TÜRK, TÜRKİYE VE TÜRKİYELİLİK
Türkiye’nin, genel ve yerel seçimlerden sonra odaklanması gereken; aileden ekonomiye, nüfustan göçmen meselesine kadar bir dizi sorunla uğraştığı bir dönemde, kimlik tartışmalarının canlandırılması tesadüf değildir. Esasen bahsettiğimiz sorunların önemli bir kısmı da millî kimliğimiz ve millî devlet yapımızla doğrudan veya dolaylı olarak ilintilidir. 2009’daki “Demokratik Açılım” girişiminde ve daha sonra, “akil adamlar”ın da katkılarıyla yürütülen “Çözüm Süreci” çalışmalarında açık veya örtük olarak bu toprakların ve “bu millet”in kimliği konusu, odak ve düğüm noktalarından birincisi olmuştur. Ne olduğu belirsiz “Bu millet” ifadesiyle “Türkiyelilik” ortak paydasında birleşme ve bütünleşme sağlanacağı zehabına kapılanlar, Suriye’nin kuzeyinde PYD tarafından oluşturulmaya başlanan yapının ciddiyetinin dahi farkına varamamış; PYD lideri kırmızı halı ile karşılanmış, Süleyman Şah Türbesi muhtemel IŞİD saldırısına karşı PYD’nin de yardımıyla kaçırılmış izlenimi verilmiştir. Sözde çözüm sürecinde azgınlaşan PKK’nın şehir ve kasabalarda başlattığı hendek-barikat eylemleri, kafaların bir nebze de olsa dank etmesini sağlamış; Türkiye, 2015’in ikinci yarısından itibaren gerek içeride gerekse güney sınırlarımızda devletin bekasına yönelik tehdit karşısında kesin bir şekilde mücadeleye başlamıştır.
Aradan geçen süreçteki gelişmeleri, burada tekrar hatırlatmaya gerek yok. Bugün gelinen noktada, gerek uluslararası mevcut durum gerekse Türkiye’nin karşı karşıya olduğu ekonomik, sosyal ve nihai kertede iç siyasi sorunlar, “Acaba yeni bir kavşağa mı gelindi?” sorusunu akla getirmektedir. Siyasi alanda yaşadığımız “normalleşme”, “yumuşama” tartışmalarının özünde, ülkenin yıllarca kutuplaşma siyasetinden kaynaklanan olumsuzlukları giderme, tabir caizse “taşın altına birlikte el koyma” çabasının mı yoksa içinden geçtiğimiz sürecin dış ve iç dinamiklerinin başka bir istikamete yönlendirilmesi niyetinin mi yattığı konusunda tereddütler var. Siyasi sahadaki gelgitleri; yeni anayasa tartışmaları ve menfur bir cinayete kurban giden Doç. Dr. Sinan Ateş davası ile bir arada değerlendirdiğimizde, Türkiye’nin “yeni” bir dönemecin eşiğinde olduğu düşüncesi anlam kazanıyor. Bunu, zaman daha iyi gösterecek.
Bu dönemde özellikle son günlerde alevlenen konulardan biri de kimlik meselesi bağlamında, “Türk” ve “Türkiyeli” tartışmasıdır. Bu tartışma, tesadüfen ortaya çıkmamıştır. Yeni bir tartışma da değildir. Vaktiyle Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı risalesinde ele aldığı eski tartışmanın yeni bir safhasıdır. On dokuzuncu yüzyıl başlarında Balkanlardaki Hristiyan etnik gruplardan başlayan ayrılıkçılık hareketlerine karşı Tanzimatçıların çare olarak gördüğü “Osmanlıcılık”, “Osmanlılık” kimliği altında bütünlüğü sağlama siyaseti de bütün Müslümanların aynı zamanda halife ünvanını taşıyan Osmanlı padişahının etrafında birleşmesi hayalini gerçekleştirmeye çalışan İslamcılık siyaseti de çare olmamış; Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkler, ellerinde kalan bir avuç toprakta, millî irade ve millî hâkimiyet esasına dayalı bir Millî Mücadele yürütmüş; neticede Cumhuriyet idaresine geçmiştir. Milletin kimliği konusu, Millî Mücadele döneminde 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu çıkartılırken de Cumhuriyet’in ilanından sonra da gündeme gelmiş ve 1924 Anayasası ile çözüme kavuşturulmuştur. Anayasa’nın 88. maddesinde, “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” denmiştir. Bu Anayasa’nın muhtelif maddelerinde de vatandaşlar için “Türk”, “Türkler” gibi ibareler geçer. Mesela 68. maddede “Her Türk hür doğar, hür yaşar.”, 69. maddede de “Türkler kanun nazarında müsavi ve bilâistisna kanuna riayetle mükelleftirler.” ifadeleri geçer.
