Bir müddettir, devletin en tepesi dâhil, beka meselesinden bahsediyoruz. Esasen daha düne kadar “paranoyakça” bir düşünce olarak hafife alınan kaygı ve endişeler, bugün çok daha yaygın bir kabul görüyor. Yaklaşık üç yıl kadar önce, Türkiye yoğun bir medya propagandası ve akil adamlar faaliyeti ile sözde bir “çözüm” sarhoşluğu bombardımanına maruz kaldığında, “Birlik ve Beka” meselemizin altını kalınca çizmiştik.
Bugün, Türkiye’nin eriştiği ekonomik, askerî güç nazarı dikkate alındığında, 19. yüzyıl sonlarında çözülmekte olan imparatorluğumuzun karşı karşıya kaldığı türden bir beka meselemiz olmadığına ikna edilebiliriz. Acaba öyle mi?
1990’larda bu yana dünyanın “yeni düzen” arayışları ve dengelerin yeniden kurulması çerçevesinde İslam âlemi pek çok teorik ve pratik tartışma, kavram ve argümana konu oldu: Büyük Ortadoğu Projesi, medeniyetler çatışması, medeniyetler ittifakı, ılımlı İslam projeleri, Haçlı seferleri, İslamofobi, selefi-[sözde] cihadizm, yeni Sykes-Picot düzeni, ilh. Özelliklehemen güneyimizdeki iki ülkenin parçalanması süreci bizim 30 yılı aşkın bir süredir uğraşageldiğimiz etnik-bölücü terör tehdidini bir başka boyuta taşıdı.
Güneyimizdeki Tehdit
İsrail’in güvenliği ve Batı’nın çıkarlarını esas alan ama bölgenin asıl sahipleri olan Müslümanların kanları ve kaynakları üzerinden yürütülen savaşlar, Suriye krizi ile birlikte örtülü bir dünya savaşına dönüştü. Vekalet savaşları olarak da tanımlanan, devletlerin yanında devletleşmiş terör örgütlerinin, paralı savaşçıların içinde yer aldığı bu ortamda IŞİD (DAİŞ) denilen heyula, adeta bir buldozer görevi üstlenerek bölgeyi kendi çıkarlarına uygun şekilde “dizayn” etmek isteyen güçler tarafından maniple edilmektedir.
Bahusus Kobani (Arappınarı) tiyatrosuyla “Orta Çağ artığı, kafa kesen IŞİD’e karşı seküler, kadın savaşçıları olan PYD/YPG” Batı kamuoyunda parlatıldı. IŞİD’den alınan yerler onlara bırakılarak Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin nüfusça çok az veya hiç olmadığı yerler de birleştirilerek bir koridor inşası hedeflendi. Başından beri aşikâr olan bu projeye Türkiye ancak Fırat’ın batısında geçiş aşamasında çok sert bir söylemle karşı çıkabildi. Bugün ise Rakka operasyonu ile yeniden bir çevreleme stratejisinin gündemde olduğu görülüyor.
Türkiye maalesef, başlangıçtaki hatalı hesaplama bir yana, bölgede tek dayanağı Türkiye olan ve Türkiye’ye asla arkasını dönmeyecek tek unsur olan Türkmenleri yeterli derecede güçlendiremedi. Askeri gücü olmayan etnik grupların edilgen olmak dışında bir rolü olmayan bu coğrafyada, bin yıldır varolan Türkmenlerin toprak temelli bir siyasi-askerî bir güç olması için bugüne kadar yapılanların çok çok daha fazlasının yapılması lazım. Çünkü Türkiye’nin birlik içinde devam etmesi, Türk Devleti’nin bekası Irak ve Suriye’de Türkmen kardeşlerimizin güvenlik içinde bulundukları yerlerde yaşamalarından geçiyor. Bunun için hem Irak’ta hem de Suriye’de Türkmen topraklarının güvenliği teminat altına alınmalıdır.
Elbette ki bu coğrafyanın diğer unsurları da bizim tarihdaşlarımız ve kardeşlerimiz. Ama açık olalım: Kürt kardeşlerimiz üzerinden sahneye konulmak istenen ve nihai kertede onların değil tasarımcıların çıkarlarına ve bölgedeki unsurlar arasındaki düşmanlıkların derinleşmesine hizmet eden proje, Türkiye’nin bölünmesine gider. Hâlbuki burada hepimizin ortak çıkarı birlikten geçiyor. Türkiye, kendi birliğine dönük saldırılara karşı tavizsiz bir mücadele yürütürken bu tarihdaşlığı ve ortak gelecek tasavvurunu da zedelememeye özen göstermelidir. Ancak bunun sağlam bir zeminde yapılması bakımından Türkmenlerin hem siyasi hem de askeri bakımdan güçlü olmaları şarttır.
