Şu günlerde, İsviçre’nin Crans Montana kasabasında, Kıbrıs’ın kaderi üzerinde çok yoğun görüşmeler devam etmektedir. Kasım 2016’da İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında, Ocak 2017’de Yine İsviçre’nin Cenevre kentinde Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum taraflarıyla BM, AB ve Garantör Ülkeler bir araya gelmiş, her ikisinde de Yunan/Rum tarafının masadan kaçması nedeniyle Kıbrıs müzakereleri sonuçsuz kalmıştı. Şimdi ise taraflar İsviçre’nin Crans Montana kasabasında yeni bir Konferans icra ediyorlar. 50 yıldır devam eden ve bir türlü sonuçlanamayan Kıbrıs müzakerelerinin, İsviçre’nin turizm sektörüne katkı sağlamaktan öte bir yararının olmadığını üzülerek gözlemlemekteyiz.
Biz tarafları daha önce defalarca yazılarımız aracılığıyla uyarmaya çalıştık. Mont Pelerin, Cenevre, Crans Montana veya Lefkoşa bahane. Olanların tek açıklaması var: Kıbrıs’ta tarih tekerrür ediyor. Yani bize aynı filmi tekrar tekrar izletiyorlar. Zira, Kıbrıs Rum tarafının Kıbrıs’ta çözüme ihtiyacı yoktur. Kıbrıs Rum tarafının çözümü ile Kıbrıs Türk tarafının çözümü birbirinden tamamen farklıdır. En azından, son 400 yıl içinde Ada’da kendiliğinden vuku bulmuş temel gerçekler vardır. Kıbrıs’ın 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarından kaynaklanan uluslararası bir statüsü vardır. Mesela, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları vardır. BM’in temel parametreleri vardır. Bu ve benzeri gerçekler temelinde varılacak bir anlaşma ancak Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm olabilir. Kıbrıs Türk tarafının çözüm anlayışı da işte tam bu gerçeklere dayanmaktadır. Kıbrıs Rum tarafı, müzakerelerde Ada’nın bu gerçeklerini görmezden gelerek, üstelik de Kıbrıs Türk tarafının kırmızı çizgilerini ihlal eden, kabulü imkânsız önerilerle masaya gelmesi, Klasik Rum/Yunan siyasetinin tabii karakteridir.
Bu noktada şu önemli hususu da tüm taraflara ve özellikle de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’e hatırlatmak isteriz. Kıbrıs sorununa çözüm görüşmelerinde ortak kabul görmüş birtakım temel parametreler vardır. Bunlardan bir tanesi de “BM’in Kıbrıs görüşmelerinde sadece iyi niyet misyonu olduğudur. Yani, tarafların uzlaşmasını sağlayacak ortamın hazırlanması ve görüşmelerin önünün açılması yönünde gayret sarf etmek. Görüşmelere hakemlik yapmak…” BM Genel Sekreteri bir Kıbrıs Özel Temsilcisi vasıtasıyla bu misyonunu yerine getirir, gerektiğinde de bizzat Liderlerle görüşmek suretiyle arabuluculuk görevini ifa eder. Müzakere masasına sorunun esasına dair öneri getiremez. Müzakerelere çerçeve çizemez. Tarafların iradelerini etkileyecek müdahalelerde bulunamaz. Ne var ki Guterres bu kuralı ihlal etmiş ve Rum tezlerine yakın bir müzakere çerçevesini taraflara önermiştir. Bu kabul edilebilir bir durum olmadığı gibi 50 yıllık Kıbrıs görüşmelerinin tabiatına da aykırıdır.
Nitekim, Kıbrıs Rum tarafı bu kural ihlalini kendi lehinde kullanma fırsatını kaçırmamış ve Kıbrıs Türk tarafını bu vesileyle köşeye sıkıştırma gayretleri içine girmiştir. Mesela, iki gün önce, Crans Montana’da, Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Nikos Anastasiadis’in, “Tüm tarafların Genel Sekreter’in çizdiği çerçeve dâhilinde öneriler getirmesini umuyorum ki tekrar umut ışığı doğsun” şeklinde bir açıklama yaparak Türk tarafını suçlaması büyük tepkiyle karşılanmıştır. Rum Liderin bu sözlerinin, “Türkiye hizaya gelsin” şeklinde tercüme edilmesi üzerine tansiyon iyice artmış ve Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Rum liderin sözlerini “küstahça” bularak, “Başlangıçta çerçevenin tamamen dışında olup uyarılarla hizaya gelenlerin ‘Türkiye hizaya gelsin’ demeleri saygısızlıktır. Bu söylemleri reddediyoruz” diyerek, Türkiye’nin tepkisini dile getirmiştir.
