Ağustos ayında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminin Türkiye tarihinde çok önemli bir dönüm noktası olacağını herkes söylüyor, ama bunun manası ve yol açabileceği gelişmeler, getirecekleri üzerinde yeterli bir tartışma ortamının olmadığı kesin… İçinde yer aldığımız coğrafyanın yoğun gündemi, çözüm süreci tartışmaları, Soma faciası vb. pek çok gündem maddesinin ardından cumhurbaşkanlığı adayları ile ilgili tartışmalar, Başbakanın cumhurbaşkanı olması halinde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin liderliğini ve başbakanlığı kimin üstleneceğine dönük spekülasyonlar arasında, Türkiye tarihinde ciddi ama aynı zamanda iyi hazırlanılmayan yeni bir döneme girmekteyiz.
Türkiye, daha önce de güçlü başbakanların cumhurbaşkanı olduğu dönemleri yaşadı. Şayet Başbakan R. Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı seçilirse partisinin başına geçecek kişi ile ilişkisi, partisi ile ilişkisi ne olacak? Önceki örnekler bu ilişkinin iyi sonuçlanmadığını gösteriyor. Ancak bu defa cumhurbaşkanı halk tarafından seçileceği için adı konulmamış bir yarı-başkanlık sistemine geçilecek. Şayet Ak Parti iktidarı devam ederse, cumhurbaşkanının yetkileri ve şahsî karizması sayesinde Sayın Erdoğan’ın vesayetini sürdürmesi büyük ölçüde mümkün olabilir. Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa, genel seçimler sonrası bir CHP-MHP koalisyonu oluşması durumunda ise Türkiye büyük bir siyasi buhran dönemine girecek. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun cumhurbaşkanı seçilmesi halinde ise Türkiye’yi yine bir dizi mesele bekliyor. Mevcut hükümetle ne derecede uyumlu olacağı bir yana, Ak Parti’nin üç dönem kuralının yeniden değerlendirilmesi de gündeme gelebilecek.
Türkiye bir müddettir, yaşadığı devlet krizini aşmaya çalışıyor. Hukuk devleti kavramı ve adalet ilkesi maalesef derin yaralar aldı. Ergenekon ve Balyoz davalarının çökmesi, bazıları indinde Anayasa Mahkemesi’nin yüceltilmesini sağladı. Ama o mahkemenin geçmişte verdiği kararları da “nisyan ile malul” olmayan hafızalar, hatırlıyor. Millî orduya kumpas iddiasından sonra şimdi de ordu içinde paralel yapılanma söylentileri, etrafı ateş çemberine dönen Türkiye’nin silahlı kuvvetlerini zaafa uğratmak isteyen çevrelerin bir operasyonu mu, yoksa zannetmemiz istendiği gibi Hükümet-Hizmet çekişmesinin bir yansıması mı?
**********
Bir yandan cumhurbaşkanlığı seçimleri ile öte yandan Irak ve Suriye’deki gelişmelerle yakından ilişkili olarak “çözüm süreci”nde de yeni bir aşamaya girildi. Çözüm sürecini yasal zemine oturtmak maksadıyla hazırlandığı ifade edilen “çerçeve yasa tasarısı”nın esas itibarıyla süreçte görev yapanları kanuni koruma altına alacağı ifade ediliyor. Yakından bakıldığında ise Abdullah Öcalan’ın affı, PKK militanlarına af, mahalli idarelere özerklik dâhil pek çok “taviz”in kapısı da böylece ardına kadar açılmaktadır. Süreç, başlangıçta ifade edilenin tam aksine, PKK silah terk etmeden, ülke dışına çıkmadan, devam etmektedir. PKK, silah bırakmak bir yana reşit olmayan çocukları bile kadrolarına katmakta, bu çocukların anneleri haftalardır çocukları için bir eylemi devam ettirmektedirler. Savaş dilini asla terk etmeyen, hükümetin kendilerine verdiği bütün tavizlere ve iyi niyet gösterilerine rağmen tehditlerden vazgeçmeyen bir örgüt ile hangi “barış”ın gerçekleşeceği ise bizce meçhul; devleti temsil eden görüşmecilerin hangi dağlara güvendiğini ise bilemiyoruz.
