Türkiye, Orta Doğu’da meydana gelen gelişmelerin kendisine büyük güç olma fırsat ve imkânını sunduğuna inandığı bir tarihî kavşakta, 30 yıla yakın bir zamandır devam eden PKK terörüne ve bu terörle birlikte giderek güçlenen etnik ayrılıkçılığa bir çözüm bulmaya çalışıyor. Geçmişte “güvenlikçi” yaklaşımla meselenin halledilmeye çalışıldığı ama sorunun yine de derinleştiği fikri, neredeyse bütün kamuoyu tarafından bir mütearife, ispatı gereksiz bir hakikat gibi kabul edildiğinden “İmralı süreci” denilen yeni açılıma karşı, bazı mevzi tepkiler hariç ciddi bir karşı çıkış yok. Öte yandan, meselenin en kritik noktasının milletin adı olduğu, Türk yerine Türkiyeli -hatta bazılarına göre Anadolulu- dersek, ana dilde savunma ve ana dilde eğitimi de kabul edersek işin içinden çıkabilirmişiz havası yayılıyor. İmralı sakininin kendisiyle ilgili iyileştirmeler karşılığında daha önce ileri sürülmüş özerklik, federalizm vb. bütün taleplerden samimi olarak vaz geçebileceği varsayılıyor. TV ekranları ve gazete sütunlarında arz-ı endam eden yeni dönem “star”ları Türk, Kürt, Çerkez, Gürcü, Laz, Arnavut vb. bütün etnik grupların anayasal yurttaşlık veya Başbakanın tercih ettiği şekliyle “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı” altında ifade edilmesinin her derde deva olabileceğini vaaz ediyorlar. Bu teze göre, herhalde 19. Yüzyılda da Osmanlılar Yunanlılara, Sırplara, Bulgarlara karşı Türkçü bir siyaset izledikleri için onlar bağımsızlık derdine düşmüştü. Sonra Ermeniler de aynı yüzden harekete geçmişti. Halbuki, bilenler için ideal bir öğretmen olan tarih bize tersini söyler: Osmanlı İmparatorluğu Türklük davası yüzünden parçalanmadı. Bu topraklarda en son milliyetçilik yapanlar Türkler olmuştur; onların milliyetçiliği de ırka ve etnikliğe değil bin yıllık tarihe ve kültüre, Müslüman Türk kimliğine dayanmıştır.
Son günlerde CHP Milletvekili Birgül Ayman Güler’in Meclis kürsüsünde sarfettiği bir cümleden hareketle etnisite, milliyet, ulus, ırk kavramlarının özensiz bir şekilde kullanılışına şahit oluyoruz. Sayın milletvekilinin Kürt ile Türk’ün eşit olmadığını söyleyerek ırkçılık yaptığı, nefret suçu işlediği ifade ediliyor. Güler’in açıklamasında, Türk ulusu ve Kürt milliyeti kavramlarını kullanmak suretiyle terminolojik bir hata yaptığı aşikâr…Kastı aşan bir ifade ama kastının ne olduğunu kendisi vuzuha kavuşturdu. Bunların aynı kategoride antiteler olmadığını, Kürt “milliyeti”ni “Türk milleti/ulusu” kavramının kapsayıcılığı içinde düşündüğünü ifade etti. Ne var ki meramını iyi ifade edememesi, bir ulusun diğerinden üstün olduğunu savunduğu şeklinde algılandı. Bu durum üzerine bir ulusun diğerinden üstün olmadığını açıklayanlar ise Türkiye’de -en azından Türkler ve Kürtler olmak üzere- birden fazla ulus/millet olduğunu söylemiş oldular. Halbuki en azından Sayın Başbakanın genel söylemi “tek millet” idi. Eğer, adı Türk olarak belirtilmekten imtina edilse dahi, tek millet tezine inanılıyorsa Sayın milletvekilinin sözlerinin bu istikamette tashih edilmekle yetinilmesi, ulusların üstünlüğü tartışmasına girişilmemesi icap ederdi.
