Geçen günlerde, Cumhurbaşkanımıza yönelik, hakaret içerikli bir şekilde manşet atan Yunan “Dimokratia” gazetesinin bu küstahlığı, Avrupa’da ırkçılığın ve Türkiye düşmanlığının geldiği noktayı göstermesi bakımından önemlidir. Bu çirkin zihniyet, Yunanistan ve Brüksel tarafından sıkı bir şekilde takip edilerek gereken tedbirler alınmalıdır. Aksi hâlde, Avrupa Birliği’nin demokrasi ve insan hakları iddiasının hiçbir inandırıcılığı kalmamış olacaktır. Yunanistan Dışişleri Bakanlığının kınamasına rağmen bir sonraki günün baskısında da aynı çirkinliği devam ettiren bu güruhun kimlerden cesaret aldığını da tahmin etmek zor olmayacaktır.
Doğu Akdeniz ve Ege’de doğalgaz arama, kıta sahanlığı ve adalar konularında Yunanistan ile yaşanan gerginliği tırmandıran ve Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın hamiliğine soyunan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Avrupa’da Türk ve yabancı düşmanı, ırkçı çevrelerin sesi hâline gelmesi manidardır. Mesela Fransa’da ırkçı muhalefet lideri (Ulusal Birlik - RN) Marine Le Pen’in hiçbir konuda anlaşamadığı Macron’la Türkiye karşıtlığı konusunda hemfikir olması, Macron’un gelecek seçimlerde kimlere göz kırptığını da açıkça ortaya koymaktadır.
Esasen Macron’u bu noktaya getiren AB’li siyasetçilerin de sorumlulukları bulunmaktadır. Bilindiği üzere, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki hak ve menfaatlerini korumaya yönelik olarak attığı adımları içine sindiremeyen AB Konseyi Başkanı C. Michel, 24-25 Eylül zirvesinde Türkiye’ye “havuç-sopa” yöntemine başvuracaklarını söyleyerek bir kez daha haddini aşmıştı. Oysa Brüksel, önce aynada kendisine bakmalı; ondan sonra Türkiye gibi güçlü bir ülke hakkında söz söylemeliydi. Öyle ki dünya siyasi arenasında etkili olabilmek için Lizbon Anlaşması’yla ihdas edilen AB Konseyi Başkanlığı ve Dış Politika Yüksek Temsilciliği pozisyonlarından beklenen etkinin elde edilememesi de AB’nin siyasi geleceğini belirsiz kılmaktadır. Avrupa Birliği, esasen dünya siyasetinde yok hükmündedir. Ortak bir dış politikası ve ortak bir askerî gücü bulunmayan Brüksel’in küresel bir güç olması ve dünya siyasi arenasında söz sahibi olması beklenmemelidir.
Mesela, enerjide dışa ve büyük oranda Rusya’ya bağımlı olan AB’nin, milletlerarası toplumda bir varlık gösterememesi, Brüksel’in belirsiz siyasi geleceğinin önemli bir göstergedir. Bu anlamda, Brexit’i orta vadede itexit (İtalya), frexit (Fransa), ve irexit’in (İrlanda) izlemesi de ihtimal dâhilindedir. Bu tablo, AB’nin son 15 yıllık karnesinin de zayıf çıktığına işarettir. Her ne kadar AB’li siyasetçiler kendilerini başarılı görseler de Brüksel, hem Türkiye’den hem AB vatandaşlarından çürük not almış ve sınıfta kalmıştır.
Kendi başarısızlıklarını örtbas etmeye çalışarak hayalperest Macron’un peşine takılıp Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki egemenlik hak ve yetkilerini yok sayan ve Yunanistan/GKRY ile işbirliğine giden AB’li siyasetçiler hep birlikte Türkiyesiz, KKTC’siz bir Kıbrıs, Akdeniz ve Ege için propaganda yürütmektedir. Tarafsız bir duruş sergilemesi gereken AB’nin, uluslararası hukuku görmezden gelerek Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un değirmenine su taşıması, abesle iştigaldir. AB’li siyasetçiler bilmelidirler ki Rum/Yunan tarafının bu planları da diğerleri gibi fiyaskoyla sonuçlanacaktır.
