YİNE, YENİDEN, YENİ ANAYASA TARTIŞMALARI ÜZERİNE
Ölü doğmuş bir belge olan Sened-i İttifak’ı saymazsak Türkiye’de anayasacılığın gelişme tarihinde başlangıç noktası olarak Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) Fermanlarını alabiliriz. İlk anayasa da 23 Aralık 1876’da ilan edilen Kanun-ı Esasî’dir. Gerek Tanzimat ve Islahat Fermanlarının gerekse Kanun-ı Esasî’nin ilanında iç dinamiklerin yanında iç dinamiklerden gayrimüslim azınlıklarla ilişkili hususlarla da bağlantılı olarak dönemin dış geçerli durumu da etkili olmuştur. Mithat Paşa başta olmak üzere bazı devlet adamlarının Sultan Aziz’i haletmeleri, ardından başa geçirdikleri V. Murad’ın ruhsal rahatsızlığı üzerine de meşruti idareye taraftar olduğu intibaını veren II. Abdülhamid’i başa getirmeleri sürecinde Kanûn-ı Esâsî hazırlıkları başladı. Bu sırada, Balkanlarda çıkan karışıklık ve isyanlar ile Osmanlı’ya savaş açan Sırbistan ve Karadağ’ın savaşta yenilgiyle karşılaşması üzerine müdahil olan Rusya’nın, tarafları ateşkes imzalamaya razı etmesi üzerine, İngiltere’nin çağrısıyla Balkanlardaki anlaşmazlıkları görüşmek üzere devletler arası bir konferans toplandı (Tersane Konferansı, 23.12.1876-20.01.1877). Konferans’ta, Batılı devletleri etkilemek için Kanun-ı Esasî ilan edildiyse de katılımcı devletlerin bundan etkilenmediği[1] ve Osmanlı Devleti üzerinde vesayet anlamına gelecek ve neticede Osmanlı-Rus Harbi’ni âdeta kaçınılmaz kılacak olan ağır şartların dayatılmasıyla sonuçlanmıştır. En kapsamlısı 1909’da olmak üzere yedi defa değiştirilen Kanun-ı Esasî, Millî Mücadele Dönemi’nde TBMM Hükûmeti tarafından da tanınmakla birlikte kendi varlığını meşru bir temele oturtmak bakımından TBMM, Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’nu çıkartmıştır (20 Ocak 1921).
Millî Mücadele ve akabinde saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet’in ilanı, hiç şüphesiz Türk milletinin ölüm kalım savaşı verdiği bir süreç idi. Tarihe karışan Osmanlı hanedan yönetiminden sonra Türk Devleti’nin yeni şekli olan Cumhuriyet, hiç şüphesiz yeni bir anayasaya muhtaçtı. Nitekim Cumhuriyet’in ilanı, 1921 Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle gerçekleşmiş; daha sonra 1924’te yeni bir Teşkilât-ı Esasiye Kanunu çıkarılmıştır. 1960 Askerî Darbesi’ne kadar yürürlükte kalan bu Anayasa’da da süreç içerisinde önemli değişiklikler yapılmıştır.
İktidar ile muhalefet arasındaki gerilimin yol açtığı bir ortamda genç subayların gerçekleştirdiği 1960 Darbesi’nin ardından hazırlanan ve halk oylaması ile kabul edilen (9.7.1961) 1961 Anayasası da değişikliklerle birlikte 1980 Darbesi’ne kadar yürürlükte kalmıştır. Bu Anayasa’nın hazırlanması sürecinde, bir önceki dönemde iktidarın anayasal denetiminin olmayışı kilit bir rol oynamış; Anayasa Mahkemesi, kuvvetler ayrılığı ilkesi, Meclis’in yanında Senato’nun kurulması, Darbe’yi gerçekleştiren (tasfiye edilenler hariç) Millî Birlik Komitesi üyelerinin tabii senatör oluşu gibi mekanizmalarla bir vesayet ve denetim yapısı kurulmuştu. Öğrenci olaylarının da etkisiyle yaşanan 12 Mart Ara Rejimi döneminde, bu Anayasa’nın getirdiği özgürlükler kısmen kısıtlansa da 1970’lerin ikinci yarısında yaşananlar, bir sonraki darbenin gerekçelendirilmesinde kullanıldığı gibi, o Darbe sonrasında yapılan Anayasa’nın özgürlükleri daha da daraltan hükümlerinin dayanağı yapılacaktı.