Çözüm sürecinin Irak’ın bölünmesi ve Bağımsız Kürdistan’ın ilan edilmesiyle ilişkili olduğu da artık açıkça görülüyor. Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ile Türkiye’nin yakın ilişkileri çerçevesinde Türkiye’nin bölge petrolünden büyük çıkarlar elde edeceği ümidi ile Irak’ta Bağımsız Kürdistan Devleti’ne artık soğuk bakılmadığı açıklamaları, aslında birbirini teyit ediyor. İktidar partisinin önde gelenlerinden Hüseyin Çelik’in Financial Times gazetesine verdiği demeçte sarf ettiği ileri sürülen sözlerden, Irak’ın bölünmesinin kaçınılmaz olduğu ve dolayısıyla ortaya çıkacak Kürdistan Devleti’nin tanınacağı sonucu çıkıyor. Gerçi Sayın Çelik bunu tekzip etmiş, Başbakan yardımcısı Arınç ise diplomatik bir dille Türkiye’nin resmî görüşünün federal yapı içinde Irak’ın toprak bütünlüğünün devam etmesi olduğunu beyan etmiştir. Ne var ki Arınç’ın beyanatındaki “Fiili durum bundan başka olabilir. Ve bu fiili durum gerçekte belki bir başka şekle dönüşecek de olabilir” şerhi Türkiye’nin Barzani’nin İsrail tarafından da desteklenen bağımsızlık niyetine karşı sert bir tavır takınmayacağını, ima ediyor.
Tabii, bundan sonrası için bir takım mihrakların Türkiye’ye kaçınılmaz olarak şunu soracağı malum: Siz Irak’ta Kürdistan Devleti’ni, velev ki bir federe devlet olarak da olsa tanıyorsunuz, onunla merkezi Irak hükümetinin muhalefetine rağmen sıkı ilişkiler kuruyorsunuz da niçin kendi Kürt yurttaşlarınız için aynı hakkı düşünmüyorsunuz? İşte buna cevap olmak üzere çözüm paketi adı altında Türkiye’nin gelecek yapısı şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Petrol zengini Kuzey Irak ile federasyon sözlerinin ortada dolaşmasının arkasında, içerisi ile ilgili çözüm planına duyulacak tepkileri yumuşatma maksadı sezilmektedir.
Orta Doğu haritası değişiyor, evet. Tarihte de çok değişmiştir. Peki o zaman Türkiye’nin tam da Musul ve Kerkük’e müdahil olabileceği bir ortam olgunlaşırken diplomatlarımız ve özel güvenlik mensuplarımızın Musul’da Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) adlı örgüt tarafından rehine olarak alınmasına yol açan süreçteki basiretsizliği, nasıl izah edeceğiz? Kerkük’ün tek kurşun atmadan Barzani tarafından ele geçirilmesine hangi siyasi akıl zemin hazırlamıştır? Türkiye’nin Irak’ta ve Suriye’de temel siyaseti yalnızca Kürtlerle yakın işbirliğinden mi ibarettir? Sünni ve Şii Araplar, Türkmenler bu denklemde nerede duruyor?
Devletimizin üst kademesinin Irak ve Suriye’de Türkmenlere müzahir bir siyaset izlediklerini ifade etmelerine rağmen Türkmenler ile ilgili açıklamalar neredeyse duyulmuyor. Irak’ta ve Suriye’de Türkmenlerin siyasî ve askerî alanlarda güçlenmesi yönünde sistemli ve ısrarlı bir çabanın olduğuna dair bir işaret de yok. Son hadiselerden sonra Türk Kızılay’ı ve TİKA eliyle yardımlar gönderildiğini biliyoruz. Ne var ki Türkiye’nin geçen 10-15 yıllık süre zarfında, Irak Türkmen Cephesinin birleşik ve güçlü bir aktör haline gelmesini yeterince desteklediğini söylemek, mümkün değil. Türkmenler, Kuzey Irak Kürt yönetimi ile ittifaka teşvik edilmek suretiyle ikincil bir konuma itilmektedirler. İktidara yakın bir gazetede yazan bir yazarın şu sözleri aslında genel bakışı yansıtıyor:
“Arap despotların yarattıkları kanlı hesaplaşma tablosundan Irak Kürdistanı’nın güçlü çıkmasını keyifle izliyorum. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları için KKTC neyse, Irak Kürdistanı da o...” Ardından gelen satırlarda yer alan “Irak’taki Kürt ve Türkmen soydaşlarımız kaos ortamında istikrar yaratıp, kaynaklarına sahip çıkıyorlar.” cümlesi bir rüşvet-i kelam. Kanlı hesaplaşma tablosunda ABD’nin Irak’ı işgalinin hiç mi payı yok, Suriye’deki zalim rejimin daha da zalimleşmesinde, Batı dünyasının ve Rusya’nın hiç mi etkisi yok, vb. soruların bu satırların yazarı için manası yok mu? Kanlı hesaplaşmada hayatlarını kaybeden yüz binlerce insanın kanları üzerinde Kürdistan inşası, hangi insani ve demokratik gerekçeyle “keyifli” bir gelişme olarak görülmektedir?
