Türkiye, 12 Haziran 2011 tarihinde sandık başına gidecek. Seçimlere çok az bir süre kala miting konuşmalarında liderlerin kullanmış olduğu siyasi üslup gittikçe irtifa kaybediyor. Liderlerin sinirlerini kontrol edemediği, tansiyonun oldukça yükseldiği bu ortamda kaçınılmaz olarak da şeref, haysiyet, namus ne varsa ortaya dökülüyor. Hatta liderlerin en yakınlarının bile bu nahoş durumdan nasibini aldığını teessürle izliyoruz. Biri diğerini müfteri ilan ederken diğeri de onu şerefsizlikle, namertlikle itham etmekten geri durmuyor. Mahalle kavgasını mumla aratacak manzaralar her dakika canlı yayınlarla bizlere seyrettiriliyor. Kimi yaptığı konuşmanın yanlış anlaşıldığından dem vurarak daha da gülünç durumlara düşüyor, kimisi çok sakin olan fıtratını miting meydanlarında bozarak gücünün yettiği kadar bağırıp seçmenlerini etkilemeye çalışıyor. Durum böyle olunca siyasette etik ve ahlak kavramlarının yeniden hatırlatılması veya tartışılması da kaçınılmaz oluyor…
Siyasette etik ve ahlak sorununu değerlendirebilmek için öncelikle tanımlar üzerinde durulması gerekiyor. Siyaset, Arapça kökenli bir kelime olup TDK’ya göre “devlet işlerini düzenleme ve yürütme sanatıyla ilgili özel görüş veya anlayış” demektir. Aristo, siyaseti insanın mutluluğunu geliştirme sanatı; Platon ise insanları rızaları ile yönetme sanatı olarak tanımlamıştır. Tanımlarda özellikle “sanat” kavramının ortak olması ve bunun sonucu da bu işle iştigal edenlerin “sanatçı” olması gerektiği noktası ise gerçekten de çok çarpıcı bir durum olarak karşımıza çıkıyor.
Etik ve ahlak kavramları ise birbirleri yerine kullanılıyor olmasına rağmen aslında farklı kavramlardır. Etik; “insanların kurduğu bireysel ve toplumsal ilişkilerin temelini oluşturan değerleri, normları, kuralları doğru-yanlış ya da iyi-kötü gibi ahlaksal açıdan araştıran bir felsefe disiplinidir”. Ahlak ise; “kültürel değerler ve ideallerle ilgili doğruları, yanlışları; bunlara uygun olarak nasıl davranılması gerektiğini ortaya koyar. Yani ahlak, toplumdaki insanların davranışlarının nasıl olması gerektiğine ilişkin ölçüler koymakta ve davranış sahiplerine vazife yüklemektedir.”1 Özet olarak etik, ahlâk üzerinde düşünebilme, bir ahlâk felsefesi yapma etkinliği, tarihsel olarak yaşanan bir olgu olan ahlâka yönelen bir felsefe disiplini olarak gelişmiştir. Bu durumda ahlâk ve etik kavramlarının anlam çerçevelerinin farklı olduğunu, ancak birbirini tamamladıklarını söylemek mümkündür.
Siyasete ilişkin eylem ve davranışlar alanında merkezi ve yönlendirici kavramın "menfaat", ahlâk alanında ise "vazife" olduğu bilinmektedir: Ahlâkın ne işlevsel ne de rasyonel olduğuna işaret eden merhum İzzetbegoviç ahlâkî davranışı çok çarpıcı bir örnekle anlatmaktadır:
"Eğer hayatımı tehlikeye atmak suretiyle komşumun çocuğunu kurtarmak üzere yanan eve girip kucağımda ölmüş çocukla dönsem, neticesiz hare¬ketsiz kalan hareketimin kıymetsiz olduğu söylenebilir mi? Faydasız bu fedakârlığa, neticesiz bu teşebbüse kıymet veren şey işte ahlâktır”
Bu noktada insanların bu ölçüler içerisinde ortaya koydukları iyi ve doğru davranışlar, “erdem” ve “fazilet” olarak değerlendirilmekte, aksi davranışlar ise “erdemsizlik” ve “faziletsizlik” olarak değerlendirilmektedir. Bir davranış ve eylemi ahlâken iyi olarak değerlendirmede Allah'ın rızasını kazanma ve inanılan dini kurallara uygun davranma da önemli rol oynayabilmektedir. Bu du¬rumda bir eylemin ahlâken "iyi" olarak nitelendirilmesinde farklı faktörler gündeme gelebilmektedir. Siyasetteki temel soru da işte bu çerçeve içerisinde değerlendirilmelidir. Yani insanlardan beklenen iyi ve doğru davranışları yerine getiren aktörlerin siyasette başarılı olup olamayacağı sorusudur. Başka bir ifadeyle siyasette başarının yolu ahlaken iyi ve doğru davranışları yapmaktan mı geçmektedir? (Tam bu noktada siyasette ahlakın nasıl olması gerektiğini yaşantısıyla ortaya koymuş ancak siyasi olarak başarıyı elde edememiş olan rahmetli başkanı hatırlamakta fayda olduğu kanaatindeyim.) Bu sorular doğal olarak siyaset, siyasetçi ve ahlak ilişkilerinin aslında çok karmaşık olduğunu ortaya koymaktadır. Siyasette ahlak sorunu, sadece günümüzün sorunu değildir. Siyaset insanlık tarihi kadar eski olduğuna göre siyasette ahlak sorunu da bir o kadar eskidir.