12 Eylül Cuntası’nın kurduğu Danışma Meclisinin hazırladığı ve son şeklini Cunta (Millî Güvenlik Konseyi) üyelerinin verdiği Anayasa da muhalefetin ses çıkarmasına izin verilmeyen bir ortamdaki halk oylamasında, yüzde 91’in üzerinde bir destekle kabul edilmiştir (7.11.1982). Demokratik iradeyi vesayet altına alan ve ülkenin demokratikleşme sürecinde pek çok değişiklik (bugüne kadar 19 değişiklik) yapılan bu Anayasa’nın maddelerinin çoğu değişmiş, Anayasa’da en önemli sistemik değişiklikler ise 2007’de Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesi (yüzde 69 kabul oyu) ve 2017’de Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ne geçiş (yüzde 51,4 kabul) halk oylamaları ile olmuştur. Bu ikisinin arasında yapılan 2010 Halk Oylaması ise özellikle üst yargı kurumlarında köklü değişikliklere yol açtı. Daha önceki yıllarda AB müktesebatı çerçevesinde yapılan bir takım değişiklikler ise TBMM’deki oylamalarla kesinleşmişti.
Bu çok kısa özetten de anlaşılacağı üzere özellikle 1960 Darbesi’nden bugüne kadar gerek darbe (27 Mayıs 1960, 12 Eylül 1980) gerekse modern (12 Mart 1971) ve postmodern (28 Şubat 1977, 27 Nisan 2007 e-muhtırası) darbe girişimi veya hükûmete muhtıra olarak nitelendirilebilecek olayla ülkemizin anayasacılık tarihine yön verilmiştir. 15 Temmuz 2016 menfur darbe ve işgal girişiminden sonra ise ülkenin yönetim biçiminin kökten değiştirilmesine yol açan bir anayasa değişikliği yapılmıştır. Bütün bunlara rağmen çeşitli çevrelerin farklı veya benzer gerekçelerle yeni anayasa talepleri gündemden hiç düşmemiştir. Son günlerde Sayın Cumhurbaşkanı, bu konuyu değişik vesilelerle dile getirmekte olup Almanya seyahati sonrasında yaptığı açıklamada şöyle demiştir:
“… mevcut anayasamızın satır aralarında darbeci zihniyetin ruhunun dolaşıyor olması bizleri en çok rahatsız eden konu. Ayrıca dünya 1980’li yıllardan bugüne çok değişti. Bu değişiklikler anayasa metnine yansıtılmaya çalışılsa da bu anayasamızın metinsel bütünlüğünü yok etti. Yeni, sivil, kapsayıcı ve çağın gerekliliklerine tam uyumlu bir anayasayı Türkiye’ye kazandırmak, ulaşmayı arzu ettiğimiz en önemli hedeflerimizden biri. Meclis’te yeni anayasa çalışmalarına birkaç defa başladık ancak muhalefetin engellemeleri, verdiği sözleri yerine getirmemesi nedeniyle hep yarım kaldı. Biz verdiğimiz sözün arkasındayız, milletimizi hak ettiği sivil anayasaya kavuşturacağız.”