Bu noktada, Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının temel esaslarını başta Rum/Yunan tarafı, Fransa ve AB olmak üzere dünya kamuoyuna hatırlatmak isteriz: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından dünyaya ilan edilen “Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikası şu iki temel üzerinde yükselmektedir; 1. Deniz yetki alanlarının uluslararası hukuka uygun olarak hakça ve adil biçimde sınırlandırılarak, kıta sahanlığımızdaki egemenlik haklarımızın korunması, 2. Kıbrıs Türklerinin Ada’nın eşit ortağı olarak hidrokarbon kaynakları üzerindeki hak ve çıkarlarının garanti altına alınması.
Bu meyanda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliği kurumlarının başkanlarına ve üye ülkelerin liderlerine (Yunanistan ve GKRY hariç) Türkiye'nin Doğu Akdeniz konusuna yaklaşımını ve sorunların çözümüne yönelik önerilerini aktardığı mektubunda, Türkiye’nin Doğu Akdeniz Politikası’nın esaslarının yanı sıra, özetle şu hususlara da yer vermesi son derece yararlı olmuştur: Doğu Akdeniz'de devam eden gerginliğin müsebbibinin Türkiye değil, Yunanistan ve GKRY olduğu, Türkiye ve Kıbrıs Türklerinden Doğu Akdeniz'deki hidrokarbon faaliyetlerini durdurmalarının istenmesinin haksız ve adaletsiz bir talep olduğu, AB üzerinden empoze edilmeye çalışılan maksimalist taleplere de boyun eğilmediği ve nihayet diyalog ve işbirliğine her zaman hazır olduğumuzun vurgulandığı mektupta “… AB'nin bu düşüncelerimize destek vermesini, aday ülke Türkiye'ye karşı takındığı yanlı tutumu terk etmesini, Yunanistan'ın ve GKRY'nin maksimalist tezlerine koşulsuz, haksız yere destek vermemesini temenni ediyorum. AB'nin ülkeme karşı aldığı bu yanlı tutum, AB müktesebatına ve uluslararası hukuka aykırıdır. Bu yanlı tutum çözümü zorlaştırmakta, gerginliği arttırmakta ve Türkiye-AB ilişkilerine, birçok alandaki ortak menfaatlerimize zarar vermektedir. Bizim AB'den beklentimiz tarafsız kalması, herkese eşit davranması, diyalog ve işbirliğini desteklemesidir. Yukarıda bahsettiğim adımlar atılmadan Türkiye ve Kıbrıs Türklerinden Doğu Akdeniz'deki hidrokarbon faaliyetlerini durdurmalarının istenmesi, haksız ve adaletsiz bir taleptir..." ifadelerine yer verilmiştir.
Kendisini ilgilendirmeyen bir bölgede Türkiye’nin haklı davasına karşı Yunanistan’a arka çıkan Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un ve AB’li bazı liderlerinin Türkiye karşıtlığının ne kadar anlamsız ve haksız olduğunun anlaşılması bakımından, söz konusu mektubun ciddi bir uyarı olarak telakki edilmesi gerektiği kanaatindeyiz. Elbette askerî, ekonomik ve jeostratejik açıdan güçlü bir konumda bulunan Türkiye’nin, aynı zamanda diplomasiye de imkân tanıdığını hatırlatması bakımından bu uyarının bir fırsat olarak ele alınması icap etmektedir.
Esasen, Fransa Cumhurbaşkanlarının yabancı düşmanları ve özellikle de Müslüman-Türk düşmanlarıyla bir safta birleşmesi bugünün konusu değildir. Bu talihsiz gelişme, özellikle son 10-15 yılda Avrupa’da açık yürüyen bir sürecin eseridir. Örneğin, Türkiye’nin Avrupalı olmadığı iddiasıyla[T1] AB’ye tam üyeliğine karşı olduğunu her fırsatta dile getiren Nicolas Sarkozy şoku daha atlatılamadan, Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olduğunu ve Türkiye’yi veto edeceğini açıklayan bir Marine Le Pen’in Fransız siyasetinde önemli bir aktör hâline gelmesi, ardından Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un aynı anlayışla saf tutması kuşkusuz, Türkiye’nin dikkate alması gereken ciddi bir sorun olarak ortada durmaktadır.
Nitekim son yıllarda, Avrupa'da Türk-Müslüman düşmanlığının ve AB karşıtlığının hızla yayıldığını gösteren olaylara şahit olmaktayız. Eğer Brüksel, Avrupa’da hızla artan yabancı düşmanlığı ve AB karşıtlığı ile mücadele etmezse Birlik, yakın zamanda temellerinden sarsılacaktır. Zira Fransa, Avusturya, Macaristan ve Almanya’da hızla artan işsizlik oranı ve yabancı düşmanlığı, giderek AB düşmanlığına dönüşmektedir. Nitekim Fransa’da seçmenlerin sadece %39′unun ülkelerinin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyor olması, AB siyasetçilerinin üzerinde durması gereken ciddi bir tehlike olarak karşılarında durmaktadır.
