YÜZÜNCÜ YILINDA CUMHURİYET’İMİZ VE TÜRK MİLLETİ
Mehmet Öz
“Bizim milletimiz derin bir mâziye maliktir. Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”
“Benim hayatta yegâne fahrim (tek övüncüm), servetim, Türklükten başka bir şey değildir.”
(Gazi Mustafa Kemal Atatürk)
İçinde bulunduğumuz yıl, Millî Mücadele sonunda kurduğumuz Cumhuriyet’imizin 100. yılı. Bir milletin tarihinde yüz yıl çok uzun bir süre sayılmaz. Bununla birlikte, altı yüzyılı aşan çok milletli, çok dilli, çok dinli bir cihan devletinin ayrılıkçılık, bağımsızlık ve milliyetçilik hareketlerinin etkileriyle dağılması üzerine, o cihan devletinin asli kurucu unsuru olan Türklerin tam bağımsızlık için verdiği Millî Mücadele sonucunda, millî devlet esasına göre kurduğu Cumhuriyet’imizin yüz yaşına ulaşmış olması, her yönüyle bir muhasebeyi hak etmektedir. Bu muhasebe, sadece bir geçmiş tahlili olmanın ötesinde, ülkemizin ve milletimizin geleceğine dönük yansıtmalar yapmamıza vesile olması bakımından da elzemdir.
Türk Ocakları Derneği ve Türk Yurdu dergisi olarak hazırladığımız özel sayılar, raporlar ve Ekim ayında yapacağımız bilgi şöleniyle esas itibarıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci yüzyılına dönük düşüncelerimizi ortaya koymaya çalışıyoruz. Türk Yurdu’nun bu sayısında da bu yüzyılda yaşadığımız sosyal ve ekonomik değişme ve gelişme üzerinde, konuların uzmanları tarafından kaleme alınmış yazıları okuyacaksınız. Bu çerçevede yüz yıl öncesinden günümüze uzanan süreçte, ülkemizde yaşanan milletleşme sürecine dair kısa bir değerlendirme yapmaya çalışacağız.
* * *
Genel olarak kabul gören bir tanıma göre “millet”; ortak bir kültüre sahip, kesin olarak belirlenmiş bir toprağa (vatan) bağlanmış, ortak bir geçmişi bulunan ve ortak bir gelecek tasavvuru olan ve kendi kendini idare etme hakkını iddia eden (millî irade) bilinçli bir insan topluluğudur.
“Millet” ve “milliyetçilik” kavramları konusunda, birbirine zıt iki görüşün (ilkçiler, modernistler) yanında bunları bağdaştırmaya yönelik farklı bir görüşün (etno-sembolistler) olduğu malumdur. Genelde, milletleşmeyi modern ulus devletlerin ortaya çıkışıyla ilişkilendiren modernist yaklaşım hâkim olmakla birlikte, şunu ifade etmek gerekir ki, tarih boyunca var olan bazı büyük milletler açısından millet olma hâli, modernitenin ürünü değildir. Hiç şüphesiz modernleşme sürecinde oluşan milletler de söz konusudur. Bununla birlikte, milletlerin kökleri vardır ve milliyet bilinci değilse de millet duygusu kadimdir.[1]
“Milletleşme” veya “ulus inşası” kavramları tartışmalıdır. Burada kısaca ifade etmek gerekirse millet/ulus inşası demek, birbiriyle ilgisiz unsurları tepeden inmeci bir yöntemle millet hâline getirmek değildir. Milletleşmeden de ulus inşasından da bir defada veya dönemde olmuş bitmiş bir süreç olarak da bahsedilemez. Tarih içinde, değişik yer ve toplumlarda farklı faktörlerin etkisiyle oluşan, gelişen ve değişen veya bir başka ifadeyle devamlılık içinde değişen yapılardan bahsediyoruz. Mesela; Türkler, Çinliler, Yahudiler, Araplar gibi milletlerin, birbirlerinden çok farklı özellikler gösterse de uzun bir tarihe sahip oldukları malumdur. Millet olmanın kapsamı ve içeriği, zamana ve yere göre değişiklikler geçirmiştir. Sözgelimi, Göktürkler çağında Türk adıyla anılan topluluk, siyasi bir anlam taşıyorken o devletin tebaası içindeki Türk dili konuşan budunların farklı adları vardı. Bu, sonraki dönemlerde de devam etti. Ancak o devlete ve topluluklara dışarıdan bakanlar, onların kolektif siyasi kimliğinin Türklük olduğunun farkındaydı. Onun içindir ki Çinliler onlara “Tukyu” (Orhun Yazıtları’ndaki Türük/Türk’ün muadili) derken Araplar da “Etrâk” (Türkler) diyordu. Onların Bilge Kağan gibi hükümdarları, Kâşgarlı Mahmut gibi bilginleri de bu ortak kimliğin, yani millet kimliğinin bilincindeydiler.