Crans Montana’da dikkat çeken bir husus daha vardır: Bugüne kadar BM’in hakemliğini ve takvimlendirmesini kabul etmeyen Kıbrıs Rum tarafının, bu defa BM Genel Sekreteri Guterres’in müzakere çerçevesine dört elle sarılmış olması manidardır. Dikkat edilmesi gereken bir husustur.
Şimdi, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in taraflara sunduğu ve Rum tezlerine yakın bulunan müzakere çerçevesine kabaca bir göz atalım; Bilindiği gibi, Crans Montana’da devam etmekte olan Kıbrıs Konferansında, müzakereler, Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres’in taraflara sunduğu müzakere çerçevesinde devam etmektedir. Buna göre, yeni bir güvenlik rejimi olacakmış, tek yanlı müdahale hakkı ve Garanti Antlaşması sonlandırılacakmış, harita yeniden düzenlenecekmiş, mülkiyette iki ayrı rejim olacakmış, daimi ikamette, Türk vatandaşları için eşitlikçi/adilane bir kota olacakmış, dönüşümlü başkanlık da dâhil, güç paylaşımı Kıbrıslı Türklerin talepleri doğrultusunda tartışılacakmış…
Ada’nın gerçeklerinden uzak, Kıbrıslı Türklerin ve Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye sokan, uluslararası hukuka aykırı bu müzakere çerçevesi her ne kadar Rumlar tarafından kabul edilmiş gibi görünse de Kıbrıs Türk tarafı açısından birçok tehlikeyi beraberinde getirmektedir. Buna verilecek cevap esasen bellidir: Türkiye’nin Ada üzerindeki etkin ve fiili garantörlüğü, Kıbrıs Türk Barış kuvvetlerinin Ada’daki varlığı ile Kıbrıs Türk Halkının siyasi eşitliği Türkiye’nin kırmızı çizgileridir. Müzakere dâhi edilemez. Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk Halkının uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan bu hak ve yetkilerinden vazgeçmesini beklemek nafile çabadır.
Kuşkusuz, Kıbrıs Türk tarafı olarak müzakere masasında olmalıyız. Kaldı ki Ada’da gerçekten çözüm isteyen taraf Türk tarafıdır. Ancak masada kalmak uğruna da Kıbrıs Rum tarafının haksız ve insafsız isteklerine boyun eğilemez. Evet, Rum tarafının çözüme ihtiyacı yoktur. Onlar sadece zamana oynamaktadırlar. Çözümsüzlüğü körükleyip, suçu Türk tarafına yüklemek gibi klasik bir Rum/Yunan taktiği vardır. Bu noktada çok dikkatli olunması gerekmektedir. Rum tarafının çözümden anladığı şey, Kıbrıslı Türklerin azınlık olduğu, Rum egemenliğindeki bir Kıbrıs Devletidir. Bu senaryonun bir sonraki aşaması ise Ada’nın Yunanistan’a ilhakı yani enosis’dir. Rum/Yunan tarafı bunun dışında hiçbir çözüme evet demeyecektir. Hep zamana oynayacak ve Türkleri de suçlu ilan edeceklerdir. İşte bu tuzağa düşülmemesi için müzakere masasında çok dikkatli olunmalı, Rum/Yunan tarafının siyasi/diplomatik manevralarına misliyle karşılık verilmelidir. Sözü fazla uzatmadan, Crans Montana’da halen müzakere yürüten tüm taraflara uyarılarımızı bir kez daha hatırlatmakta fayda görmekteyiz:
Öncelikle tüm tarafların Kıbrıs’ta çözülmeye çalışılan probleme doğru teşhis koymaları gerekmektedir. Kıbrıs’ta problem; Zürih ve Londra Anlaşmaları ile tesis edilen 1960 Ortak Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinin 1963 yılında Rumlar tarafından yıkılması ve Kıbrıslı Türklerin bu devlet mekanizmasından tamamen dışlanarak, tedhiş ve katliamlara maruz bırakılmasıdır. Kıbrıs’ta problem, GKRY’nin, uluslararası camia tarafından Ada’nın tek meşru hükümeti olarak kabul ediliyor olmasıdır. Yine Kıbrıs’ta problem, Rumların haksız bir şekilde AB üyesi yapılmış olmasıdır. Kıbrıs’ta bir diğer problem, Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türklerin siyasi eşitliğini tanımaması ve Kıbrıs Türk Halkını azınlık olarak görmesidir. Nihayet Kıbrıs’ta Problem, Rum/Yunan tarafının 1960’ta tesis edilen garanti sistemini inkâr etmesidir.