Türkiye kangren olmuş bir meseleyi çözmek istiyor ancak bunu sağlam bir zeminde yapamıyor. Meselenin tarihî, stratejik, ekonomik, kültürel boyutlarının birlikte değerlendirilmemesinden kaynaklanan zaaflarımız var. Bunda tarih bilgisini şuur haline getirememiş olmamızın etkisi büyük. Bu toprakların Türkiye, burada yaşayan ve kahir ekseriyeti Müslüman olan insanların Türk olarak isimlendirilmesinin sebebini anlamamaktaki ısrarın, cehalet dışında mantıklı bir cevabını bulmak zor. Burada mesele Türk milliyetçiliği veya bunun karşısında Kürt milliyetçiliği ya da asabiyesi tartışması değildir. Mesele, bir tarihî-kültürel varlık olarak, etnik değil cihanşumûl ve millî bir anlamı olan Türklüğün, bir etniklik olduğunun hem ülkeyi yönetenler hem de medyanın çoğunluğu tarafından bir gerçeğin ifadesiymiş gibi takdim edilmesidir…
Evet bizim Selçuklu ve Osmanlı cedlerimizin temel gayesi “ilâ-yı kelimetullah” idi. Onlar bu gaye için gittikleri ve “küffar”dan fethettikleri yerlere İslamı ve Türklüğü götürdüler. Kimseyi zorla İslamlaştırıp Türkleştirmediler ama Türkleri oralara iskan ettikleri gibi devlet hizmetine aldıkları gayrimüslimleri Türk’e verip onlara Türkçeyi ve İslamı öğrettiler. Türkçeyi bir devlet dili, bir medeniyet dili olarak geliştirdiler. Onun için de o muhteşem asırlarda, dışarıdan onlara bakanlar devletlerine Türk İmparatorluğu dediler. Sultanlarına da Büyük Türk dediler. Osmanlılar ise, kuruluş dönemini anlatan ilk kroniklerin ve gazavatnamelerin açıkça gösterdiği üzere kendi Türk kimliklerinin farkındaydılar ve bu kimliklerini sonradan da unutmadılar, sadece arka plana attılar.
Bugün bazıları anayasadaki Türklük tanımını savunmanın bir ırkın diğer ırklara, bir ulusun başka uluslara üstünlüğünü savunmak anlamına geldiğini ileri sürebiliyor. Kürt milliyetçiliğini hoş gören ve hatta destekleyen entelektüellerimiz Türklük kavramından köşe bucak kaçıyor. Siyasetçilerimiz sözünü ettikleri “millet”in adının Türk değil Türkiye milleti olduğunu ifade ediyor. Bu anlayışa göre Türklük de, buradaki etnik gruplardan biri oluyor. Dolayısıyla Türklüğü savunmak kavmiyetçilik, Türklüğün bu topraklardaki etnik kimliklerle aynı düzlemde ele alınmasının yanlış olduğunu söylemek de ırkçılık oluyor. Halbuki, Türk kavramı, İslam öncesi Göktürk yazıtlarında da, İslamî dönem eseri Divanü Lügati’t-Türk’de de kapsayıcı ve siyasî bir ad olarak farklı budun ve kavimleri içine alan bir kavramdı. 1924 Anayasası da Türkiye halkına, din ve ırk farkı gözetilmeksizin vatandaşlık cihetinden Türk dendiğini belirtmek suretiyle bu kapsayıcı anlayışı benimsemişti (88. Madde: Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlâk olunur.)
Bu tarihî tecrübeye rağmen, etnik bölücü terörü sonlandırmak için çözüm arayışları çerçevesinde giderek yaygınlaşan ve Türklüğü etniklik içine hapsetmek isteyen bir yaklaşımı savunmak son derecede yanlıştır. Bunun bizi ulaştıracağı menzil muhataralı bir menzildir; bu gidiş maalesef etnik ya da mezhebi kökeni, aidiyeti ne olursa olsun bu topraklarda yaşayan hiçbir grubun menfaatine bir seyir takip etmiyor. Milletlerarası siyasetin ince ve girift hesaplarından azade, kendi içimizde cereyan eden bir iç sorundan bahsetmiyoruz. Unutmayalım ki bizler, Hıristiyanlığın en kadim topraklarını bin yıl önce fethetmeye başlayan, kısa zamanda Türkleştirip İslamlaştıran ve bu toprakları, Balkanları ve Orta Doğuyu Müslüman Türk kültürüyle tanıştıran bir ecdadın mirasını taşıyoruz. Bu mirası sadece Müslümanlık olarak algılayanlar bu Müslümanlığın aslında ve aynı zamanda Türklük olduğunu idrak edemiyorlar.
Şunu açıkça ifadede yarar var: Kürt kökenli yurttaşlarımızın yakın geçmişte uğradıkları bazı mağduriyetlerin, 12 Eylül sonrasında ana dilde konuşmanın yasaklanmış olmasının etnik milliyetçiliği derinleştirmenin sadece bahanesi olduğunu anlamamak safdilliktir. 2000’li yıllarda yapılan onca iyileştirmelere rağmen taleplerin azalmak yerine sürekli yükseltildiği ve neticede iki milletli bir yapının inşası anlamına gelecek uygulamalara dahi gidildiği açıkça ortadadır. Türkçeyi bildikleri, hatta ana dillerinden daha iyi bildikleri halde ısrarla ana dilde savunmayı gündeme getirenlerin talepleri yasalaştırılmak suretiyle iki resmî dile giden yol açılmıştır. Ana dilde eğitim gibi masum bir sloganla bu sürecin ilerlemesi yönünde adımlar atılması teşvik ediliyor. Halbuki Türkiye’nin birliğinin ve bütünlüğünün muhafazası, ana dilde değil millî dilde temel eğitimi esas almaktan geçer. Bu temel doğrudan vaz geçmemek şartıyla diğer dillerin öğrenilmesi ve öğretilmesi mümkündür ve bu elan yapılmaktadır.