Bu konuyla ilgili bazı temel görüşler vardır. Platon, ahlakı tamamen siyasetin üzerinde görmüş ve siyaseti ahlaka feda etmiştir. Machiavellci yaklaşıma göre ise siyaset ahlaki değerlere bağlanarak yapılamaz. Diğer bir görüş olan demokratik yaklaşım da devletin/siyasetin kendi varlığını sürdürebilmesi için ahlaki değerlerin gelişeceği ortamı hazırlayacağını savunan görüştür. Siyaset ve ahlak ilişkisinin nasıl olmasını gerektiğini bildiren bu özet görüşlerin yanında bir de siyasetçinin nasıl olması gerektiği vaaz eden görüşlere bakmakta fayda var.
Birinci görüşe göre aydınlar siyasetin tam merkezinde olmalılardır ki bu görüşün savunucusu olan Platon, “Devlet (Politei), Devlet Adamı (Politikos)ve Kanunlar (Nomoi) i” adlı eserlerinde bu fikrini açıkça ortaya koymuştur. Ona göre filozofun hükümdar olması bir vazifedir. Filozoflar için hükümdarlık, Platon'a göre, şahsî bir ihtiras değil, bir vazîfedir; hattâ onlar hükümdar olmak istemezlerse, buna zorlanmalıdırlar. Ne var ki, bu boş bir hülyâdır; işin içine iktidarın câzibesi ve gücü girince ona direnerek temiz kalabilmek ancak peygamberlik ile mümkündür ki aydınlar da peygamber değildir.
İkinci görüşe göre ise, siyasetçilerin yanlarında akil adamlar (danışman) bulunmalıdır. Tarihimize baktığımızda Fatih’in yanında Akşemseddin, Osman Gazi’nin yanında -öğütleri herkesçe bilinen- Şeyh Edebali’nin olduğu gibi hükümdarlarımızın yanlarında hocaları, danışmanları vardır. Yani siyasetçinin ekibi rasyonel, dürüst, güvenilir insanlar olmalıdır. Yusuf Has Hacip, Kutadgu Bilig’de buna değinir. Kün-Togdı (hükümdâr): 'köni törü' (Adâlet), Ay-Toldı (vezir): 'kut', Ögdülmiş (vezirin oğlu): 'ukuş' (Akıl), Odgurmış (vezirin kardeşi): âkıbet (hayatın sonu). Bu dört kişi arasında geçen konuşmalarda; birey, toplum ve devlet hayatının düzenlenebilmesi için gerekli olan görgü, bilgi ve erdemlerin neler olduğu ve bunların nasıl elde edilip kullanılacağı anlatılır. Böylelikle, ideal olan devlet ve toplum yapısı belirlenmek istenir.
Üçüncü görüşe göre ise aydınlar siyasetten tamamen uzak olmalıdır. Bunu savunan en önemli kişiler Batı’da Kant, Doğu’da ise Gazzâlî’dir. Kant’a göre iktidar aklın muhakeme gücünü kaybetmesine neden olur. Gazzâlî’nin ise bu konuda çok daha radikal fikirleri vardır. “Siyasetçinin sofrasına oturma, yediği haramdır; sohbetinde bulunma söylediği yalandır!” sözünden de Gazzâlî’nin siyaset ve siyasetçi hakkındaki görüşleri açıkça ortadadır.2
Son olarak da Machiavelli’nin konu hakkındaki görüşlerine değinmenin günümüz siyasetçisinin anlaşılmasına kolaylık sağlaması açısından faydası vardır. Ona göre “ancak verdikleri sözü hiçe saymış ve insanların beyinlerini kolayca uyutmasını bilmiş prensler büyük işler yapmışlardır ve sonunda dürüstlüğü temel almış olanlara üstün gelmişlerdir.”