Mesele, Anayasa’da böyle ortaya konulmuş olsa da farklı etnik kökenlerden gelen insanların bir kısmının Türk kimliğini benimsemelerinin mümkün olamadığı da bir gerçektir. İçeriden ve dışarıdan yönlendirilen örgütlerin bundaki katkıları, ayrıca ele alınması gereken bir husustur. Bu yazıda, o günden bugüne kimlik tartışmalarını ele alacak da değiliz; sadece son günlerde gündeme getirilen “Türklük” ve “Türkiyelilik” tartışması bağlamında hem bu kavramların tarihî ve güncel kullanımlarını kısaca açıklayacak hem de günümüzdeki siyasi tartışmalar bakımından konu hakkındaki kanaatlerimizi paylaşacağız.
Öncelikle şunu vurgulamak isteriz: Güncel tartışmada Türklük kimliğini savunan cenahta, karşı tarafın kasıtlı tutumuna karşı tepki olarak aşırılığa kaçan bir yön var. Türklük bilincine sahip, Türk milliyetçiliği fikrini benimseyen kişiler için “Türkiye” kavramı da özen gösterilmesi gereken bir kavramdır. Sırf bazıları Türk yerine kasten ve aslında çarpıtarak Türkiyeli kelimesini kullanıyor diye Türkiye ve Türkiyeli kelimelerinin değersizleştirilmesi tehlikesine de dikkat etmemiz lazım. Mesele, art niyetlileri eleştirirken her kelimeyi, kavramı yerli yerinde kullanmaktır. Türk yazar, Türk sineması vb. yerine “Türkiyeli yazar”, “Türkiye sineması”; Türk romanı yerine “Türkçe roman” gibi kullanımların Türklüğe duyulan alerjiden kaynaklandığı açıktır. Bununla birlikte bu zihniyete sahip kişi ve grupların, ülkemizin adının Türkiye olmasından da aslında pek hazzetmedikleri, Anadolu veya başka bir adı tercih etmekten kaçınmayacakları da unutulmamalıdır. (Burada küçük ama anlamlı bir örnek vermek isterim. Marksist düşünceye sahip, İslam ve Selçuklu tarihinin en önemli uzmanlarından biri olan müteveffa Claude Cahen’in Türkiye Selçukluları ile ilgili meşhur bir eseri vardır. Eserin Fransızca adı La Turquie pré-ottomane, İngilizce adı ise Pre-Ottoman Turkey’dir. Bu eser Türkçeye ilk çevrildiğinde başlık Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler şeklinde idi. Orijinali tam yansıtmasa da en azından “Anadolu’da Türkler” ibaresi kullanılmıştı. Daha sonraki yıllarda yapılan bir çevirisinin başlığı ise Türk’ten arındırılmıştır: Osmanlılardan Önce Anadolu. Cahen’in bizimkilere açıklama gönderip göndermediğini bilmiyoruz ama son günlerde ortaya çıkan bir haberde, “solculuk” iddiası ile maruf BirGün adlı gazetenin, verdiği röportajdaki “Türk” kelimesini “Türkiye”, “Türkiyeli” şeklinde değiştirmesine tekzip gönderen avukattan haberdar olmuştuk.)