Türk Devleti bölge dışında da hayalî ve ayakları yere basmayan, romantik bir İslamcılığın peşinde koşmak yerine bütün İslam âleminin geleceği bakımından rasyonel bir siyaset gütmelidir. Bu meyanda, Orta Doğu ve Balkanlarda imparatorluk hatıramızı birlikte paylaştığımız unsurların yanında ve belki daha da ziyade yönünü Kafkaslar ve Orta Asya (Türkistan)’a dönmelidir. Azerbaycan ile zaten iyi olan ilişkileri daha ileri aşamalara taşımak, Türk Keneşini çok daha etkili bir örgütlenme hâline getirmek, Özbekistan ile ilişkilerdeki soğukluğu gidermek bu bakımdan önemlidir. Bu yıl andığımız Hoca Ahmed Yesevî’nin din ve ahlak anlayışı hepimiz için bir yeni başlangıcın çerçevesini oluşturabilir. Tarihî ve kültürel tecrübemize yabancı Vehhabi-Selefi İslam anlayışının yol açtığı sıkıntılar, bu istikamette oluşturulacak bir stratejinin hayata geçirilmesi ile orta vadede giderilebilir.
Sur’dan Nusaybin’e Vatan Evlatlarının Kahramanlık Destanları
Türk ordusu ve polisi 2015 yılı Haziran ayından bu yana, uzantısı HDP’li belediyelerin yardımı ve yabancı servislerin lojistik desteği ile “çözüm” sürecinde göz yumulan PKK’nın hendek ve bomba tuzaklarıyla adeta cehenneme çevirdiği Güneydoğuda bir destan yazıyor. Bu büyük ihanete karşı bölge insanına zarar gelmemesi için azami dikkati gösteriyor. Kendi canını feda ediyor.
Hiç şüphesiz tarih bu büyük vatan mücadelesinin kahramanlarını altın harflerle yazacaktır. Onlar, en az Malazgirt’te bu toprakları vatanlaştıranlar kadar, Miryakefalon’da Türk’ün bu topraklardan atılamayacağını Bizans’a öğretenler kadar, Plevne’de, Çanakkale’de, Sakarya’da destan yazanlar kadar alınlarından öpülmeyi hak ettiler. Sur’daki, Nusaybin’deki, Şırnak’taki, Silopi’deki, şühedanın kanları ecdadınkine karıştı. Bastığımız yerler alelade toprak değil vatandır; zira uğrunda ölen, ölüme gülerek giden yiğitleri var. Uzuvlarını kaybeden gazileri var. Vatan sağolsun diyen şehit babaları var.
Vatan mücadelesi veren askerimize, polisimize, korucularımıza alçakça tuzaklar kuran hainlerin çoğu bu ihanetlerinin bedelini ödedi. Asıl elebaşılar, beyin takımları da ödeyecek. Bu hainlere destek veren, silah taşıyan, onların propagandasını yapan sözde vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılması geç ama çok yerinde olmuştur. Devlet, bu bölgede alenen veya örtülü şekilde PKK militanlarını besleyen, onlara belediye araçlarını tahsis eden belediye yöneticileri hakkında da hukuk ve meşruiyet çerçevesinde her türlü yasal işlemi yapmalıdır.
Türkiye içeriden ve dışarıdan bir kuşatmayla karşı karşıya… Yakın geçmişte yapılan vahim hatalar ortada. Bugün de mücadele sırasında hatalar yapılıyor olabilir. Ancak topyekûn bir millî mücadele şuuruyla hareket edersek bu badireyi en az zararla atlatırız ve geleceğe daha ümitle bakabiliriz. Devletin üst yöneticilerinin, siyasî rekabet ve çekişmeleri bir yana bırakmaları, bu zorlu süreci siyaset tartışmalarının malzemesi yapmamaları elzemdir. Manzara bu bakımdan maalesef ümit verici değil. Ama yine deTürk milletinin feraset ve basiretine güvenmeliyiz.
Tarihte pek çok badire atlatmış bir milletiz. Uyanık olmak ve asla rehavete kapılmamak lazımdır. 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığımız tarihî tecrübeyi tekrar tekrar hatırlamalı ve asla unutmamalıyız. Zira hepimiz biliyoruz ki;
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
“Tarih”i “tekerrür” diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
Allah şehitlerimize rahmet eylesin, gazilerimizin yar ve yardımcısı olsun.