Son dönemin tartışmalı konularından biri olan “Öğrenci Andı” hakkındaki Danıştay kararına Millî Eğitim Bakanlığı itiraz etti. İtiraz dilekçesindeki bir ifade büyük tepki ile karşılaştı. Bunu üzerine Millî Eğitim Bakanı, dilekçeyi hazırlayan Genel Müdür ile iki avukatı görevden aldı. İtiraz metnine ek açıklamalar gönderileceği bildirildi (Benim şahsi görüşüm, Sayın Bakan’ın böyle sakat bir yaklaşımla hazırlanan bu dilekçeyi tamamen geri çekmesinin gerektiğidir.).
Dilekçedeki ifade şu idi: “Türkler kendi çağdaşı unsurlara göre ulus bilincine en geç ulaşan topluluktur.” Dilekçedeki şu ifadeler de dikkat çekicidir: “Ulus bilincine geç ulaşan bir toplumda bu çeşit [Öğrenci Andı gibi] sembol ve ritüellerin kullanılarak, ortak bir milli kimlik inşa edilmeye çalışılması anlaşılabilir bir durumdur. (…) Andımız gibi uygulamalar, 1900’lü yılların ilk yarısında yaygın olarak kullanılan uygulamalardır. Gerek faşizm gerekse komünizm bu ve benzeri uygulamaları sıkça kullanmıştır.”
Burada ant metni, anlamı ve “çağdışı” olup olmadığı konularına girmeyeceğim. Esas itibarıyla Türklerin “çağdaşı unsurlara göre ulus bilincine en geç ulaşan” bir toplum olduğu iddiası üzerinde duracağım. Ancak kısaca ifade edeyim ki, ant metnindeki Türklük vurgusundan rahatsızlık duyulmasının faşizm gibi totaliter ideolojilere muhalefetle ilgisi yoktur. Mesele maalesef bir türlü atılamayan bazı ideolojik bagajlarla ilgilidir.
Öncelikle şunu belirtelim ki, bir Bakanlık’ın ilmî açıdan temeli olmayan böyle bir iddiada bulunması son derecede şaşırtıcı ve tuhaf bir durumdur. Bu iddiada bulunanlar, hangi ampirik araştırmanın sonuçlarına göre Türklerin çağdaşlarına göre “ulus bilincine en geç ulaşan toplum” olduğunu tespit etmişlerdir?
Bu ifadenin dikkatsizlik ve özensizlikten kaynaklandığı açıktır. Aslında burada muhtemelen Osmanlı Devleti bünyesinde yer alan unsurlar içinde milliyetçilik akımının en son Türklerde meydana çıktığına dair bazı görüşlerden yararlanılmıştır. Bu gayet tabiidir. Çünkü farklı din ve milliyetlere mensup toplulukları ihtiva eden bu devletin kurucu unsuru olan Türkler, elbette unsurların bir arada yaşaması siyaseti güdeceklerdi. Onun içindir ki, Yusuf Akçura’nın meşhur eserinde de görülüğü üzere, Osmanlı Birliği ve İslam Birliği siyasetleri, istenen sonucu vermeyince bazı aydınlar Türkçülük görüşünü öne çıkardılar.
Peki, bu dönemden önce Türklerde millet şuuru yok muydu? Fransız İhtilali ve modern ulus-devlet modelini temel alan yaklaşımlara göre milliyetçilik modern bir olgudur; hâlbuki başka bir eğilime göre eski çağlardan beri millî hisler ve milliyetçilik duygusu vardır. Modern millî devlet yapısının özelliklerinin hanedan devletlerinden farklı olması gayet doğaldır. Okuryazarlığın düşük oranda olduğu ve ülke çapında ulaşım ve iletişimin yavaş seyrettiği çağlarda millî bilincin bütün toplumu kuşatması beklenemezdi. Onun için geleneksel toplumda dinî mensubiyet; bir kabileye, köye veya mahalleye aidiyet daha önemliydi.