Yukarıdaki tarihi veriler ışığında günümüz Türkiye’sindeki siyaset ve ahlak, siyaset ve siyasi üslup ilişkileri değerlendirildiğinde konunun çok vahim bir boyutta olduğu gözlerden kaçmamaktadır. Üslup açısından değerlendirme yapmadan önce üslubun insanların kendini ifade etme biçimi olduğunu söylemek gerekir. Türk siyasetinde üslup bozukluğunun temelde iki nedeni vardır: Birincisi toplumdaki kutuplaşmanın artmasıdır ki; bunun 60 darbesi ile başladığını söylemek yanlış olmaz. Toplumun mantığı ile değil duygularıyla hareket etmesi kutuplaşmayı artırır. İkinci neden ise; toplumun olayları çabuk unutması ve siyasete yüzeysel bakması, arka planda olup bitenlere ilgisiz olmasıdır. Yöneticiler de bu toplumun içinden çıkan insanlar olduklarından halkın bu durumunu gayet iyi bilmektedirler. Ve hitabeti güçlü olan bir liderin toplumu sürüklemesi çok kolay olabilmektedir. Bu durumda yapılması gereken halkın siyasal bilincini artırmak olmalıdır. Bu şekilde siyasal üslubun günümüzdeki kadar keskin olmasının önüne geçilebilir.
Türk siyasetinde hiçbir zaman bu kadar etik ihlali ve üslupsuzlukla karşılaşılmadığı söylenebilir. Bu aynı zamanda, siyaset alanında bir seviye düşüklüğüne de işaret etmektedir. Osman Bölükbaşı ile başlayan dönemdeki sert ve erdemli üsluptan geriye sadece sertlik kalmaya başlamıştır. Bir zamanlar siyasi tartışmalara hakim olan nüktedanlık, ince zeka ürünü ima ve tenkit, yerini sığ ve basit aşağılama ve hakaretlere bırakmıştır. Basın-yayın organlarının yaygınlaşmasıyla siyasette çok seslilik artarken kalite düşmüştür. Bu durum, genel seçimlerin yaklaşmasıyla rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. Siyasi parti liderleri propagandalarını milletin faydasına olacak yeni projelerin anlatılması şeklinde değil, karşı tarafın özel hayatıyla ilgili şantajlar, karşılıklı lekelemeler ve hakaretler şeklinde gerçekleştiriyorlar.
1950 sonrasında siyasetçilerin eleştiriye açık olmaması etik ve üslubu olumsuz yönde etkilemiştir. Bir liderin gerçek anlamda eleştirilmesinin ona verilen değeri göstereceği gerçeği unutulmuştur. 16.yy’da Fuzuli’nin yönetime karşı kaleme aldığı “Şikayetname”, Namık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” ağır eleştiriler içerirken şu dönemde hiçbir yönetici eleştiriyi kaldıramaz hale gelmiştir.
Devlet geleneği en eski iki milletten birinin Türkler olduğu düşünülürse bu siyasi yozlaşmanın önüne geçmek için tarihimizden faydalanılması bir ihtiyaç haline gelmiştir. Kamu hizmetinde görev alacak kişilere Türk Devlet geleneği hakkında bilgi verilmesi, TBMM’ye Orhun Abidelerinden kesitler konarak devlet geleneğimizin dikkate alınmasının sağlanması gerekmektedir. Kamunun her kademesinde denetim yapacak kurumların siyasetten uzak tutulması ve siyasette alternatiflerin çoğaltılmasıyla da bu tür yozlaşmaların önü alınabilir. “Emaneti ehline veriniz…”3 ayetinde açıkça belirtildiği gibi devletin her kademesinde görevlendirme yaparken işi ehline teslim etmek lazımdır. Ayrıca devlet politikasının süreklilik göstermesi de çok önemli bir mesele halini almıştır. Siyasetçilerin de halkın da iyi bir eğitim alması kalitenin artmasında etkilidir.
Günümüzde her alanda olduğu gibi, siyasette yaşanan yozlaşma da çarpık kentleşme, eğitim eksikliği ve tarihteki referanslardan yeteri kadar faydalanılmamasının kaçınılmaz sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Geniş toplum kitleleri, siyasi liderlerin rakiplerine yönelik sert, alaycı, aşağılayıcı ve tahkir edici üslubunu alkışlamaya ve örnek almaya meyillidir. Seçim kazanmaya odaklı siyasetçi tarafından toplumun bu eğilimi sorumsuzca suiistimal edilmektedir. Ancak, siyasetçinin kullandığı dil ve üslup, geniş toplum kitlelerine de aynen sirayet etmekte; siyasetçinin önayak olduğu gerginlik, toplumdaki kutuplaşmayı artırmaktadır. Tam da bu sebeple, siyasilerin partilerine karşı olduğu gibi, millete karşı da sorumlu hissetmek gibi bir mecburiyetleri vardır.
1 – Prof.Dr. Davut DURSUN
2 – Doç.Dr Durmuş HOCAOĞLU
3 – Nisa-58.Ayet
Mustafa Asım MUTLU
Akademik Çalışma Grubu
12.05.2011