Kısacası millet, tarih içinde yoğrulan ve ortak tarih, inanç, kültür ve dile dayalı sosyo-kültürel bir yapıyı ifade eder. Bu varlığın oluşumunda hangi unsurların ve ne derecede etkili olduğunu tarihî arka plan, bulunulan coğrafyanın stratejik konumu, uluslararası konjonktür vb. faktörler belirler.
XX. yüzyıl başında “Türkçülük Akımı” olarak ortaya çıkan Türk milliyetçiliğinin teorik temellerini atan büyük düşünür Ziya Gökalp, “Türkçülük”ü “Türk milletini yükseltmek” olarak tanımlamıştır. Gökalp’ın millet tanımı ise ırka değil, ortak kültür ve terbiyeye dayanır:
“…(M)illet, ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne de iradî bir zümre değildir. Millet; lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça (güzel sanatlarca) müşterek olan, yâni aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan (oluşan) bir zümredir. Türk köylüsü onu ‘Dili dilime uyan, dini dinime uyan.’ diyerek tarif eder. Filhakika (gerçekten), bir adam kanca müşterek bulunduğu insanlardan ziyâde, dilde ve dinde müşterek bulunduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü, insanî şahsiyetimiz, bedenimizde değil, ruhumuzdadır.”[2]
Türk Millî Mücadelesi, Birinci Dünya Savaşı sonunda mahkûm edilmek istenen Türk Milleti’nin istiklal ve hürriyet direnişidir. Sevr’i parçaladık ve o zamanın şartlarında bugünlerde yüzüncü yılını kutladığımız Lozan Antlaşması ile Misak-ı Millî sınırlarının himmet ve lütufla değil savaş ve kan ile elimizde tutmaya muvaffak olduğumuz büyük kısmında üniter yapıda millî bir devlet olarak Cumhuriyet’imizi kurduk.
Hiç şüphesiz millî, üniter devlet tercihinin altında, bir yüzyılı aşan bir süredir çeşitli etnik ve dinî unsurları bir arada tutma çabasını ifade eden Osmanlıcılık siyasetinin iflas ettiği gerçeği yatmaktaydı. Türkçüler, diğer unsurlardaki millî bilinç ve dayanışmanın ve Türk unsuruna yapılan haksızlıkların farkında olarak II. Meşrutiyet devrinde çeşitli dernekler kurumuş, dergi ve gazeteler yayımlamıştı. Bütün bu çabaların en kalıcı aşaması ise Türk Yurdu dergisi ile Türk Ocağı Derneğinin kurulmasıydı. Bu faaliyetler, Türkler arasında ve özellikle de eğitimli kesimlerde millî bilincin yükselişine katkıda bulunmuştur.
