2015 yılının, pek çok açıdan kritik bir dönüm noktası olacağı, 2011 seçimlerinden sonra ayan beyan belli olmuştu. Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, bütün bu meselelerin ağırlaşarak karşımıza çıkacağına işaret etmiştik. Diğer meselelerimizin yanında özellikle şu dört mesele, seçim sürecinde Türkiye’nin yoğun olarak gündemini işgal edecek ve geleceğimizin şekillenmesinde rol oynayacak:
1. Başkanlık sistemi tartışmaları
2. Çözüm Süreci
3. Ortadoğu savaşı
4. Ermeni meselesi
Bunların hepsi ayrı ayrı analiz edilmesi gereken hususlar olmakla birlikte birbirleriyle yakından bağlantılı ve ilişkili oldukları da malumdur. Bu yazıda daha ziyade çözüm süreci eksenindeki tartışmalar ve yaşananlar çerçevesinde bir değerlendirme yapacağız.
Toplumdaki genel bıkkınlık ve yılgınlığın da etkisiyle bir barış ve çözüm ümidi pompalandığı için sürecin başlangıcında kamuoyunun büyük kesimi açık veya örtük destek verdi. Şehit cenazeleri gelmeyecek, analar ağlamayacaktı. Üstelik Kürtler statü peşinde de değildi. Sadece haklarını istiyorlardı. “Peki, bu haklar nedir?” diye sorulduğunda PKK’lılara af, Kürtçe eğitim, yerel yönetimlerin yetkilerinin artması gibi ilk bakışta tepki çekse de barış uğruna toplumun hoş görebileceği varsayılan hususlar dile getiriliyordu. PKK silah bırakacak, en azından Türkiye’deki silahlı unsuru ülke dışına çıkacaktı. Sonuç böyle olmadı, çatışmasızlık ortamından yararlanan PKK, bir yandan Suriye’de özerk kantonlar inşa ederken öte yandan Türkiye’de gençlik yapılanmasını güçlendirdi, mahkemeler kurdu, karşıtlarını tehditle sindirdi. 6-8 Ekim olayları, hükümet için de çok önemli bir kırılma noktası oldu. Ama sonra, İmralı’yla yapılan görüşmeler sonrasında sürece devam kararı alındı.
Türk devletini yönetenler, çevredeki gelişmelerden tecrit edilmiş, yalıtılmış bir ortamda değil tam da büyük bir yeniden tasarım savaşının cereyan ettiği bir dönemde bu inisiyatifi geliştirdi. Dolayısıyla hesap hataları yapıldı. Son dönemde çekingen ya da imalı bir dille başlangıçta verilen sözün tutulmadığı dillendiriliyor. Nitekim iktidar partisinin politikalarına yön veren düşünce kuruluşlarının temsilcileri de zaman zaman çözüm sürecinde örgütün takındığı tutumdan endişelerini izhar ediyorlar. Geçtiğimiz günlerde, Yeni Şafak gazetesinde Hatem Ete şunları yazdı:
“PKK, 2012’de Arap Baharı’ndan esinlenerek “devrimci halk savaşı” konseptini benimsemiş ve “alan savunması” olarak nitelediği eylem tarzlarıyla bir bölgenin denetimini eline geçirip ‘kurtarılmış bölge’ oluşturmayı hedeflemişti. (…) Cizre’deki olaylar, PKK’nın 2012’de akim kalan teşebbüsü, Rojava tecrübesi ve çözüm süreci zemini üzerinden tekrar hayata geçirme çabasını yansıtıyor. Bu çerçevede, Cizre’deki gelişmeler, örgütün çözüm sürecine nasıl bir anlam yüklediğini ve süreç sonrasında nasıl bir siyasi düzen kurma tasavvuruna sahip olduğunu görmemize imkân sağlıyor. Cizre’deki olayların asıl faili olan YDG-H, çözüm süreci döneminin bir yapılanması. ‘Fırtına gençlik’ gibi sempatik kelimelerin arkasına saklanarak perdelemeye çalışılan bu paramiliter örgütün işlevi, örgütün alan hâkimiyeti kurmasını, alternatif kesimleri sindirmesini sağlamak.”
Sürecin en başında, PKK’nın ipiyle kuyuya inilmeyeceğini ikaz edenlere karşı, çözüm projesinin millî olduğu teziyle ortaya çıkanlar, maalesef Ortadoğu’nun kaygan ve çok-bilinmeyenli siyasî denklemini basite irca etmelerinin faturasını Türk milletine ödetiyorlar. PKK’nın silahlı güçlerini çekeceği, silahsızlanacağı varsayımının ne denli ham hayal olduğu anlaşıldı.
Çözüm sürecinde devlet otoritesinin âdeta ortadan kalkmasını fırsat bilen PKK, bir yandan gençleri ve çocukları kullanarak bölgede hâkimiyetini pekiştirirken öte yandan Suriye’nin kuzeyinde “Rojava” adı altında üç kanton kurarak geleceğe dönük stratejisini hayata geçirmeye başladı. Türkiye Cumhuriyeti ise, Cumhurbaşkanı’nın PYD’yi terörist ilan eden beyanlarına -ki bu söylem elan devam ediyor- rağmen Türk toprakları üzerinden bu terör örgütüne yardım edilmesine izin verdi. IŞİD’e karşı büyük ölçüde ABD’nin hava bombardımanlarının, kısmen de Peşmerge ve Özgür Suriye Ordusu’nun yardımlarıyla sağlanan başarı ise PYD ve YPG’nin hanesine yazıldı. Böylece, kurmaca bir kahramanlık destanı eşliğinde Rojava masalı zihinlere kazındı. Kürt ayrılıkçılığının hamaset deposu şişirildi. Üstüne üstlük Başbakanın Diyarbakır’dan Rojava’ya selam göndermesi, PKK’nın siyasî uzantıları tarafından (“Adama selam söyletirler” denilerek) siyasî bir kazanca tahvil edildi.
