Bilindiği üzere, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile Kıbrıs’ta iki toplum arasında iç denge ile Doğu Akdeniz’de Türkiye-Yunanistan arasında bölgesel denge temin edilmişti. 1974 yılında Garantör Ülke Türkiye’nin 1960 Anlaşmalarına dayanarak gerçekleştirdiği Kıbrıs Türk Barış Harekâtı sonrasında kurulan yeni düzen sayesinde de günümüze kadar bölgede barış ve istikrar ortamı hüküm sürmüştür. Türkiye, İngiltere ve Yunanistan tarafından teminat altına alınan bu uluslararası güvenlik sistemi,Türkiye tarafından daima desteklenmiş ancak Yunan/Rum tarafınca hep anlaşma hilafına adımlar atılmıştır. Bu meyanda, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Ulusal Meclisi, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalarını tanımadığını ilan etmiştir.
Nihayet 2004 yılında GKRY’nin, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında, güya tüm Ada’yı temsilen ve tek taraflı olarak AB üyesi yapılması ile bölgesel denge Rum-Yunan lehine bozulmaya başlamıştır. AB üyesi olan Rumlar artık, Ada üzerindeki 1960 garanti sistemini kaldırarak yerine AB garantörlüğünü koymanın hesaplarını yapmaya başlamışlardır. Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi hâlinde Doğu Akdeniz’deki güç dengesinin nereye doğru kayacağı malumdur.
2011 yılında GKRY’nin uluslararası hukuka aykırı bir şekilde Doğu Akdeniz’de tek taraflı olarak sondaj çalışmalarına başlamasıyla birlikte, bölgede sular ısınmaya başlamış ve bölge dışı güçler de Doğu Akdeniz’de varlık göstermeye başlamıştır.Doğu Akdeniz bölgesinde son yıllarda gündeme gelen münhasır ekonomik bölge tayini, hidrokarbon yataklarının belirlenmesine yönelik sismik araştırma faaliyetleri ve sondaj çalışmaları nedeniyle bölgede gerginlik artmış; bu kapsamda Türkiye ve Yunanistan arasında yer yer sıcak çatışma noktasına kadar gelinmiştir. Hatta Yunanistan, konuyu Ege sorununa bağlamak ve Ege Denizi’ndeki küçük Yunan Adaları üzerinden bir kıta sahanlığı ve karasuları krizi çıkarmak suretiyle Türkiye’yi köşeye sıkıştırma gayreti içine girmiştir. Bu anlamda Yunanistan, Doğu Akdeniz’le bir ilgisi olmadığı hâlde Bölge’de gerginliği artıracak açıklamalar yapmakta, askerî faaliyetlerde bulunmakta ve başta Brüksel ve Fransa olmak üzere üçüncü tarafları Türkiye aleyhinde yanlış yönlendirmekte ve kışkırtmaktadır.
Bilindiği üzere, Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’de maksimalistve gayri hukuki deniz yetki alanları ile Ege’de haksız kıta sahanlığı ve hava sahası iddiaları nedeniyle 2020 yılında bölgede ciddi bir kriz yaşanmıştı. Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı olarak Ege Denizi’ndeki adaları silahlandırma girişimlerine hız vermesiyle gerginlik had safhaya çıkmıştı. Türkiye’nin hem Ege ve Doğu Akdeniz’deki hak ve çıkarlarını hem de Kıbrıs Türklerinin haklarını korumak hususunda gösterdiği kararlı tutumuyla birlikte, Avrupa Birliği ve özellikle de Almanya'nın devreye girmesiyle gerilim yatıştırılmıştı. Bu kapsamda, Türkiye ile Yunanistan arasında istikşafi ve istişari görüşmelere yeniden başlanmıştı.
Ne var ki Yunanistan, bu yatıştırma sürecini doğru okuyamamış ve bölgede gerginliği artıracak yeni girişimlere başvurmuştur. Bu bağlamda, bir yandan Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yasal hak ve çıkarlarını zayıflatmak diğer yandan da Bölge’de kendi nüfuzunu kuvvetlendirmek hezeyanına kapılan bazı ülkelerin değirmenine su taşımaya başlamıştır. Mesela, başta Fransa ve ABD olmak üzere ikili askerî işbirliği anlaşmaları yaparak donanmasını ve hava kuvvetlerini güçlendirmeye yönelik adımlar atmıştır. Yunanistan, hâlen devam eden bu tahrik edici eylemlerinin doğrudan Türkiye’yi hedef aldığını itiraf etmekten de çekinmemektedir. Mesela, geçtiğimiz günlerde Fransa ile imzalanan Savunma Anlaşması ile ilgili olarak Yunanistan Başbakanı Mitçotakis’in "Bu anlaşma, NATO içinde sözde müttefikimiz olan bir ülkeden egemenliğimize yönelik tehditlere karşı ülkemizi savunan kalkan vazifesi niteliğindedir." şeklindeki sözleri, Yunanistan’ın niyetini açıkça ortaya koymuştur.
2020 yılında Türkiye ile Yunan/Rum tarafı arasında cereyan eden gerginliği fırsat bilen Fransa, çok geçmeden, Ocak 2021tarihinde Yunanistan’la bir silah satış anlaşması imzaladı. Ardından, ABD ile olan ortak savunma anlaşmasını uzatan Atina, geçtiğimiz Eylül ayında da Fransa ile ortak savunma ve güvenlik anlaşması imzaladı. Nihayet Yunanistan, Mısır ve GKRY liderlerinin katılımıyla 19 Ekim 2021’de Atina’da yapılan üçlü zirvenin ardından yayımlanan provakatif bildiri, Yunan/Rum ikilisinin Türkiye ve KKTC’ye yönelik hasmane politikalarının son örneği olarak karşımıza çıkmıştır.