Türkiye-AB ilişkileri son yıllarda Kıbrıs, AP seçimleri ve Avrupa'da giderek yükselen yabancı ve Türk-Müslüman düşmanlığının gölgesinde kalmıştır. Kıbrıs barış görüşmelerinde bir ilerleme sağlanamamış, Avrupa'da camilere ve Müslümanlara yönelik saldırılar artmış, ayrıca yeni bir müzakere faslı da açılamamıştır. Bu da göstermektedir ki AB Türkiye'yi oyalamaya devam etmektedir.
Türkiye açısından olaya baktığımızda, benzer bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzu görmekteyiz. Bu da, Türkiye’nin AB katılım süreci uzadıkça tam üyelik önündeki engellerin arttığı gerçeğidir. Öyle ki AB’de son yıllarda baş gösteren ekonomik sorunlar ve artan suç olaylarının sorumluluğu göçmenlere yüklenmekte ve bu durum, hiç ilgisi olmadığı halde 83 milyonluk Türkiye’nin üyeliği ile ilişkilendirilmeye çalışılmaktadır. Avrupa’da yaşayan yabancılar, bir nevi günah keçisi hâline getirilmek istenmektedir. Bu noktada, AB’li siyasetçilerin ve aydınların acil tedbirler üzerinde kafa yormaları elzemdir. AB’nin her köşesinde görülen ırkçı eğilimler ve oluşumlara karşı Brüksel’in kararlılıkla mücadele vermesi gerekmektedir. Kendi temel değerlerini yine kendi bünyesinde korumak anlamında acizlik gösteren bir AB’nin dağılması ise kaçınılmazdır. Bu noktada AB’li siyasetçilerin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın şu uyarısını ciddiye almalarında yarar bulunmaktadır: "Batılı toplumlar ve hükûmetler ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve İslamofobi gibi ideolojilerin normalleşmesine izin vermemeli …”
Kaldı ki Türk milletinin AB’ye bakış açısının giderek olumsuza döndüğünü de Brüksel’in görmesi gerekmektedir. Türk vatandaşlarının da AB üyeliğine olan desteğinin %40’ın altına indiğini burada belirtmekte yarar bulunmaktadır. AB’deki olumsuz gelişmelerin ekonomik, siyasi ve toplumsal yapısına zarar vermesini engellemek için Türkiye’nin de birtakım girişimlerde bulunması faydalı olacaktır. Peki, Türkiye’nin AB sürecinin önünün açılması ve ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açılabilmesi için neler yapılması gerekmektedir? Türkiye-AB arasında yaşanması muhtemel bir krizin engellenmesi için yapılması gerekenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz:
1. Tam üyelik için artık Türkiye'ye bir tarih verilmelidir.
2. Türk milletinin tarihî ve kültürel dokusuna müdahale edilmemelidir.
3. Türkiye'nin millî birlik ve beraberliğine, millî ve manevi değerlerine saygı gösterilmelidir.
4. Aday ülke olarak Türkiye'ye karşı samimi davranılmalı ve çifte standartlı yaklaşımlardan vazgeçilmelidir.
5. Brüksel, Türkiye'nin AB sürecini, taviz koparmak için bir fırsat olarak görmekten vazgeçmelidir.
6. Tüm kıyıdaş ülkelerin katılımıyla, hakkaniyete dayalı bir Doğu Akdeniz veya Akdeniz Ekonomik İşbirliği Konferansı gerçekleştirilmelidir. Bu meyanda, Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Türkiye’yi dışarıda bırakan “Doğu Akdeniz Gaz Forumu” gibi oluşumların, ne AB’ye ne de bölge ülkelerine bir yarar sağlayacağının bilhassa Brüksel tarafından dikkate alınması gerekmektedir.
7. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.
8. Gümrük Birliği Anlaşması derhâl gözden geçirilmelidir.
9. Türk vatandaşlarının serbest dolaşım hakkı derhâl verilmelidir.
10. Türkiye-AB Göç Anlaşması derhâl güncellenmelidir.
11. Brüksel ve AB’nin lokomotif ülkeleri, AB karşıtlığı ve Avrupa’da tehlikeli bir şekilde gelişen İslamofobi’ye karşı acil tedbirler almalı; bunların AB’de tarih yazmalarına (!) izin vermemelidir.