PKK’ya karşı, dinî söylemi esas alan HÜDA-PAR gibi yapıların bölge içinde çatışmalara yol açması bazıları için dengeleyici bir unsur gibi gözükse de bunun, orta ve uzun vadede bölgede Türkiye’nin diğer yerlerinden tamamen farklı bir siyasi yapılanmayı ortaya çıkarması hâlinde doğacak sonuçlar acaba iyi hesaplanmış mıdır? Suriye’nin kuzeyindeki oluşumla “üst akıl”ın Türkiye’ye verdiği mesaj yeterince algılanmış ve buna karşı millî bütünlüğümüz ve çıkarlarımız temelinde bir siyasetin gerekleri planlanmış mıdır? Bu sorulara tatminkâr cevap bulmak maalesef zor görünüyor.
Manzaranın açıklığına rağmen, girilen kritik seçim süreci, Başkanlık sistemine yetecek bir sonucun alınması arzusu, maalesef hâlâ çözüm süreci denilen, mahiyeti bir türlü açıkça anlatılmayan heyulaya bel bağlanmasına yol açıyor. Kürtçü siyasi hareketin bütün unsurlarının açık tavırları dikkate alındığında, hükümetin sadece sözde kalan bir kamu düzeni söylemi dışında sağlıklı bir seçim ortamı tesis edemeyeceği anlaşılmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın şahsi karizmasıyla Başkanlık sistemi kurularak bu meselenin çözüleceği gibi bir beklenti varsa bunun ham bir hayal olduğunu anlamak için fazla bir zamana gerek olmayacaktır.
Türkiye’de Pandora’nın kutusunu açanların, 1918-23 arasında verilen varolma mücadelesi sonucunda, bazı kişilerin, hadi açık söyleyelim, Mustafa Kemal Paşa’nın keyfi için millî devletin tesis edilmediğini fehmetmeleri neden bu kadar zor? Ön yargılar, Cumhuriyet rejiminin kuruluş dönemi sancıları, yapılan bir takım haksız uygulamalar mı? Ne yazık ki, aradan geçen zamana rağmen o dönemi hâlâ makul ve serinkanlı bir şekilde tartışamıyoruz. On yıllık savaşın büyük bir yıkıma uğrattığı, nüfus hareketleri, rejim değişikliği gibi pek çok derin değişim ve dönüşümlerin yaşadığı bir ortamda Cumhuriyet, imparatorluk bakiyyesi bir halka dayanılarak imparatorluğun yetiştirdiği seçkinler tarafından kuruldu. 1876 Kanun-ı Esasi’sinde bile devlet dili Türkçe idi; devlet memurlarının Türkçe bilme zorunluluğu vardı. Balkanları ve Arap topraklarını kaybeden Türkiye’den, başka bir şey mi beklenmeliydi? Osmanlı Devleti’nde hiçbir zaman, bazılarının zannettiği gibi bir eyalet sistemi yoktu. 1864 Vilayet Nizamnamesi’nden beri bugünkü vilayetlerin en az 4-5’ini havi vilayetler vardı ama bunların yönetim mantığı merkeziyetçi idi. Peki Cumhuriyet ne yapacaktı? Üniter millî devlet tercihinde hiçbir yanlışlık yoktur ve bugün de zamanın şartlarına göre devam etmektedir.
Bugün gelinen noktada, inanç ve ibadet hürriyeti, ana dili öğrenme ve kullanma konularındaki şikâyetlerin artık -Alevilerin yaşadığı birtakım sıkıntılar dışında- büyük ölçüde ortadan kalktığı aşikârdır. Son 10-15 yılda, devletin en üst makamlarından sürekli olarak ülkede farklı etnik grupların olduğu yönündeki söylem dillendirildiği hâlde Türkiye’de nüfusun ezici çoğunluğunun Türk üst kimliğini ve ortak dil olarak Türkçeyi benimsediği, yapılan araştırmalarla teyit edilmektedir. Demokratik açılım, çözüm süreci gibi söylemlerin aksine etkilerine rağmen varolan bu durumun, PKK’nın çözüm süreci sayesinde sadece bölgede değil, İstanbul gibi bazı yerlerde de Kürt kökenli yurttaşlarımızın bir kesimini etkilemesi sonucu değişmesi ihtimal dışı değildir. Onun için, millî birliği sarsıcı, ayrışmayı derinleştirici adımlara derhal son verilmelidir.
Türkiye hem içeriden hem de dışarıdan PKK tarafından bir şantaja maruz bırakılmıştır. Terörle mücadele edilmeden, teröristle müzakere edilerek meselenin çözülemeyeceğini en başından ikaz eden Türk Ocakları olarak biz önümüzdeki günlerde vahim gelişmeler yaşanmaması için devletin gerekli bütün tedbirleri almış olduğunu ümit ediyoruz. Bin yıllık kardeşliği berhava edecek bir iklim, bu coğrafyada yaşayan herkes için ağır bedeller demektir. Özellikle yakın tarihimizden hepimiz ders almalıyız.
Yoksa, Büyük Âkif’in dediği gibi:
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?