Ayrıca, Kıbrıs’ta taraflar nasıl bir çözüm istemektedirler? Tarafların buradaki farklılığı gidermek için de çaba göstermesi gerekmektedir. Kıbrıs’ta taraflar, birbirinden tamamen farklı çözümler istemektedirler. Kuşkusuz bu farklılık, tarafların probleme farklı teşhisler koymalarından kaynaklanmaktadır. Türkiye ve Kıbrıs Türk Halkının meseleye bakışı ve çözüm parametreleri oldukça basittir ve BM ile aynı doğrultudadır. Buna göre, Kıbrıs’ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi devam edecektir”.
Rumların çözüm beklentileri ise Türk Tarafından tamamen farklıdır. Kıbrıslı Rumlar, Kıbrıs Türk Halkını azınlık olarak görmek istemektedirler. Kıbrıs Rum tarafı çözümü, yeni bir ortaklıkta değil, Rumların egemenliğindeki sözde Kıbrıs Cumhuriyeti çatısı altında aramaktadır. GKRY eski Lideri Hristofyas ” Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs cumhuriyetidir” ” demiştir. Yine, Eski Rum Liderlerden Papadopulos “Ben halkımdan bir Devlet teslim aldım. Onu topluma dönüştüremem” demiştir. Ayrıca, Rumlara göre Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlükten kalkacak, Ada’daki Türk Askeri geri çekilecek, on binlerce yerleşik Türkiye’ye dönecektir.
Diğer taraftan, Rum Lider Anastasiadis’in, KKTC Cumhurbaşkanı Eroğlu ile birlikte imza altına aldıkları 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Açıklamayı da tüm tarafların dikkate almasında fayda vardır. Ortak Açıklamanın temel unsurları şöyledir:
– Müzakereler, ‘her konuda uzlaşı sağlanmadan hiçbir konuda uzlaşılmış sayılmayacağı’ prensibine dayalı olacaktır.
– Kıbrıs’ta varılacak çözüm, iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı bir federasyon şeklinde olacaktır.
– Birleşik Kıbrıs, AB’ye ve BM’ye üye, tek uluslararası kimliği, tek vatandaşlığı ve tek egemenliği bulunan bir devlet olacaktır.
– Egemenlik Türk ve Rum halklarından kaynaklanacak, Birleşik Kıbrıs vatandaşları, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de vatandaşı olacaktır.
– Ortak Devletin nitelikleri, iki eşit kurucu devletin oluşturduğu anayasada yer alacaktır. İki bölgeli, iki toplumlu AB normlarına uygun federal yapı tüm Ada’da geçerli olacak ve bu yapı hiçbir şekilde değiştirilemeyecek biçimde korunacaktır.
– Kurucu devletler, kendi bölgelerinde kendi yetkilerini federal devletten bağımsız olarak kullanacak, taraflardan hiçbiri diğerine tahakküm edemeyecektir.
İlaveten, Avrupa Birliği’nin Kıbrıs müzakerelerinde taraf haline getirilmesinin de çok yanlış ve tehlikeli bir gelişme olduğunu da burada belirtmek isteriz. AB Kıbrıs meselesinde taraf değildir. Bu, Rum/Yunan tarafının senaryosu ve iddiasıdır. Bilindiği gibi, Rum/Yunan tarafı 1990’lı yılların başlarında yürürlüğe soktuğu, “Kıbrıs meselesini AB platformuna taşıyarak, bu kanaldan Rumlar lehine bir çözüme ulaşma” planı/senaryosu sayesinde nihayet 2004 yılında Kıbrıs Rum Kesimi tek yanlı olarak AB üyesi yapılmıştır. Bu tarihten itibaren Kıbrıs sorunu, içinden çıkılmaz bir mesele haline gelmiştir. Ne var ki 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarına ve dolayısıyla uluslararası hukuka aykırı olan bu üyelik Türkiye tarafından tanınmamakta ve yok sayılmaktadır. Buna ragmen, GKRY’nin tam üyeliğinin gerçekleştirildiği 1 Mayıs 2004 tarihinden bu yana Brüksel, “GKRY’nin AB üyesi olduğundan bahisle meselede taraf olduğunu ve Ada üzerinde AB’nin garantörlüğünün yeterli olacağını” iddia etmektedir. Kuşkusuz, Rum/Yunan tarafı da bu iddianın en büyük savunucularıdır. Fakat biz de onlara şu cevabı veriyoruz/vermeliyiz: “GKRY’nin AB üyeliği uluslararası hukuka aykırıdır. Hukuka aykırı bir işlem, tüm sonuçlarıyla birlikte hükümsüzdür. Halen, 1959 Londra ve Zürih Anlaşmaları ile buna dayanan 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlüktedir ve Kıbrıs’ın statüsü bu anlaşmalar çerçevesinde belirlenmiştir…”
Bu noktada, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın müzakerelerde dikkat etmesi gereken hususları da bir kez daha hatırlatmakta yarar bulunmaktadır:
- Kıbrıs Türk halkının yakın geçmişte yaşadığı acı olayları daima hatırda tutmalıdır.
