2015 genel seçimleri ve sonrasındaki gelişmeler, içte ve dışta yaşadığımız zorlukların sert bir şekilde bir kez daha yüzümüze vurmasına sebep oldu. Gelişmeler; çok değil, birkaç yıl önce “Güzel şeyler olacak!” beklentisiyle başlatılan “demokratik açılım” ve “çözüm süreci” girişimlerinin, Türkiye’nin kanayan 30 yıllık yarasının haricî şart ve faktörlerden bağımsız ve muaf bir şekilde tedavi edilmesinin mümkün olmayacağı yönünde ikazda bulunanları haklı çıkardı. 6-8 Ekim olaylarında iflas eden “çözüm süreci”, seçimlerden sonra buzdolabına kaldırıldı.
Türkiye’deki terör örgütünün kendine has özellikleri, uluslararası bağlantıları, bu coğrafyanın tanziminde büyük güçlerin ve İsrail’in böl-yönet politikası vb. bir dizi faktörü yeterince dikkate almayan bir yaklaşımın “çözüm” değil “çözülme” getireceğine, terörü belli bir süre durdurmakla birlikte ileride telafisi imkânsız ağır sonuçlar doğuracağına dair ikazlara kulak verilmedi. Hatta bu ikazlar, “Siz, kanın durmasını istemiyor musunuz; analar ağlasın mı?” gibi demagojik söylemlerle çarpıtıldı. Şimdi gelinen noktayı iyi teşhis etmek zorundayız. Bölgenin yüz yıl sonraki düzeninin uzun vadeli görünümüne bakmalıyız. Kısa vadede meydana gelen vukuatı önemsemekle birlikte büyük resmin içindeki yerini görmeliyiz. Bölgede Kürt kardeşlerimizle diğer unsurlar arasına sokulan fitnenin en önemli gerekçesinin İsrail’in ve enerji kaynaklarının güvenliği meselesi olduğu çıplak bir gerçektir. “Arap baharı”, “Ortadoğu’ya demokrasi”, “seküler ve kadın haklarına saygılı Kürt hareketi” gibi söylemler, sadece ve yalnızca makyaj malzemesidir.
Bu süreçte, Müslümanlar arasındaki medeniyet içi çatışmayı körüklemede kullanılan en etkili iki unsur, yükselen etnik Kürt milliyetçiliği ve radikal selefi akımlardır. Bunların yanına İran etkisi ve Şiilik de eklenmelidir. Böylece, Irak’a ilk müdahale ile başlayan ve 2003 işgaliyle tahkim edilen Sünni-Şii-Kürt üçlü ayırımının temelinde, Suriye ve Irak’ın bölünmesi adım adım tatbik mevkiine koyulmuştur. Bu bölgenin en önemli ülkesi olan Türkiye de açık bir şekilde bölünme tehdidi ile karşı karşıyadır.
Osmanlı Devleti’nin dağılma döneminde, Osmanlı yönetimine yönelik “insani müdahaleler tarihi”, bugünkü idarecilerimiz için çok öğreticidir. HDP Eş Başkanı F. Yüksekdağ’ın, Alman Hükûmetini Türk Hükûmetine baskı yapmaya çağırması, bazı hükûmet destekçisi basın mensuplarını şaşırtmış. Tarih ve siyaset bilmemek, tam da böyle bir şeydir. Malum, Osmanlı’nın dağılma döneminde, bütün ayrılıkçı unsurların uyguladığı klasik bir taktikti bu. “Türkler katliam yapıyor.” propagandası (yaygarası) kopartılır; Avrupa devletleri, insani müdahaleye davet edilirdi. Aşağı yukarı yüz yıllık bir dönemde Yunanlılar, Bulgarlar, Ermeniler gibi gayrimüslim unsurların yanında bazı Müslüman topluluklar adına hareket edenler de bu yöntemi kullandılar. Kürtçü ayrılıkçı siyasetin o dönemdeki temsilcileri için de olağan bir durumdu bu. Dolayısıyla bugün, bunda şaşılacak bir durum yoktur.
***
Ülkede yaşanan ve özellikle İngiliz basınının “iç savaş” olarak tanımlamakta ısrar ettiği terör eylemlerine karşı en sert ve tavizsiz şekilde mücadele edilirken bunu, milletimizi oluşturan unsurlardan birine yönelik bir hareket olarak yorumlayan ve gösterenlere karşı da halkımız sağlıklı bir şekilde bilgilendirilmelidir. Biz, öteden beri “çözülme”ye yol açacağını ifade ettiğimiz “çözüm süreci”ne “barış” kelimesini ekleyenlere itiraz ettik ve dedik ki, bu ülkede Türk-Kürt savaşı yok, kavgası yok. Bin yıllık kardeşliği berhava ettirmeyeceğiz. Elbette ki problemler olmuştur ve olacaktır. Önemli olan, bunları adalet ve hakkaniyet ölçüleri, millî devlet ve üniter yapı içinde çözmektir. Bu bakımdan, milliyetçi camianın hem 12 Eylül öncesinde hem de sonraki dönemlerde “Türk milleti” kavramını kapsayıcı ve içerici bir anlayışla kullandığı aşikârdı. Buna rağmen, sol çevrelerin yanında İslamcı kalem ve siyaset erbabının bir kısmı da, maalesef, bu millet ve milliyet anlayışının kritik önemini takdir edemedi; takdir etmek bir yana, “ırkçılık” gibi saçma sapan suçlamalara konu etti.