Bununla birlikte, eski çağlardan beri toplumlarda bir kavme, bir millete mensup olma bilinci vardır. Kendi tarihimizin en iyi bilinen örnekleri Orhun Abideleri’dir. Burada, hükümdarın (Bilge Kağan) çok üst düzeyde millet şuuruna sahip olduğu, Türklerin hangi kusurlarının onları zor duruma düşürdüğünü iyi tespit ettiği açıkça görülür. Onun şu meşhur hitabını hepimiz biliriz:
“Türk, Oğuz beyleri, milleti işitin! Üstte gök basmasa, altta yağız yer delinmese Türk milleti, ilini ve töreni kim bozabilecekti?”
Yine şu cümle de bir millet bilincinin ifadesi değilse nedir:
“Yukarıda Türk tanrısı, Türk mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş. Türk milleti yok olmasın diye babam İltiriş Kağanı, annem İlbilge Hatunu göğün tepesinden tutup yukarı kaldırmış olacak.”
Dîvânu Lügâti’t-Türk’ün yazarı Kâşgarlı Mahmud ise Araplara Türkçe öğretmek için yazdığı kitabının girişinde, Arapların Türkçe öğrenmesi gerektiğini çünkü Türklerin hâkimiyetinin
uzun süreceğini ifade ediyor. Türk dilini öğrenmekle alakalı bir hadisten bahisle şayet bu hadis gerçekse zaten bunun böyle olması gerektiğini, uydurma ise de aklın gereği olduğunu ekliyor:
"And içerek söylüyorum, ben Buhara'nın sözüne güvenilir imamlarının birinden ve başkaca Nişaburlu bir imamdan işittim, ikisi de senetleriyle bildiriyorlar ki, yalavacımız (Peygamberimiz SA) kıyamet belgelerini, ahir zaman karışıklıklarını ve Oğuz Türklerinin ortaya çıkacaklarını söylediği sırada Türk dilini öğreniniz; çünkü, onlar için uzun sürecek egemenlik vardır, buyurmuştur."
"Bu söz (hadis) doğru ise (sorgusu kendilerinin üzerine olsun) Türk dilini öğrenmek çok gerekli (vâcib) bir iş olur; yok bu söz doğru değilse akıl da bunu emreder.”
Önce gayrimüslimlerin yoğun olduğu Balkanlarda sonra da Araplarla meskûn coğrafyada egemenliğini genişleten Osmanlılara baktığımızda ise, elbette dinin merkezî bir yer tuttuğu açıktır. Ama sanılanın aksine Osmanlı hanedanı, kendi Türk-Oğuz köklerinin her zaman şuurunda idi. En azından XV. yüzyıl sonlarına kadar ve hatta XVI. yüzyıl başlarında yazılmış bazı tarih metinlerinde, “Türk” ve “Türkmen” kavramlarının çokça zikredildiğini de iyi biliyoruz. [1] Sadece birkaç örnek verelim:
II. Bayezid devri tarihçisi, ulemadan Mehmed Neşrî, Türkler hakkında bilgiler verir; Oğuzları anlatır; Türklerin özellikleri üzerinde durur. Bir anekdotta, Sırp Kralı’nın kendisini savaşa davetine hiddetlenen Murad Hüdavendigâr’ın Türk’ün yiğitliğini vurgulayan şu sözleri sarf ettiği belirtilir: “İnşallah ana Türk erliğin gösterem…”
Âşıkpaşazâde’nin eserinde “Osmanlı”, “İslam” ve “Türk” kavramları eşanlamlı olarak kullanılır; Türk’ün adaleti vurgulanır ve “Türk kavmi” ibaresi kullanılır. Mesela Süleyman Paşa’nın adaletini gören Mudurnu ve Göynük havalisi halkının Müslüman oluşu anlatılırken “Ve çok köyler bu Türk kavmını gördiler. Müslüman oldılar.” denir.