Türklerin yerleştikleri yerlerin eski adlarıyla sıkıntısı olmamıştır çünkü onlar, Arif Nihat Asya’nın ifadesiyle İkonium’u “Konya” yapan dille konuşurlardı. Bizans döneminde Anadolu’nun batı kesimindeki bir eyalet adı olan Anadolu da Türkler tarafından benimsenmiş, Osmanlı döneminde bugünkü Türkiye’nin Sinop’tan güneye çekilen çizginin (Konya, Karaman hariç) batısındaki Anadolu topraklarını içeren bir beylerbeyliğinin adı olmuştur. Yargı ve maliye alanında ise Osmanlıların Anadolu yakasındaki -bazı istisnalar hariç- bütün toprakları, Anadolu Kazaskerliği ve Anadolu Defterdarlığının yetki alanında idi. Fazlasıyla ayrıntılı olan bu konuda, bu kadarıyla yetinelim.
“Türk ve Türkiye kavramları ne zamandan beri ve hangi anlamlarda kullanılmaktadır?” sorusu da çok uzun ve ayrıntılı bir yazıyı, hatta kitabı gerektirse de burada bilinen birkaç noktayı vurgulayacağız. Orhun Yazıtlarında geçen “Türk/Türük” kelimesinin Çin kaynaklarında 6. yüzyılda, Göktürk Devleti’nin kuruluşu vesilesiyle geçen “Tukyu (Tü-cüeh)” kelimesi olduğu malumdur. Çin tarihleri, Türklerin atalarını “Hiung-Nu”lara (Hunlara) ve onların da atalarına kadar uzatır. Dolayısıyla adlarında Türk ibaresi olmasa da Göktürk öncesi Türklüğünün tarihinin milattan önceki yıllara dayandığı açıktır. Öte yandan Herodot Tarihi’nde ve Tevrat’ta geçen bazı kelimelerin de “Türk” kelimesinin önceki şekilleri olduğu konusunda ciddi tezler vardır. Menkıbevi tarihe göre de “Türk”, Nuh’un oğlu Yafes’in oğullarından biridir. Dolayısıyla en azından 550’lerden beri siyasi alanda Türk adıyla bir topluluğun olduğu ve yine tam da bu devlet döneminde o devletin hüküm sürdüğü topraklara, komşularının “Türkiye” dediği sabittir. Tarihçi Altay Tayfun Özcan’ın bu tabirler hakkındaki bir makalesinde de belirttiği gibi “Bir yurt adı olarak Türkiye ilk olarak Bizans kaynak yazarlarından Simocatta tarafından kullanılmıştır. VI. yüzyıldaki hadiselerden bahseden yazar, muhtemelen İdil taraflarından Kara Türkiye olarak bahsetmiştir. Theophanes Confessor’un kronografyasında ise Türkiye adı iki bölgeyi ifade için kullanılır. Bunlardan birisi Göktürk Kağanlığı’nın toprakları, diğeri Hazar Hakanlığı’nın hâkimiyetindeki Derbend ve civarı ile kuzeyinde kalan diyardır.”[1]
***
“Türkiye” adının yaşadığımız Anadolu toprakları için kullanımının ilk kez II. Haçlı Seferi döneminde ortaya çıktığı bilinen bir gerçektir. Bu bağlamda Turcia, Turchia veya Turqia (Türkiye) kelimeleriyle Turcomania (Türkmenya) kelimelerinin sınırları zaman içinde belirlenmiştir. Daha ziyade Orta ve Batı Anadolu toprakları Türkiye, Güneydoğu ve Doğu Anadolu ise Türkmenya olarak geçer. Osmanlı döneminde ise seyyah ve elçiler, Osmanlı ülkesinden çoğunlukla Türkiye, Osmanlı padişahından Büyük Türk, Osmanlılardan ise Türkler olarak bahsetmiştir. O kadar ki, İslamiyet’ten de seyyahlar eserlerinde “Türklerin dini” olarak bahseder.
Gerek Selçuklular gerek Beylikler gerekse Osmanlılar, kendi topraklarından “Türkiye” olarak pek bahsetmezler (Roma ülkesi anlamında “İklim-i Rûm” veya Osmanlılarda sıklıkla “Memalik-i Şahane”, “Memalik-i Mahruse” vb.). Osmanlı döneminde “Türkiye” kelimesinin kullanımı Tanzimat’tan sonradır. Buna karşılık Türklerin yaşadığı köy ve kasabalar, bölgeler anlamında “Türkistan”; konargöçer Türklerin yaşadığı bölgeler anlamında “Türkmenistan” kelimesi bazı edebî eserlerde ve bilhassa Evliya Çelebi’de yoğunlukla karşımıza çıkmaktadır.