Bütün bu gerçeklere rağmen, iktidar partisinin “âkil adam”lıktan siyasete geçen yeni bir milletvekilinin 2002’den bugüne kadar geçen süreci, “Türk milleti kavramının tasfiyesi” ve yerine “Türkiye milletinin inşası” olarak (kendi ifadesiyle “dışlayıcı ve baskıcı Türk milletinden kapsayıcı ve özgürleştirici Türkiye milletine geçiş süreci”) tanımlaması (Habertürk Gazetesi, 24 Ağustos 2015), yaşadığımız fetret ve kimlik bunalımı döneminin hangi zihniyetin, hangi gerçeklerden kopuk fantezilerin sonucu olduğunu ortaya koyuyor.
Bu sakat zihniyeti neresinden düzelteceksiniz? Türkiye, “Türk ülkesi” demektir. Millete “Türk milleti” yerine “Türk ülkesi milleti” diyorsunuz. Coğrafi ad; millet adı olamaz, milletin adından türer; Fransa’nın Fransızların ülkesi, Rusya’nın Rusların ülkesi olması gibi. Siz bugün “Türk milleti” kavramını tartışmaya açtınız, yarın onlar “Türkiye” adını tartışır. Nitekim enternasyonalist bazı İslamcı kesimler, “Anadolu” adını yeğliyor. Bu topraklara, 12. yüzyılda Haçlılar “Türkiye” adını verdi. Bizim ecdadımız buraya “İklim-i Rum” (Roma ülkesi) diyordu. Zira buraları biz Roma’dan (“Bizans”, Doğu Roma’ya çok sonra verilen bir isimdir.) aldık ve eski isimlerle de bir problemimiz olmadı. Nitekim Roma’nın Batı Anadolu’daki eyaletinin (thema) adı olan “Anatolia/Anadolu”’yu hem bugünkü Türkiye’nin batı yarısında kurulan Osmanlı beylerbeyliğinin adı hem de Osmanlı teşkilatında Asya topraklarının tamamı (Anadolu Kazaskerliği) için kullandık; bir dönem, daha sonra “Karaman” adını alacak yöreye “Yunan vilayeti” dedik.
Osmanlı döneminde, Avrupalıların çoğu bütün Osmanlı topraklarına “Türkiye”, etnik kökenine bakmaksızın Osmanlılara “Türkler”, Osmanlı sultanına “Büyük Türk” diyordu. Çin ve Arap kaynaklarında, daha sonra da Batılı kaynaklarda kapsayıcı anlamda kullanılan “Türk” ve “Türkiye” tabirlerinin, bir hanedan devleti olan Osmanlı Devleti tarafından vurgulanmaması tabii idi. Bununla birlikte anayasal yönetime geçildiğinde, henüz pek çok dinî ve etnik topluluk bulunmasına rağmen Türk dilinin “resmî dil” ittihaz edilmesi çok anlamlıdır. Bu tarihî gerçekleri bilmeyen veya görmezden gelen bir anlayışla millî birlik sağlanamaz. Etnik fitne de bir kez bu denli köpürtüldükten sonra kolay yatışmaz. Onun için şimdi işimiz, 10-12 yıl öncesine göre çok daha zorlaşmıştır. Millî birliği çözücü söylem ve uygulamaların zihinlerde yarattığı istifhamlar; etnikçi dilin keskinleşmesi; mezhep, tarikat ve meşrep bağlılıklarının üst kimliğin yerini alması, bundan sonra sağlanacak mutabakat için zorlaştırıcı özellikler taşıyor.
***
Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerin de kuvvetlendirdiği kimlik siyasetinin kutuplaştırdığı bir ortamda Türkiye, beş ay içinde ikinci kez genel seçim yapmış olacak. Türkiye’nin her bakımdan bir yeniden diriliş hamlesine ihtiyacı var. Kimileri buna “yenileme” (restorasyon) diyor. Sadece yenilemeye değil, tarihimizle geleceğimizi buluşturan, bir ayağıyla sıkı sıkıya millî ve yerli köklerimize bağlı, diğer ayağıyla bütün insanlığa söyleyecek sözü olan yeni medeniyet tasavvurumuzun millî ve evrensel boyutlarını mezceden bir söyleme ve bunun kuvveden fiile geçirilmesine muhtacız. Türk tarihi, Türk-İslam medeniyeti tecrübesi, kabaca 19. yüzyıldan 21. yüzyıla uzanan yenileşme, çağdaşlaşma çabalarımız bir laboratuvardır. Bu tecrübeyi, kadim değerlerimiz ve yeni çağın ışığında yenileyecek bir ilim, kültür, sanat ve tefekkür hamlesidir asıl çaremiz.
İçinde bulunduğumuz sıkıntılı ortamdan çıkışımızda, köklü devlet geleneğimiz çok önemli bir avantajımızdır. Devlet kurumlarının son dönemde uğradığı bütün tahribata rağmen Türk devleti, toplumumuzun genlerinde var olan aklıselim, vakar, feraset gibi hasletlerimizle, badire gibi görünen bu süreçten daha da güçlenmiş olarak çıkacaktır. Belirli bir bölgede, çözüm süreci uğruna devlet otoritesini zaafa uğratan yapılanmalara göz yumulmasının doğurduğu manzaralar, hepimiz için ibretamiz olmuştur. Bundan sonra, devletin, her türlü “paralel” yapılanmaya karşı aynı tavizsiz tavrı göstermesi kaçınılmazdır. Devletin, yurttaş-bireye hukuk devleti çerçevesinde en geniş özgürlüğü sağlaması ve bunu teminat altına alması bir yükümlülüktür. Bunun gereklerinden biri de bu gibi yapıların yurttaşların hak ve hürriyetlerine yönelttiği tehditlerin bertaraf edilmesidir. Bu bakımdan devletin son dönemde, kökeni ne olursa olsun terör örgütlerine karşı başlattığı mücadeleyi, hukuk içerisinde kalarak tavizsiz bir şekilde sonuna kadar sürdürmesi bir zarurettir.