dünya tarihinde de büyük etkiler yapmıştır. Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemlerinde bu topraklara Müslüman Türk mührü, silinmez bir şekilde vurulmuştur.
Ancak unutulmamalıdır ki, tarihte çok daha uzun sürmüş siyasi ve kültürel hâkimiyetler, bir gün gelmiş sahneden kaybolmuştur. Bugün sadece adları ve kalıntılarıyla bildiğimiz pek çok halk, dünya tarihinden silinmiştir. Türk milleti, bugün de çok geniş bir coğrafyada varlığını sürdürmekte olan az sayıda kadim milletten biridir. Bunu sağlayan güç, bağımsızlık ve hürriyete olan düşkünlüğü ve bunun idrakine sahip büyük evlatlar yetiştirme yeteneğidir.
Yirminci asrın başlarında, Haçlı zihniyetiyle hareket eden büyük güçlerin “Türkleri Orta Asya'ya Geri Gönderme Projesi”ne karşı, Birinci Cihan Harbi’nde amansız bir mücadele verdik. Neticede tarihimizin o büyük devleti, Devlet-i Aliyye parçalandı ve Türk milleti, Orta Anadolu'ya hapsedilip boğulmak istendi. Millî iradeyi hâkim ve millî kuvvetleri etkin kılmakta hiç tereddüt etmeyen, vatanın istiklalini ancak milletin azim ve kararının kurtaracağına iman eden, ezelden beri hür yaşamış bu büyük Millet’in "bahtı kara mâderini kurtaracak" o büyük kahraman, Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde zorlu bir Millî Mücadele verdik.
Bu mücadelenin en önemli dönüm noktalarından biri, hiç şüphesiz, geçen yıl 100. yılını kutladığımız, Ankara’ya yaklaşan düşman kuvvetlerine karşı verilen ve zaferle neticelenen Sakarya Savaşı’dır. Mustafa Kemal Paşa’nın “Sakarya Melhâme-i Kübrâsı” olarak nitelendirdiği Sakarya Meydan Muharebesi, onun ifadesiyle “yeni Türk Devletinin tarihine; cihan tarihinde ender olan büyük bir meydan muharebesi misali” kaydedilmiştir. Kazanılan zaferden sonra Meclis tarafından kendisine “Gazi” unvanı ve “Mareşal” rütbesi verilen Mustafa Kemal Paşa’nın kullandığı “melhâme-i kübra” tabiri, Sakarya Savaşı’nın bir ölüm kalım savaşı olduğunun da açık ifadesidir. Bu savaş, harp tarihçileri tarafından örnek bir stratejik savunma savaşı olarak nitelendirilmektedir. Meclis’in gazi unvanı ve mareşal rütbesi verdiği 19 Eylül 1921 günü Meclis’te yaptığı konuşmada, Gazi Mustafa Kemal şöyle diyordu:
“Ordumuz, vatanımız dâhilinde bir tek düşman neferi bırakmayıncaya kadar takip, tazyik ve taarruza devam edecektir.”.
Bu zaferle, Türk Ordusu’nun 1683’te Viyana Kuşatması’nın başarısızlığa uğramasıyla başlayan ricati (geri çekilme), “sırtına Türk tarihinin yükü vurulan Sakarya”da sona ermiş ve bir yıl sonraki Büyük Taarruz ile de ülke toprakları düşman işgalinden kurtarılarak Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanına giden yol açılmıştı. Bu zafer, Türk milleti için âdeta yeni bir Ergenekon’dan çıkış idi.
Bu zaferden sonra, Türk Ordusu’nun vatanın tam bağımsızlığını sağlaması için gerekli hazırlıkları büyük bir gizlilik ve titizlikle yürüten, başkumandanlık süresinin uzatılması müzakerelerinde büyük liderlik vasfını ortaya koyan Gazi Mustafa Kemal, girişilecek büyük taarruzu en ince noktasına kadar planlamaktaydı. Nutuk’ta bu planı kısaca şöyle ifade eder:
“Düşündüğümüz, ordularımızın kuvayi asliyesini [ana kuvvetlerini] düşman cephesinin bir cenahında ve mümkün olduğu kadar cenahı haricisinde [dış kanatta] toplıyarak, bir imha meydan muharebesi yapmaktı. Bunun için muvafık gördüğümüz vaziyet kuvayi asliyemizi, düşmanın Afyon Karahisar civarında bulunan sağ cenah grupu cenubunda [güneyinde] ve Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan sahada toplamaktı. Düşmanın en hassas ve mühim noktası orası idi. Seri ve katî [çabuk ve kesin] netice almak, düşmanı bu cenahından vurmakla mümkündü.”[1]
26 Ağustos 1922'de başlayıp 30 Ağustos 1922'de planlandığı gibi hızlı ve kesin bir şekilde uygulanan Büyük Taarruz, zaferle sonuçlandı. Subay sayısı bakımından Türk ordusunun, er ve erbaş sayısı bakımından ise Yunan ordusunun çok az da olsa lehine bir durum vardı. Kuvvetler denk görünmekle birlikte Türk Ordusu, süvari birlikleri bakımından üstün iken Yunan Ordusu top, ağır ve hafif makinalı tüfek, uçak ve kamyon sayısı itibarıyla çok daha üstündü.[2] Bu durumu, bugünden bakıldığında bir anlamda, atlı süvarilerin kovalayacağı Yunan askerlerinin kamyonlarla kaçması için alınmış tedbirler olarak da yorumlayabiliriz. 26 Ağustos 1922 sabahı, saat 5.30’da başlatılan savaşta, Yunan Ordusu’nun komuta heyeti, muhtemel taarruza karşı çok ayrıntılı önlemler almasına rağmen Gazi Mustafa Kemal’in başkomutanlığındaki Türk ordusunun kararlılığı ve iman gücü, Büyük Taarruz’un zaferle sonuçlanmasını sağlamıştır.