Bu gelişmelerin tarihî arka planına kuşbakışı bakarsak şunları ifade edebiliriz: Kırım’ın kaybından başlayarak ve özellikle 19. yüzyılda, bir yandan Osmanlı Devleti toprakları dâhilinde önce gayrimüslimler sonra da bazı Müslüman topluluklarda ayrılıkçılık hareketleri baş gösterirken öte yandan da Rusya, Avusturya-Macaristan, İngiltere ve Fransa başta olmak üzere büyük devletlerin Osmanlı topraklarına yönelik plan ve faaliyetleri, Balkanlar ve Kafkaslardan İstanbul’a ve Anadolu coğrafyasına büyük göçlere yol açmıştır. Bu bakımdan Osmanlı Devleti’nin son yüzyılı, Birinci Cihan Harbi, Millî Mücadele ve hemen sonrası büyük nüfus hareketlerine yol açmıştır.
Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce 17,5 milyon nüfusu olan Anadolu’da, Millî Mücadele’nin sonuna kadar 3 milyonu Müslüman, 600 bini Ermeni ve 300 bini Rum olmak üzere 4 milyona yakın insan ya hayatını kaybetmiş ya da başka yerlere göç etmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında, ordumuz cephelerde meşgulken Ermeni çetelerinin cephe gerisindeki faaliyetlerinin yol açtığı katliamlar ve tehditler üzerine Sevk ve İskân Kanunu çıkarılmış ve iç bölgelerdeki Ermenilerin önemli bir bölümü, Osmanlı toprakları içerisinde göç ettirilmişti. Bu olaylar ve aynı süreçte Rusların Doğu Anadolu’yu işgali üzerine 520 bini aşkın Müslüman’ın katledilmesinin yarattığı travma, 1918’den sonra artık bu bölgelerde Müslümanlar ve Ermenilerin bir arada yaşamasının zorlaştığını göstermiştir. Nitekim Millî Mücadele’nin ilk safhalarında Kâzım Karabekir Paşa komutasında, Ermeni güçleri mağlup edilerek öncelikle Doğu sınırları güvenceye alınmıştır. İstiklal Harbi’nin nihayete ermesinden sonra imzalanan Lozan Antlaşması’nın gereği olarak da Batı Trakya Türkleri ve İstanbul Rumlarını dışarıda bırakan bir Türk-Yunan Mübadele Anlaşması yapılmıştır.
Bu yoğun savaş döneminde Müslüman nüfus, Balkanlar ve Kafkaslardan Anadolu’ya göç etmeye devam etmişti; bir yandan da Anadolu’da vilayetler arası göçler yaşanmıştı. Mesela Trakya Bölgesi’nde 1935 nüfus sayımına göre o anda bulunulan vilayette doğmayanların oranı %40-50 arasındadır.[3] Toplamda o dönemde nüfusun yaklaşık dörtte biri, göçmenlerden (muhacir ve mübadiller) oluşmaktaydı. Bu, büyük bir nüfus değişimiydi ve Cumhuriyet, böyle bir sosyolojik temel üzerine inşa edilmiştir. Savaşlar dolayısıyla insan kaybına uğrayan Anadolu’da siyaseten ayakta kalmak için nüfusun önemini çok iyi bilen Atatürk Atatürk, nüfus azlığını gidermek için yurt dışındaki Türklerin de Türkiye’ye getirilmesi konusunda şunları ifade etmiştir: “Aynı zamanda millî hudutlarımız dışında kalan aynı ırk ve aynı harstan olan unsurları da getirmek ve onları da müreffeh bir halde yaşatarak nüfusumuzu teyit etmek lazımdır ki buna da tevessül olunacaktır. Eğer Rusya’daki Türkleri de getirmek mümkün olursa, oradan da getireceğiz. Fakat bence Makedonya’dan, Batı Trakya’dan kâmilen Türkleri buraya nakletmek lazımdır.”[4]
