Suriye’de vekâlet savaşları olarak tezahür eden olayların, küresel egemenlik mücadelesinin parçası olduğu malumdur. 1990’larda Irak’ta başlatılan girişimin bu ikinci perdesindeki ana hedeflerin en önemlisinin, bölgedeki dört ülkenin parçalanmasıyla İkinci İsrail’in kurulması olduğu aşikâr bir husustur. Irak’ı apaçık yalanlarla işgal edip kargaşa ve parçalanma sürecine sokan ABD’nin, sözde “Arap Baharı”nda hedefindeki ülkelerden biri de Suriye olmuştu. Suriye iç savaşında birdenbire sahneye çıkan ve ABD hedefleri için buldozer vazifesi gören IŞİD/DAEŞ’in kurduğu sözde devletin [halifeliğin(!)]yerinde yeller esiyor ama ABD hâlâ aklımızla alay edercesine IŞİD ile mücadeleye odaklanmaktan söz edebiliyor ve IŞİD’i kullanışlı bir araç olarak yedekte tutuyor. IŞİD ile mücadele bahanesiyle parlatılan, IŞİD’in boşalttığı bölgeleri (Arap ve Türkmen çoğunluğuna rağmen) PYD/YPG adı altında PKK’ya teslim etmekle kalmayıp bütün dünyanın gözleri önünde silah ve mühimmat desteği sağlayan, Menbiç’e geçilmeyeceği sözünü tutmadığı gibi şimdi de çekilmeyeceğini açıklayan sözde müttefik, Türkiye’yi sıkıştırmak için elinden geleni ardına koymuyor. Türkiye’yi, Batı ittifakıyla olan çelişkilerini kullanarak yanında tutmaya çalışan ama öte yandan PKK/PYD’yi de rencide etmemeye özen gösteren Putin Rusya’sına güvenilemeyeceği de açık. Rusya’nın Suriye’ye girmesi ve inisiyatif almasından itibaren bu iki büyük güç arasında örtük bir anlaşma olduğuna dair kuşkular son gelişmelerle teyit ediliyor.
İşin başlangıcında “Yeni Osmanlı” ve “Büyük Ortadoğu” yemleriyle ayartılmaya çalışılan Türkiye, medeniyet coğrafyamız üzerinde oynanan ve Türkiye’nin birlik ve bütünlüğüne açık bir tehdit olan bu “Büyük Kumpas”a karşı gecikmeli de olsa doğru bir siyaseti uygulamaya çalışıyor. “Çözüm ve barış süreci” adı altında devlet otoritesinin uğratıldığı zafiyet fark edildikten sonra PKK’nın hendek-barikat stratejisine karşı başlatılan kararlı mücadele başarıyla sonuçlandı. 15 Temmuz FETÖ darbe girişiminden hemen sonra Suriye’nin kuzeyinde oluşturulan terör ve ihanet koridoruna karşı başlatılan Fırat Kalkanı operasyonu da, son on yıldır aralıklarla yıpratma operasyonlarına maruz kalan Türk ordusunun en zor durumda dahi neleri başarabileceğini dünyaya gösterdi. Nihayet Afrin’deki PKK yapılanmasına karşı girişilen Zeytin Dalı Operasyonu da Türk ordusunun, Batı basınındaki bütün yalan ve kasıtlı haberlerin aksine, böyle bir ortamda olabilecek en başarılı şekilde, sivil halka zarar vermeden Afrin’de denetimin sağlanmasıyla sonuçlandı. Şimdi tıpkı Fırat Kalkanı bölgesinde olduğu gibi Afrin’de de Türkiye barış ve huzur iklimini tesis edecektir. (Bu arada şunu ifade etmeliyim: Uzmanlar dâhil pek çok kişi Afrin’in “düşüş”ünden bahsediyor. Kasıtlı değil belki ama çok yanlış. Afrin, PKK/PYD açısından düşmüştür, Türkiye açısından kurtarılmıştır.).
Bazı çevreler, başka meseleler yüzünden iktidara karşı olan tutumlarından dolayı Afrin Operasyonu’nu ve kazanılan başarıyı küçümsüyor. Bazıları Çanakkale ile Zeytin Dalı’nı, 15 Temmuz’u aynı kefeye koyuyor diye tepki gösterirken ölçüyü kaçırmamalıyız. Unutmayalım ki Zeytin Dalı Harekâtı büyük fedakârlıklarla ve şehitler verilerek başarıya ulaşmıştır. Her şeyden evvel şehitlerimize saygı göstermeliyiz. İkinci olarak, Afrin sadece Afrin’den ibaret değildir. Orada biz hem ABD ve Rusya’ya hem de PKK ve uzantıları ile diğer terör örgütlerine bir ders verdik.
Operasyon başladığında, yıllardır savunduğumuz bir görüşü tekrarladık: Bu Harekât, Afrin’den Kandil’e, bütün terör yuvaları temizleninceye kadar sürmelidir. Türkiye’yi tehdit eden, kıskaca almaya ve terör ile korkutup istediklerine razı etmeye çalışan kim olursa olsun bu coğrafyanın tarihte de bugün de lider ülkesinin Türkiye olduğunu görmelidir; görmüyorsa biz göstermeliyiz. Sayın Cumhurbaşkanı’nın Afrin’den sonra Menbiç ve Sincar gibi bölgelere operasyon yapılacağını açıklaması, devletimizin bu konudaki kararlılığını göstermesi bakımından takdire şayandır. Türkiye, bu tehdidi behemehâl bertaraf etmelidir. NATO nezdinde gerekli girişimler yapılarak ABD’nin IŞİD veya başka bir terör örgütüyle mücadelede kullanılması asla söz konusu olamayacak silah ve mühimmatı, neden ve hangi amaçla YPG’ye verdiği konusu ısrarla gündemde tutulmalıdır. ABD’nin İran’a yönelik tasavvurları olsa da PKK’nın uzantısı ve silahlı güçlerinden biri olan YPG’nin âdeta düzenli bir orduya dönüştürülmesinin en büyük hedeflerinden birinin Türkiye olduğu aşikârdır.