Milliyetçiler, Türk milleti kavramının kapsayıcı ve içerici bir mahiyet taşıdığını, dolayısıyla Kürt veya başka etnisitelere mensubiyet hisseden yurttaşlarımızı da ihtiva ettiğini savunuyor. Bu fikri yani Türk milleti kavramının etnik ayırım yapmadan ülkede yaşayan herkesi kucaklayıp kapsadığını savunmak, bununla mutabık olmayanlar tarafından fikir olarak eleştirilebilir ama asla ırkçılık olarak suçlanamaz. Irkçılık, insanları mensup oldukları köken dolayısıyla ötekileştirmektir. Halbuki bu toprakların üst kimliği olarak Türklüğü savunmak hiç kimseyi ötekileştirmemek, herkesi kucaklamaktır. Türkiye Cumhuriyeti de esas itibariyle Osmanlı bakiyesi Müslüman anasır (unsurlar) temelinde kurulmuş ve bu ahaliyi Türk milleti olarak tanımlamıştır. Tek Parti döneminin uygulamalarında önemli hatalar yapılmıştır ama bunlar, kurucu iradenin ve kurucu felsefenin isabetine bir halel getirmez. Bir etnik gruba mensup olanların bir kısmı kendilerini Türk olarak ifade etmek istemeyebilir; ne var ki, yapılan bütün araştırmalar bu ülke insanlarının yüzde 90’ının kendisini Türk olarak ifade ettiğini hatta yüzde 85’inin Türk olmaktan gurur duyduğunu gösterirken Türklüğü neredeyse gizlenecek bir kimliğe dönüştürme gayretlerinin etnik meseleyi çözmeyeceğini ama millî kimliğin çözülmesine sebebiyet vereceğini görememek sadece basiretsizlik değil aynı zamanda hamakattir.
Bugün dünyanın ve Türkiye’nin şartları değişmiştir. Ancak bu ülkeyi yönetenler, etnik milliyetçiliğin 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başlarında yol açtığı felaketler iyice düşünülmeden atılacak adımların bu ülkeye nelere mal olacağını iyi anlamak durumundadır. Çözüm diye sunulan parlak fikirlerin er ya da geç bu coğrafyanın tarihiyle ve gerçekleriyle uzaktan yakından ilgisiz olduğu ortaya çıkacaktır. Temennimiz bunun anlaşılmasının bu ülke insanlarına, tarihteki bazı örnekleri gibi, pahalıya malolmamasıdır. Bu ülkenin namuslu ve vatansever aydınlarına düşen görev, tarihin apaçık ihtar ettiği dersleri iyi anlayıp anlatmaktır.
Türkiye’nin kendi coğrafyasında karşılaştığı imkan ve tehditlerin sağlıklı bir analizi bize içe kapanmacı bir siyasetin yanlışlığını gösteriyor; ancak küresel rekabette kendi tarihimizin ve medeniyetimizin değerlerinin değil konjonktürel gelişmelerin peşine takılmakla büyük güç olamayacağımızın idrakinde olmalıyız. Yirmi birinci asırda büyük güç olacaksak, bu topraklarda huzur, büyüme ve refahı sağlayacaksak bu etnikçi siyasetin diline teslim olarak değil, birlik ve bütünlüğümüzü pekiştirmekle mümkün olacaktır. Tarihimizi ve tarih içinde oluşmuş müşterek kimliğimizi inkâr ederek ya da gizleyerek var kalacağımızı, hatta dünyada büyük güç olacağımızı zannedenler yanılgı içindeler. Bugün yükselen etnikçi psikoljiye karşı bir takım tedbirler almanın gerekli olduğu düşünülebilir ama anayasadan Türklüğü çıkarmak, Türkçenin yanına yeni resmî dil(ler) eklemek kesinlikle tedbir değil taviz olarak algılanacağı ve netice vermeyeği gibi çözülmeyi de hızlandıracaktır. Yapılması gereken, farklılıkları ne olursa olsun bu ülkedeki herkesin bir bütünün parçaları (kesret içinde vahdet) olduğu fikrinin pekişmesi istikametinde ortak kimliği (Türklük) ve millî dili (Türkçe) savunmaktır.
Prof. Dr. Mehmet ÖZ
Türk Ocakları Genel Başkanı