- Ada'daki kalıcı barış ve huzur ortamının yegâne teminatı Türkiye’dir.
- Ana Vatansız bir KKTC'nin var olması mümkün değildir.
- Kıbrıs üzerindeki Türkiye'nin etkin ve fiilî garantisi, Ada’daki Türk askerî varlığı, iki kesimlilik ve Kıbrıs Türk halkının kurucu eşit ortaklığı, kırmızı çizgilerimizdir. Müzakere dahi edilemez.
- KKTC'deki yerleşiklerin temel hak ve özgürlükleri kısıtlanamaz.
- Türkiye’nin tam üye olmadığı bir Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs Türklerinin meşru ve temel hak ve çıkarlarını güvence altına alacak bir çözüm bulması mümkün değildir.
- Sessiz ve özlü çalışan klasik Rum/Yunan siyasetinde hiçbir değişiklik olmamıştır, olmayacaktır. Rumların muhtemel ayak oyunlarına karşı çok dikkatli olunmalıdır.
- Enosis hayali çöpe atılmamıştır, atılmayacaktır.
- Anastasiadis'in bir Klerides veya Hristofyas'tan hiçbir farkı yoktur.
- Kısaca, artık ihtiyatlı bir iyimserlikten öte çok dikkatli bir şekilde müzakere yürütülmesi gerekmektedir.
Nihayet, adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün temel taşlarını oluşturacak, Ada’da var olan gerçekleri, bir diğer deyişle Kıbrıs’ta Çözümün Şifrelerini Crans Montana’da müzakere yürüten tüm tarafların dikkatine sunmak isteriz:
Kıbrıslı liderlerin, gerek kendi toplumlarını ve gerekse uluslararası kamuoyunu oyalamaktan vazgeçip, öngörülebilir çözümler üzerinde çalışmaları daha uygun olacağını daha önce müteaddit defalar söyledik. Biz Türk tarafı olarak, Kıbrıs’ta çözümün “Ada’daki gerçekler” temelinde olması gerektiğini savunmaktayız. Peki nedir bu gerçekler?
– 1960 Garanti ve ittifak Anlaşmaları halen yürürlüktedir. Dolayısıyla Türkiye’nin Ada üzerinde, uluslararası hukuktan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisi devam etmektedir. Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlük yetkisi devredilemez ve kaldırılamaz.
– Ada’da dini, dili ve kültürü tamamen birbirinden farklı iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır.
– 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti, 1963 yılında ortaklık statüsünü kaybetmiş ve bu tarihten itibaren sadece Rumları temsil eden Güney Kıbrıs Rum Yönetimi haline dönüşmüştür.
– Kıbrıslı Türkler, Adanın Kuzey kesiminde, kendi ülke sınırları içerisinde, bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC)eliyle egemenliklerini kullanmaktadırlar.
– Yunan Cuntası’nın Kıbrıs’ta enosis’i gerçekleştirme ve kuşatma altına aldıkları Kıbrıslı Türkleri yok etme aşamasına geldikleri bir sırada, Türkiye’nin, Garanti Anlaşmasından kaynaklanan yetkisini kullanarak 1974 Temmuz’unda düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk Toplumunu, adeta uçurumun kenarından çekip kurtarmıştır. Bu bakımdan Türkiye, kesinlikle Ada’da ‘işgalci’ konumunda olmayıp, barış ve huzurun güvencesi olarak Ada’daki varlığını sürdürmektedir.