Şurası açıktır ki, 1991’deki ilk Irak harekâtından bu yana, bir takım çevrelerin temel hedefi Bağımsız Birleşik Kürdistan’ın inşası olmuştur. Bugün Irak’ta tablo netleşmektedir. Kerkük’ü bir oldu-bittiyle ele geçiren Barzani’nin buradan çıkmaya niyetinin olmadığını ilan etmesi Türkiye’deki müttefiklerinin bir kısmı tarafından sevinçle bir kısmı tarafından da sessizlikle tasvip edilmiştir. Türk milletine şu mesaj verilmektedir: Türkiye Kuzey Irak Kürt yönetimi ile ilişkilerini geliştirerek büyük ekonomik çıkarlar temin etmektedir. Kuzey Irak petrolünün Türkiye topraklarından nakli bu bakımdan önemlidir. Türkiye’nin Irak Kürtlerini himayesine alması her iki tarafın da lehinedir. Tabii Kuzey Irak Kürtleriyle bu ilişkileri kuran Türkiye, kendi Kürtleriyle de “barış” sağlamalıdır. Bunu da ancak Abdullah Öcalan’ı muhatap alarak, PKK-KCK cephesinin baş müzakerecisi konumuna oturtarak yapabiliriz. O halde, çözüm ve barış için yakın zamanda PKK’lılara af, A. Öcalan’ın şartlarının iyileştirilmesi ve kısa süre içinde serbest kalması gibi gelişmelere, hazırlıklı olmalıyız.
Böyle bakıldığında, Türkiye’nin iç meselesi ile Irak ve Suriye’deki gelişmelerin iç içeliği aşikâr… “Yeni Türkiye”, “yüz yıllık parantezin kapatılması” gibi cilalı lafların arkasında Türkiye’nin adem-i merkeziyetçilikten federalizme uzanan bir yelpazede yeniden yapılandırılması ve nihai kertede ise Türkiye’nin müzaheretiyle Birleşik Kürdistan’ın inşası düşüncesi yatmaktadır. Bu görüşleri savunanların Büyük Türkiye’yi savunduklarını iddia etmeleri ise muhataplarının zekâlarıyla alay etmekten başka bir şey değildir.
Türkiye, Orta Doğu gelişmelerinden kendisini tecrit edemez, etnik ve mezhebi meselelerini de çözmek zorundadır. Bunlar doğru. Ne var ki “çözüm” ve “Büyük Türkiye” hedeflerine varmanın yolunun federal bir Türkiye olduğuna inanmamızı, bu toprakların tarihi, yakın geçmişte ve halihazırda etrafımızdaki dünyada cereyan eden gelişmeler, engellemektedir. Türkiye’yi yönetenler, bizimle farklı tecrübelere sahip ülkelerdeki eyalet yapılanması veya başkanlık sistemini, yanlış algı ve yorumlar eşliğinde, parlak bir geleceğin sihirli formülü zannetme tuzağına düşmemelidir. Irak ve Suriye’de meydana gelen gelişmelerle birlikte ele alındığında Türkiye’nin, tarihî mirasa ve misyona uygun tavrı, başkanlık sistemi ve federalizm değil, zamanın şartlarına göre uyarlanmış, mahalli yönetimlere –siyasi değil-idari anlamda geniş haklar tanıyan millî-üniter, demokratik devlet modelidir. Tarihe geçme heveslerinin, bu toprakların tarihinde çok yaşanmış olan fetret ve parçalanma dönemlerinden birinin daha gerçekleşmesine yol açmamasını, temenni ederiz.
Not: Cenab-ı Allah’tan Ramazan ayının Türkiye, Türk dünyası ve bütün İslam âlemi için hayırlara vesile olmasını dilerim.