Günümüzdeki tartışmanın bilimsel araştırma, doğruyu bulma merakından ziyade siyasi ve ideolojik mücadelenin bir parçası olduğu açıktır. Bu açıdan bakıldığında “Türkiye” ve “Türk” kavramlarından rahatsızlık duyanların ilk adımda, nispeten “daha az zararlı” gördükleri “Türkiye” ve “Türkiyeli” kelimelerinin arkasına sığınarak Türk’e karşı bir psikolojik operasyon başlattıklarını söyleyebiliriz. Şunu da açıkça belirtmekte fayda var: Türkiye sınırları içinde yaşayan ama kendisini Türk olarak görmeyenleri kimsenin zorla Türk yapma gibi bir niyeti olmaz, olmamalıdır. Kimlikle ilgili araştırmalarda, bir takım fonlanmış çevrelerin tüm gayretlerine rağmen bu topraklarda (son sığınmacı ve göçmen istilası hesaba katılmazsa) yaşayan Türk vatandaşlarının yüzde 95’inin dilinin Türkçe olduğunu, yüzde 90’dan fazlasının da kendini Türk olarak tanımladığını biliyoruz. Bu gerçeklerin yanında, nüfusu içinde hatırı sayılır bir gayrimüslim nüfusun yanında milyonlarca Arap’ın olduğu bir dönemde, Osmanlı Devleti’nin Kanun-ı Esasi’de Türkçeyi resmî dil ilan ettiği ve devlet memurluğu için Türkçe bilmeyi şart koyduğu ortada iken bazı çevrelerin Türkiye nüfusunun yapısını da değiştirerek yeni Anayasa çalışmaları gündemine kimlik sorununu da sokma çabalarının iyi niyetli olduğu düşünülemez.
Türk Ocakları olarak da ifade ettiğimiz gibi “Türkiye” vatanımızın, “Türk” milletimizin adıdır. Yine, çözüm süreci döneminde yazdığım “Red ve İnkâr” makalesinde de belirttiğim gibi, “Türk milleti kavramının telaffuzundan imtina edilmesi, sadece tarihî ve sosyolojik bir olguyu red ve inkâr etmek değil aynı zamanda kimliğimizi ve kişiliğimizi de inkâr etmek demektir.” Bunun içindir ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesi olan Türk milliyetçiği düşüncesine sahip çıkan her fert ve grup, aralarındaki siyasi çekişmeleri, bazı görüş ayrılıklarını bir tarafa koyarak Cumhuriyet’imizin ikinci yüzyılında sadece Türkiye Türklüğünün değil, bütün Dünya Türklerinin ve mazlum milletlerin hak ve adalet arayışını hakkıyla ifa edebilecek bir güce kavuşması için her birisi, aralarındaki dayanışma ve işbirliğini güçlendirerek kendi kulvarında, elinden gelenin en iyisini yapmalıdır. Bunun için de evvelemirde, sığınmacı ve göçmenlerin istismar edilmesi suretiyle demografik ve sosyal yapımızın değiştirilmesi ve dönüştürülmesine yönelik faaliyetler karşısında; aile, eğitim ve gençlikten başlayarak temel sorunlarımıza ivedi çözümler üretmek ve bunların hayata geçirilmesi için, Türklüğün faydasına çalışmak mecburiyetindeyiz. Aksi hâlde, “Türk’üm, Türk’sün, Türk’üz!” nidaları gök kubbede hoş bir seda olarak kalır.
[1] Altay Tayfun Özcan, “XVI. Yüzyıla Kadar Türkiye ve Türkmenya Adının Batı Dünyasında Kullanımı ve Sınırları” Türkiyat Mecmuası, C: 22 (2012). Genç tarihçimizin yakınlarda çıkan bir başka eseri de Türkiye’nin Doğuşu-Anadolu’da Türk Egemenliğinin İlk Evresi ve Türkiye Adının Ortaya Çıkışı (Ötüken Neşriyat, 2023) başlığını taşımaktadır.