Türkiye’nin “çözüm ve barış süreci” afyonu ile uyuşturulmaya çalışıldığı dönemde köpürtülen Rojava masalları ile Kobani destanlarının(!) ileride yol açacağı tehlikeleri işaret etmiş birisi olarak o zaman da şimdi de samimiyetle şunu ifade ediyoruz: Burada emperyalist güçlerin küresel egemenlik mücadelesinde Arapların da, Kürtlerin de, Türkmenlerin de ve diğer unsurların da önemi yoktur. Mesele Kürtler değildir. Onlar için kullanabilecekleri diğer unsurlar gibi Kürtler de “Büyük Oyun”da bir “kart”tır. Bizim için ise bu coğrafyadaki soydaşlarımız, dindaşlarımız, akrabalarımız birer “kart” değil, ortak kaderi paylaştığımız ve ortak geleceğe yürümek istediğimiz kardeşlerimizdir. Ne yazık ki, tarihten ders almıyor ve tekrar tekrar aynı tezgâhlara gelebiliyoruz. Bu coğrafyada, devlet kurmak, devlet olmak öyle parlak bir takım ideolojik söylemler ve “gerilla savaşları”nın “büyüleyici”(!) menkıbeleriyle olmuyor. Cetvelle çizilen sınırlarda, hamilerin himmetiyle ayakta kalabilen devletçiklerin başlarına gelenleri son 20 yıldır görmekteyiz. Küresel egemenlik mücadelesinin büyük aktörlerinin baş eğdirmekte ve denetim altında tutmakta zorlandıkları iki büyük bölge devleti, tarihî ve kültürel birikimleriyle Türkiye ve İran’dır. Bu nitelikleriyle her ikisi de hedeftir. Tarihimizin ve coğrafyamızın çizdiği kader çerçevesinde Türkiye ile İran arasında hem rekabet hem de dostluk vardır. Türkiye’nin İran’a dönük siyasetinde, duyguların değil aklın egemen olması, beka mücadelemiz açısından da kilit önemi haizdir.
Bölgede ittifak ve karşıtlıkların zemini kaygan ve oynaktır. Uyanık olmak, esnek fakat kararlı bir diplomasi yürütmek şarttır. Abdülhamid’den çok bahsedilen günümüzde, onun en önemli vasfının denge politikası izlemek olduğunun unutulmaması gerekir. Asıl örnek almamız gereken ise Atatürk’ün bağımsızlığı esas alan ve bölgesel ittifaklara öncelik veren barışçı siyasetidir. Tabii ki günün şartlarının gerektirdiği adımları atmak kaydıyla… Burada püf noktası şudur: Türkiye ilke olarak bölge devletlerinin toprak bütünlüğünden yanadır. Bununla birlikte yaşadıklarımız bunu sağlamanın giderek zorlaştığını gösteriyor. Onun içindir ki Türkiye bu coğrafyada, çatışmaların başlamasından önceki demografik yapıyı dikkate alarak emniyet altına aldığı bölgelerde yerel halkın temsilini öne çıkaran yönetimlerin kurulmasına çalışıyor. Bu çerçevede, silinmek istenen Türkmen coğrafyasını asla unutmamalıyız. Hem Türkiye’nin güvenliği hem de coğrafyamızın geleceği açısından Türkiye’nin bu bölgede şimdiden öngörülemeyecek bir süre için hamilik yönetimi oluşturması ve gelecek projelerinde de garantörlük hakkı elde etmesi hayati önem taşımaktadır.
Türkiye’nin terör koridorunun önünü kesmekle yetinmesi kâfi değildir. Zira önümüzde hâlâ Fırat’ın doğusundan İran’a, oradan da Türkiye’ye uzanması planlanan bir dört parçalı sözde Kürdistan projesi durmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanı, Sincar’ı telaffuz etmiştir. Uluslararası hukuk bakımından bir Türk toprağı olan Süleyman Şah Türbesi’nin bulunduğu mevkinin yeniden kontrol alınması için buraya belirli genişlikte bir koridor açılmak üzere harekete geçilmesi de beklenebilir. Esasen bunun bugüne kadar yapılması ve Türbe’nin eski yerine taşınması gerekirdi. Kendi toprağını teröristlere karşı korumak için de Türkiye, pekâlâ oraya giden yolu denetim altına alabilirdi ve inşallah alacaktır.
Türkiye’nin bu mücadeleyi başarıyla sürdürmesi için içerideki meselelerimizde asgari bir anlayış birliğine varılması, kutuplaştırıcı söylemlerin terk edilmesi, hukuk devleti çerçevesinde liyakat ve adalet ilkelerinin icaplarının yerine getirilmesi büyük önem taşımaktadır. Maalesef 2019 seçimlerine dönük siyasi faaliyetler bunu gölgelemekte ve engellemektedir. Biz yine de bütün siyaset ve basın erbabını bu hayati mücadele sürecinde, iç meselelerde teenni ve itidale, birlik ve beraberliğe davet ediyoruz.