Elbette ki Anayasa’da zaman içinde değişiklik yapılabilir ve yapılmalıdır da. Şahsen 1982 Anayasası’na ret oyu veren azınlığa mensup biri olarak bu Anayasa’nın yerine, çok geniş bir millî mutabakatla yapılacak ve kabul edilecek bir anayasayı tercih ederim. Bununla birlikte, ileri demokrasinin yaşadığı ülkelerin çoğunda anayasaların sık sık değişmediği, hatta bazı ülkelerde yazılı bir anayasanın dahi olmadığı dikkate alındığında, bizdeki anayasa fetişizmi gerçekten izaha muhtaç. Hiç şüphesiz bunu tahlil etmek daha kapsamlı bir yazının konusudur; burada yalnızca, daha etkili icra ihtiyacı ile böyle bir yürütme erkinin yol açtığı sorunlar yumağının şekillendirdiği bu durumu, kendi tarihî tecrübemiz ve kültür kodlarımız çerçevesinde izah edebileceğimizi düşündüğümü belirtmekle yetiniyorum.
Türk Ocakları olarak anayasa değişikliği veya yeni anayasa tartışmaları çerçevesinde her zaman bu konudaki görüşlerimizi ve tavrımızı açık bir şekilde ortaya koyduk. Mesela, 2010 yılında yapılan tartışmalar sırasında Türk Ocakları yönetimi, siyasi polemiklere girmeden gayet açık ve makul bir şekilde, “Siyasi merkezler arasında asgari seviyede bile olsa görüş birliği sağlanmadan yapılacak girişimlerin, umulan faydaları sağlamayacağını, tam tersine problemleri ağırlaştıracağını” ve o zamana kadar yapılan değişikliklerin metnin bütünlüğünü bozduğunu belirterek gayet makul bir şekilde “ milletimizin benimsediği, ihtiyaçlarımızı karşılayabilen, uzun süre değiştirilmesine ihtiyaç duyulmayan 'millî bir eser' niteliğine sahip Anayasa bir an önce yapılmalıdır.” diyerek görüşünü paylaşmıştı.
3 Haziran 2011’de düzenlenen Gerede Toplantısı’nda Hars Heyeti Başkanı olarak bir grup arkadaşımızla hazırladığımız Sonuç Bildirisi’nde, anayasa değişikliği ile ilgili olarak şunları ifade etmiştik: “Seçimlerden sonra teşekkül edecek Meclis’in gündemine Anayasa değişikliğinin gelmesi muhtemeldir. Çeşitli çevre ve zeminlerde tartışılan ve teklif edilen, devletimizin kuruluş felsefesini değiştirmeyi amaçlayan görüşlere itibar edilerek devletimizin adının, vasfının tartışma konusu yapılması büyük sosyal çalkantılara sebep olacak; meydana gelecek istikrarsızlık, ülkenin idaresini güçleştirecektir. Meclis’te yer alacak partilerin, bu gerçeği nazar-ı dikkate alarak söz konusu hususların müzakereye açılmasına dahi izin vermelerini mahzurlu görmekteyiz.”
5 Mart 2016’da yapılan İstişare Toplantısı sonrasında yayımladığımız bildiride ise şunları söylemiştik: “Türkiye’nin birlik ve bekasının ağır bir tehdit altında olduğu bir ortamda kutuplaşma ve gerginlik politikaları terk edilmelidir. Bu meyanda anayasa çalışmaları etrafında cereyan eden gereksiz ve zararlı polemiklerden vazgeçilmelidir. Kapsayıcı, kuşatıcı Türk kimliği ve millî devlet-üniter yapı çerçevesinde parlamenter sistemi güçlendiren yeni bir anayasa yapılmalıdır. Anayasadan Türk milleti tanımının çıkarılmasına asla müsaade edilemez. Türk devletinin temel nitelikleri asla tartışma konusu yapılamaz.”