Tarihe “Başkomutan Savaşı” olarak geçen ve Büyük Zafer ile sonuçlanan bu savaşla ilgili olarak Gazi Mustafa Kemal, Nutuk’ta şunları ifade etmektedir:
“Muhterem Efendiler, Afyon Karahisar-Dumlupınar Meydan Muharebesi ve ondan sonra düşman ordusunu kâmilen imha veya esir eden ve bakiyetüssüyufunu [kılıç artıklarını] Akdenize, Marmaraya döken harekâtımızı izah ve tavsif için söz söylemekten kendimi müstağni addederim [gereksiz sayarım]. Her safhasiyle düşünülmüş, ihzar [hazırlanmış], idare ve zaferle intacedilmiş [sonuçlandırılmış] olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk zâbitan [subaylar] ve kumanda heyetinin, yüksek kudret ve kahramanlığını tarihte bir daha tesbit eden muazzam bir eserdir. Bu eser, Türk milletinin hürriyet ve istiklâl fikrinin lâyemut [ölümsüz] âbidesidir. Bu eseri vücuda getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun Başkumandanı olduğumdan, ilelebet mesut ve bahtiyarım.”[3]
Merhum Atsız Bey’in de dediği gibi “30 Ağustos’u anarken, bir inanç gücünün kazandırdığı zaferi düşünüyor ve ona başlangıç olan 26 Ağustos’u da hatırlıyoruz. 26 Ağustos, 40 bin kişinin 100 bini darmadağın ettiği başka bir inanç savaşının, Malazgirt’in de yıldönümüdür. (…) Türkiye Türklerine yakışan asıl bayram, 26-30 Ağustos günleri bayramıdır.”. “30 Ağustos 1922 Başkumandan=Rum Sındığı Meydan Savaşı’nın kazanıldığı gündür. Türkiye’nin kurtuluş senedidir.”
Bazılarının sandığı, iddia ettiği veya daha doğru bir ifadeyle çarpıttığı gibi Türk İstiklal Harbi, sadece karşımıza çıkarılan Yunan Ordusu’na karşı kazanılmış değildir. Birinci Cihan Harbi sonunda teslim olmuş, topraklarının önemli bir kısmını kaybetmiş, Balkan Savaşları’ndan itibaren yetişmiş insan gücü ve askerî gücü bakımından büyük kayıplar vermiş, Mondros Mütarekesi’nin ağır şartları dolayısıyla elde kalan toprakları her an resmen işgale açık hâle gelmiş, kısacası Atatürk’ün ifadesiyle “harap ve bitap düşmüş” bir ülke idik. Çaresizlikleri içinde çoğunluğu iyi niyetle olmak üzere dönem ricalinin, bu vartanın ancak Amerikan mandası veya İngiliz himayesi ile atlatılabileceğini düşündüğü bir ortamda, Türk milletinin karakterindeki hürriyet ve istiklal tutkunluğunu isabetle teşhis eden başta Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, Millî Mücadele’yi yürüten kadrolar, içerideki isyanlara, Doğudaki Ermeni, Karadeniz bölgesindeki Rum çetelerine ve Batı Anadolu’daki Yunan Ordusu’na karşı olduğu gibi onları maşa olarak kullanan İtilaf Devletleri’nin işgallerine karşı da büyük bir azim ve kararlılıkla savaştılar. Dolayısıyla Türk Millî Mücadelesi, Birinci Dünya Savaşı sonunda mahkûm edilmek istenen Türk milletinin istiklal ve hürriyet direnişidir. Sevr’i parçaladık ve o zamanın şartlarında Lozan Antlaşması ile Misak-ı Millî sınırlarının, himmet ve lütufla değil, savaş ve kan ile elimizde tutmaya muvaffak olduğumuz büyük kısmında, Cumhuriyet’imizi kurduk.
Bu vesileyle, Büyük Zafer’in 100. yıl dönümünde Gazi Mustafa Kemal Atatürk ile muzaffer askerlerini ve bu vatan için can veren, şanlı bayrağı yere düşürmeyen aziz şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz.
[1] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1969, 9. bs., C: II, s. 671 . [Alıntının imlasına dokunmadık.]
[2] Türk Ordusu: “Taarruzdan önceki Batı Cephesi’nin genel mevcudu 8658 subay, 199 283 er, 67 974 hayvan, 45 530 ester ve beygir (diğerleri öküz ve eşek), 86 otomobil ve 3141 beygir arabası, 1970 öküz arabası, 2318 kağnı, 100 352 tüfek, 2025 hafif makineli tüfek, 839 ağır makineli tüfek, 323 top, 5282 kılıç, 10 uçak idi. (…) piyade tüfeklerinin % 10-15’ini gerilere, depolara göndermiş bulunuyorlardı. Muharip birlikler elinde 92 792 tüfek vardı.” (bk. Genelkurmay Başkanlığı, Türk İstiklâl Harbi, II. C, Batı Cephesi, 6’ncı Kısım, 2’inci Kitap, Büyük Taarruz (1-31 Ağustos 1922), Ankara 1995, s. 9-10)
Yunan Ordusu: “Büyük Taarruzdan önce Küçük Asya Ordusunda 6418 subay, 218 205 er ve 450 top, 90 000 tüfek 3139 hafif ve 1280 ağır makineli tüfek, 63 721 hayvan, 4036 kamyon, 1776 otomobil, 50 uçak mevcuttur.” (age., s. 15-16).
[3] Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, C: II, s. 676-677.