XVI. yüzyılda “Türkler “ (Etrâk) tabiri daha ziyade köylü Türkler, “Türkmen” ve “Yörük” ise konar-göçer Türkler için kullanılır. Üst tabaka mensupları, dinî aidiyeti önemser. Ancak bu genellemeler doğru değildir. XVII. yüzyılın ikinci yarısında IV. Mehmed’e hocalık yapmış büyük âlim Vanî (Vanlı) Mehmed Efendi’nin Kur’an tefsirinde, Türkler hakkında övücü ifadeler vardır.
Vanî Efendi, Tebük Seferi’ne çıkılırken isteksiz davranan ashabı ikaz eden Tevbe Suresi’nin 39. ayeti (“ Eğer toplanıp seferber olmazsanız Allah sizi elem veren bir azapla cezalandırır, yerinize başka bir topluluk getirir ve siz O’na zerrece zarar veremezsiniz.”) ile Maide Suresi’nin 54. ayetinde (“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah öyle bir kavim getirecektir ki Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin kınamasından korkmazlar.”) Türklerin kastedildiğini şöyle ifade ediyor:
“… biz deriz ki bu kavim, Arap kavmine tamamen aykırı bir durumda bulunan Türk kavmidir… zira biz uzun zamanlardan beri karada ve denizde, Şarkta ve Garpta Rumlar ve Frenklerle mücahedede bulunan gazilerin bütün Bizans ülkelerini zaptedip oralarda yurt tutmuş Türkler olduğunu görüyoruz; bu suretle Rum, Ermeni ve Gürcü ülkeleriyle Frenk memleketlerinin bazıları ve Rus diyarının bir kısmı Türk memleketi haline gelmiş, Türk Dili oralarda yayılmış, Türkler tarafından bu memleketlerde İslam hükümleri uygulanmış ve Türklerin bereketi sayesinde Hıristiyan cemaatlerinin pek çoğu İslam dinini kabul ederek evvelce Rum, Frenk ve Rus oldukları halde bilahare Türkleşmişlerdir ve bu da Allah’ın Türklere nasip etmiş olduğu bir fazl-ı ilahîdir…” [2]
Sözün özü, Türklerde millet bilinci XIX. yüzyılda ortaya çıkmış değildir. Modern milliyetçilik konusu ayrıca değerlendirilmelidir. Burada kısaca şunu belirtelim ki XX. yüzyıl başında “Türkçülük Akımı” olarak ortaya çıkan Türk milliyetçiliğinin teorik temellerini atan en önemli mütefekkir olan Ziya Gökalp, “Türkçülük”ü “Türk milletini yükseltmek” olarak tanımlamıştır. Millet tanımı ise ırka değil, ortak kültür ve terbiyeye dayanır. Gökalp bunu, Türk köylüsünün ifadesiyle “dili dilime, dini dinime uyan” şeklinde de ifade eder:
“…. millet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir. Türk köylüsü onu "dili dilime uyan, dini dinime uyan" diyerek tarif eder. Filhakika, bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır.” [3]
Bugün Türkiye gerek içeride gerek dışarıda önemli ve ciddi meselelerle karşı karşıyadır. Milletimizin büyük çoğunluğunun ortak değerlerini siyasi çekişmeler yüzünden örselememeye özen gösterilmelidir. Birilerinin sürekli iç savaş senaryolarını dillendirmesi ve gerilim siyasetini kışkırtması karşısında siyasilerin ve sivil toplumun Türk milletinin ortak paydaları temelinde hareket etmesi, değerlerimizi aşındıran, sembol şahsiyetlerimizi tahkir ve tezyif konusu hâline getiren sözde tartışmalara prim vermemeleri hayati önem arz etmektedir.
[1] Bu konuda merhum Ayvaz Gökdemir için hazırlanan armağan kitabında etraflı bir ilmî makale yayımladım: Mehmet Öz, “Bazı XV-XVI. Yüzyıl Osmanlı Kaynaklarında Türk ve Türkmen Kavramları”, Türk Kimliği- Ayvaz Gökdemir’e Armağan, ed. M. Çağatay Özdemir, Ötüken Yay., İstanbul 2009, s. 316-340.
[2] İ. Hami Danişmend, Türklük Meseleleri, İstanbul 1976, s. 112-113
[3] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, s. 20.