– Adanın fiilen ikiye bölünmesinin asıl nedeni, esasen 1974 Barış Harekâtı değil, Rumların Türklere karşı uyguladıkları katliamlar ve sürgün politikalarıdır.
– Osmanlı Devleti’nin bakiyesi konumundaki diğer tüm Müslüman-Türk Topluluklarında olduğu gibi, Kıbrıs Türk Toplumu üzerinde de Türkiye’nin tarihi ve kültürel sorumlulukları bulunmaktadır. Ayrıca, Ada Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından vazgeçilmez bir öneme sahiptir.
– Kıbrıs Türk Tarafı daima çözümden yana tavır takınmış, Ada’da, tamamen eşit iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyon kurulması yönündeki BM çabalarını desteklemiş, fakat Rumlar her defasında bu çözüm formüllerini reddeden taraf olmuştur.
– Kıbrıslı Türkler, 24 Nisan 2004 tarihinde Annan Planı’na “evet” demesine rağmen, Kıbrıslı Rumların tek taraflı olarak, güya tüm Ada’yı temsilen AB üyesi yapılması, sadece çözümsüzlüğün daha da derinleşmesine katkıda bulunmuştur. AB’nin bu tavrı Garanti ve İttifak Anlaşmalarına da aykırılık teşkil etmiştir. Kıbrıs Türk Halkına AB tarafından verilen sözler tutulmamış, vaat edilen mali yardımlar yapılmamış, Doğrudan Ticaret Tüzüğü uygulanmamış ve Kıbrıslı Türkler üzerindeki yıkıcı izolasyonlar devam ettirilmiştir.
– Rumların, “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık”, “tek uluslar arası kişilik” gibi kavramlara, Rum egemenliğine dayanan anlamlar yüklediğini dikkate almak gerekmektedir.
– AB’nin KKTC’yi, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin etkin kontrolü altında bulunmayan bölgeler’ olarak nitelemesi ve tüm izolasyonlara rağmen Kıbrıslı Türkleri de AB vatandaşı olarak görmesi doğru değildir. KKTC ve Türkiye’nin, Kıbrıslı Türklerin dünya siyasi arenasında onurlu ve saygın bir yer edinmelerinin yegâne güvencesi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmemesi bilhassa önem arz etmektedir.
– Kıbrıs’ta çözüm, BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Ayrıca, Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü devam edecektir.
– Kıbrıslı Liderler tarafından ulaşılacak bir çözüm, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulacaktır.
– Ada’da her iki halkın meşru ve temel hak ve çıkarlarını gözetecek adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözüme ulaşılamaması halinde, mevcut statünün devam etmesi ve KKTC’nin milletlerarası camia tarafından tanınmasına yönelik çabaların artırılması en uygun yol olacaktır.
Netice itibariyle, Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların Ada’nın bütün bu gerçeklerini yani çözümün şifreleri iyi kavramış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir. Crans Montana’da altı müzakere başlığından diğer dört tanesinde (Yönetim ve Güç Paylaşımı, Ekonomik Konular, AB Konuları ve Mülkiyet) tam uzlaşma sağlanmadan, en zor olan ve dolayısıyla en son görüşülmesi gereken iki başlığın (Toprak ve Güvenlik ve Garantiler) Konferansın en başında müzakereye açılmış olması, Rum/Yunan tarafının çözüm istemediklerinin en büyük göstergesidir.
Rum/Yunan tarafının Senaryosu bellidir: Türk tarafının kırmızı çizgilerini ihlal ederek masadan kaçmalarını sağlamak. Böylece, Anastasiadis bir taşla iki kuş vurmuş olacak. Yani, hem uluslararası topluma ve hem de iç siyasete mesaj verecek. Bir yandan, Dünya kamuoyuna masadan kaçmadığı mesajını verirken, diğer yandan 2018 Şubat’ında Güney’de yapılacak Başkanlık seçimleri için seçmenlerine göz kırpacak…Kıbrıs Türk tarafının ise bu oyuna gelmeyeceği konusunda inancımız tamdır. Elbette, Türkiye ve KKTC olarak uluslararası toplum nazarında sahip olduğumuz güven ve itibarımıza layık bir şekilde müzakere masasında yer almalı ve haklarımızı sonuna kadar savunmalıyız. Ancak, bunu yaparken Rum/Yunan tarafının siyasi/diplomatik manevralarına karşı da hazırlıklı olmalı, bu saldırıları anında bertaraf edebilmeli ve nihayet Rumların uluslararası toplum önünde şov yapmalarına müsaade etmemeliyiz.