15 Temmuz FETÖ Darbe Girişimi sonrası başlatılan yeniden yapılanma ve anayasa değişikliği tartışmalarında çok geniş açıklamalar yaptık ve getirilmek istenen sistemin Türklerin tarihî tecrübesinden bir sapma olduğuna, denge ve denetleme mekanizmalarını ihmal ettiğine, Meclis’i zayıflatacağına, buna karşılık tek kişilik hükûmet sisteminin ancak güçlü bir Meclis ile dengelenebileceğine işaret etmiştik. Halk oylaması öncesinde yaptığımız açıklamada da kısaca, Anayasa’nın, “milletin bütün kesimlerini kucaklayan bir toplum sözleşmesi” olduğundan hareketle “Hükûmet sistemini kökten değiştiren bir düzenleme, mümkün olan azami mutabakat ile yapılmalıdır.” demiş ve yürütmeyi güçlendirmenin makul olduğunu ama bunun “demokratik hukuk devletinin temeli olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesine halel getirilmeden gerçekleştirilme”si gerektiğinin altını çizmiştik.
Yine Türk Ocakları olarak bizim anayasa konusunda çok açık ve net biçimde, “kırmızıçizgi” olarak tanımladığımız belirli görüşlerimiz var. Bu bağlamda Anayasa’nın ilk 4 maddesi, ki bunların değiştirilemez olduğu zaten Anayasa’da yazılıdır, hiçbir şekilde değiştirilmemelidir. İkinci olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ile ilgili 66. madde de değiştirilmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, millî devlet olarak kurulmuştur. Anayasa’ya göre, “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.”. Bu tanım, Devlet’in kuruluş felsefesinde vardır. Millî devlet ve üniter yapı tercihi, uzun bir tarihî tecrübenin sonucudur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti’nin mirasçısı olarak bugünkü sınırlarımızda kurulmuş millî bir devlettir. Bir millî devletin vatandaşlık tanımında, o devleti oluşturan milletin adı geçer. Nitekim 1924 Anayasası’nın 88. Maddesinde, bu durum açık bir şekilde yazılıdır: “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.”
Aslına bakılırsa Türkiye’nin bugün içinde bulunduğu şartlarda (TBMM’nin yapısı, ittifakların durumu vb.) yeni bir anayasanın yapılıp kabul edilmesi kolay görünmüyor[2]. Bununla birlikte, biz yine de bir kez daha belirtelim ki, millî devlet ve üniter yapı tercihimiz, son dönemde küresel salgın ve deprem felaketi sonrası yaşananların da gösterdiği gibi, geçerliliğini korumakta ve koruyacaktır. Şayet olacaksa, yeni anayasa; adı belirsiz, çeşitliliği öne çıkarılan bir millete değil “Türk Milleti” kimliğine dayalı, demokratik, laik, sosyal hukuk devleti vasfını haiz bir devlet yapısını tahkim eden bir anayasa olmalıdır. Mahallî idarelere veya birtakım kurumlara tanınan “idari özerklik”in “siyasi” bir boyuta evrilmesine açık kapı bırakılmamalıdır. Türk Vatanı’nın bölünmez bütünlüğü, Türk milletinin birliği, devlet dili olarak Türkçenin konumu asla ve katiyen tartışma konusu dahi yapılmamalıdır. Bu çerçevede, vatanını ve milletini seven herkes, mümkün olan en geniş mutabakatla; demokratik bir toplumda olması gereken en geniş özgürlük ortamını, milletin bütün fertlerinin refah ve huzurunu; adalet, liyakat ve istişare ilkelerini esas alan “millî bir eser”i her zaman müspet karşılayacaktır.
[1] 23 Aralık 1876’da toplanan Konferans’ta görüşülecek konular üzerinde tartışırken Kanun-ı Esâsî’nin ilanını haber veren top sesleri duyulunca Saffet Paşa, Meşrutiyet’in ilan edildiğini, artık idarenin Osmanlı ülkesindeki bütün Müslüman ve Hristiyanların özgürlüklerinin güvence altında olduğunu ve dolayısıyla böyle bir toplantıya gerek kalmadığını söylese de bu ifadeleri ciddiye alınmadı ve Konferans delegeleri görüşmelere devam etti.
[2] Sayın Cumhurbaşkanının 50+1 zorunluluğunun değiştirilmesi ile ilgili açıklaması önümüzdeki süreçte başka arayışların olabileceğine dair işaret olarak görünüyor.