Burada şunu da açıkça belirtmek gerekir ki, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin çeşitli dönemlerinde ve farklı bakışlar açısından millet/ulus kavramına farklı tanımlar getirilmiştir. Kuruluş aşamasında, esas itibarıyla Osmanlı mirasının Anadolu ve Rumeli’deki Müslüman “anasır”ı temeline dayanan Cumhuriyet’in millet kavramı, 1928’den sonra ve bilhassa 1930’larda Tarih ve Dil Kurumlarının da kurulmasıyla Osmanlı mirasının reddi istikametinde gelişti. Anadolu’nun kadim tarihi ve Türklüğün İslam’dan önceki devirlerine atıfta bulunulurken bazı aşırılıklara gidildi. Burada hem Osmanlı’dan hem de İslam medeniyetinden bilinçli bir uzaklaşmanın yanında bazı unsurların Anadolu toprakları üzerindeki iddialarına karşı bu toprakların “kadim Türk yurdu” olduğunun kanıtlanması gayreti de rol oynamıştır. Ancak süreç içerisinde, kadim Türklerden Karahanlı, Gazneli ve Selçuklulara, onlardan Osmanlılara ve bugünkü sınırlarımız içinde Cumhuriyet’e uzanan tarihî maceramızın yanında Moğolistan topraklarından Orta Avrupa içlerinde, Hindistan’dan İtil boylarına ve Sibirya’ya uzanan Türk coğrafyasına ve tarihine, bütünlük ve devamlılık çerçevesinde bakmamızın daha doğru ve gerçekçi olduğu ortaya çıkmıştır. Bugün, 30 yılı aşkın bir süredir Türk devlet ve toplulukları arasındaki iş birliği ve dayanışmanın geldiği seviyeyi yeterli bulmasak da 21. yüzyılın “Türk Yüzyılı” olması için tedrici ama emin adımlarla yürümekte olduğumuzu söyleyebiliriz.
Ezcümle, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda nüfusumuz, büyük çoğunluğunun ana dili Türkçe olan 12-13 milyon insandan oluşmaktaydı (1927 nüfus sayımına göre nüfusumuz 13. 648.270, 1935’de ise 16,200,694’dür)[5]. Yaşanan acı olaylar sonunda Gazi Mustafa Kemal Paşa önderliğinde verilen Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanması sayesinde, elde kalan vatan topraklarında Müslüman Türk çoğunluğuna dayalı bir millî devletin temelleri atılmıştır. Bunu idrakten aciz bazı çevrelerin veya millî birliğe düşman kesimlerin üniter-millî devlet karşıtı tezlerine hiçbir şekilde itibar edilmemelidir. Çok uluslu Osmanlı devrinde dahi Kanun-ı Esasi’de resmî dil Türkçe ve devlet memuru olmak için Türkçe bilmek zorunlu iken bugün aksine tezleri savunmak açıkça bölücülüktür. Ana dillerin serbestçe konuşulması ve yazılması ile devlet dilinin tek dil oluşu birbiriyle çelişmez. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk milletine gösterdiği “muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmak” hedefi doğrultusunda millî birliğimizi ve Türk dünyası ile dayanışmamızı güçlendirdiğimiz takdirde “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacak.” ve inşallah “Türkiye büyüyüp Turan olacak”tır.
[1] Bu konularda daha önce Türk Yurdu dergisinde müteaddit yazılarım yayınlandı. Mesela bkz. “Geçmişten Yarına Millet, Millî Devlet ve Milliyetçilik”, Türk Yurdu, Temmuz 2020. Yazı, makalelerimin yer aldığı şu kitapta yeniden yayımlandı: Salgın, Savaş ve Göç Kıskacında Millî Devlet ve Milliyetçilik, Türk Yurdu Yay., Ankara 2022, s. 97-108.
[2] Türkçülüğün Esasları, haz. Salim Çonoğlu, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2014, s. 37-38.
[3] Bkz. Justin McCarthy, Osmanlı’ya Veda-İmparatorluk Çökerken Osmanlı Halkları, çev. Mehmet Tuncel, İstanbul 2006, s. 349-350.
[4] Yaşar Semiz, “1923–1950 Döneminde Türkiye’de Nüfusu Arttırma Gayretleri ve Mecburi Evlendirme Kanunu (Bekârlık Vergisi)”, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı 27 (2010), ss. 423-429.
[5] 1935 Genel Nüfus Sayımı-Türkiye Nüfusu, Başvekâlet İstatistik Genel Koordinatörlüğü, Ankara 1935, s. 4.