Birlik çerçevesinde siyasi bütünleşmeye karşı çıkarak millî egemenliği savunan çevrelerle, yabancı düşmanlığı yapan ırkçı gruplar, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir ittifak oluşturmak suretiyle gövde gösterisi yapmışlar ve maalesef başarı da sağlamışlardır. Onları bir araya getiren en önemli etken ise kuşkusuz AB’de yaşanan yüksek işsizlik ve artan suç oranlarıdır. Evet, birileri AB’de tarih yazacaklarını açıklamışlardı (2014 AP seçimleri sonrasında Avrupa’nın farklı ülkelerinde başarı gösteren aşırı gruplar yaptıkları ortak basın toplantısıyla âdeta gövde gösterisi yapmışlar ve “AB’de tarih yazıyoruz” diyebilme cesaretini göstermişlerdir.). Ne var ki bu birileri, AB’nin temel değerlerini görmezden gelen ırkçı, yabancı düşmanı ve AB karşıtı gruplardır. Eğer AB’li siyasetçiler ve aydınlar, İslamofobi illetinin (Almanya’da PEGİDA’cıların, Fransa’da Şeytanın Kızı Marine Le Pen’in, Hollanda’da GeertWilders’in, İtalya’da Matteo Salvini’nin, Belçika’da Gerolf Annemans’in ve Avusturya’da Harald Vilimsky’nin ve onlar gibi düşünenlerin) bu tehlikeli gidişatına bir dur demezlerse sadece Türkiye’nin AB üyelik süreci zarar görmeyecek; bilakis Birlik’in varlığı temelinden sarsılacaktır. Zira savunduğu temel değerlerin yine kendi topraklarında ve hem de artarak ihlal ediliyor olması, esasen Brüksel'in varlığını da tehdit etmektedir. Öyle ki yakın geçmişte Paris’te ve Hanau’da yaşanan saldırılar, Avrupa’nın ciddi bir ırkçı terör tehdidi altında bulunduğunu açıkça göstermiştir.
Öte yandan, GKRY’yi tek taraflı üye yaparak Kıbrıs gibi siyasi ve karmaşık bir meseleyi daha da derinleştirmek suretiyle stratejik bir hata yapan Brüksel’in bu tavrı da AB vatandaşlarının gözünden kaçmayacaktır. Maalesef Türkiye-AB ilişkileri bir kez daha Kıbrıs'ın gölgesinde kalmıştır. Yunan/Rum tarafının Türkiye'nin katılım sürecini istismar etme girişimleri artarak devam etmiştir. Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarından tek taraflı olarak yararlanma hayaline kapılan Rumlar, uluslararası camianın baskısıyla oturdukları müzakere masasından kaçmayı başarmışlardır. Velhasıl Yunan/Rum tarafının dayatmalarıyla Kıbrıs ipoteği altına alınan Türkiye-AB ilişkileri, Ada'da Rumlar lehine sonuçlanacak bir çözüme endekslenmiş bulunmaktadır. Türkiye'nin Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisini kaldırıp yerine AB garantörlüğü getirmek isteyen Brüksel'in, Kıbrıs'ta taviz koparmadan Türkiye'nin AB sürecini ilerletmek istemediği açıktır. Ne var ki Kıbrıs'ta sağlanacak adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün Türkiye'nin birinci önceliği olduğu ve AB'nin şantajlarına boyun eğilmeyeceği de izahtan varestedir.
Netice itibarıyla Kıbrıs meselesi çözülmüş ve Türkiye AB üyesi yapılmış olsaydı Avrupa’daki gerilimler bu safhada olmayacaktı. Müzakere Çerçeve Belgesi’nde sivil üstünlüklerin geliştirilmesi ve Türk milleti ile AB vatandaşları arasında karşılıklı diyaloğun artırılması şartını getiren AB’nin kendi vatandaşları arasında Müslüman-Türk düşmanlığının hızla artması karşısında acizlik göstermesi, kabul edilmesi ve telafisi mümkün olmayan ciddi bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Avrupa’da yaşanan bu süreç, AB’nin çok kültürlü ve çok dinli bir yapı olup olmadığının belirlenmesi bakımından da Brüksel için ciddi bir imtihan olacaktır. Velhasıl Şeytan’ın Kızı Marine Le Pen (Babası Jean-Marie Le Pen de Türkiye ve İslam düşmanıydı) başını çektiği ırkçı ve yabancı düşmanı grupların AB’de tarih yazmalarına izin verenleri, tarih asla affetmeyecektir.