Fransa-Yunanistan arasında 2021 yılı Ocak ayında imzalanan Silah Satış Anlaşması ile Fransa Yunanistan’a 12’si ikinci el olmak üzere 18 Rafale uçağı satacak. 28 Eylül 2021 tarihli Savunma Anlaşması’na istinaden alınacak olan ilave 6 savaş uçağı ve 3 adet Belharra sınıfı firkateynle birlikte Fransa, Doğu Akdeniz’deki gerginlik üzerinden Yunanistan’a son iki yılda 6 milyar avronun üzerinde silah satışı yapmış olacak. Durumdan vazife çıkartan Fransa, silah satışıyla bir ülkeyi kendine bağlamış;buna karşın Yunanistan, ciddi borç içinde olmasına rağmen bazı ülkelerin kışkırtmasıyla silahlanma sevdasına kapılmıştır. Görünen manzara budur. Yunanistan’a, Fransa’nın millî gelirine ve uluslararası çıkarlarına hizmet eden taşeron ülke konumundan kurtularak komşusu Türkiye ile doğrudan diyalog kurmasını tavsiye etmekteyiz.
Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un Doğu Akdeniz’e yönelikihtirasları ile Yunanistan’ın Türkiye’ye karşı duyduğu kaygıların bir noktada kesişmesi üzerine Yunanistan ile Fransa arasında 28 Eylül’de Paris'te imzalanan ve geçtiğimiz günlerde Yunan Parlamentosu’nda onaylanan Savunma ve Güvenlik Alanlarında İş Birliğine Yönelik Stratejik Ortaklık Anlaşması ise bardağı taşıran son damla olarak görülebilir. Zira iki ülke arasında savunma, dış politika ve silahlanma konularında iş birliğini içeren anlaşma, taraflardan birinin egemenlik alanında silahlı saldırıya uğraması hâlinde (Saldıran ülke NATO üyesi olsa bile!), diğer tarafın yardım etmesini öngörüyor. Miçotakis,’in Savunma Anlaşması ile ilgili olarak sarf ettiği "Hepimiz, Doğu Akdeniz'de kimin kimi 'casus belli' (savaş nedeni) ile tehdit ettiğini biliyoruz… ‘Casus belli’ tehdidi ile karşımda Türkiye durduğunda endişeleniyorum. Benim büyük bir endişem var ve ülkeyi koruma altına almak öncelikli kaygımdır." şeklindeki sözleri, Atina’nın hedefini tüm açıklığıyla göstermektedir.
Yunanistan, uluslararası toplum tarafından da sorgulanan, uluslararası hukuka aykırı, maksimalist deniz yetki alanı ve havasahası iddialarını, NATO İttifakı’na zarar verecek şekilde, Türkiye karşıtı ikili askerî ittifaklar kurmak suretiyle kabul ettirebileceğini düşünmektedir. Öyle ki iki NATO üyesi ülke, bir diğer NATO üyesi ülkeye karşı askerî bir ittifak kurmaya çalışmaktadır.Kuşkusuz, Fransa ve Yunanistan’ın bu nafile çabaları, Ege ve Akdeniz’de hem Türkiye’nin hem de KKTC’nin kendi haklarını koruma konusundaki kararlılıklarını daha da arttıracaktır. Nihayet, Yunanistan’ın işbirliğine gitmek yerine silahlanma, Türkiye’yi izole etme ve yabancılaştırma politikası gütmesi, bir yandankendisine ve üyesi olduğu AB’ye zarar verirken diğer taraftan da bölgesel barış ve istikrarı tehdit etmektedir.
Bahse konu savunma anlaşması çerçevesinde Fransa’nınYunanistan'a vermesi öngörülen desteği "Bir saldırı hâlinde Avrupa'nın tek nükleer gücü ve BM Güvenlik Konseyinin daimi üyesi olan tek Avrupa Birliği ülkesi (Fransa) ülkemizin yanında olacak." şeklinde yorumlayan Yunan Başbakanı’nın nasıl bir hayal dünyasında yaşadığını göstermesi bakımından manidardır.
Öte yandan Türkiye ile Yunanistan arasında Doğu Akdeniz'de petrol ve doğal gaz arama çalışmaları yüzünden ortaya çıkan gerilim sürerken aralarında Güney Kıbrıs, Yunanistan, ABD, İngiltere ve Fransa'nın da bulunduğu sekiz ülkenin savaş uçakları ve gemileriyle ortak tatbikat yapılması, bölgede tansiyonu artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Nemesis adı verilen butatbikatta, KKTC’ye ait deniz yetki alanlarının ihlal edilmesi ise manidardır.
Önümüzdeki günlerde Yunanistan, İsrail ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin katılımıyla bir “Paris Konferansı” yapılması teklifine Türkiye “Hayır” demiştir. Zira Türkiye’nin “bütün kıyıdaş ülkelerin katılımıyla, hakkaniyete dayalı bir Doğu Akdeniz veya Akdeniz Ekonomik İşbirliği Konferansı yapılması” teklifi masada dururken bu nevi toplantılara katılımın bir manası bulunmamaktadır.
Bugüne kadar Türkiye; Doğu Akdeniz ve Ege’de Yunanistan’ın haksızlığını dünya kamuoyuna diplomatik yollardan izah etmiş ve Doğu Akdeniz’de hem kendisinin hem de KKTC’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru hak ve çıkarlarını koruma hususunda kararlılığını ortaya koymuştur. Bu anlamda Türkiye-KKTC ve Türkiye-Libya Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılması Anlaşmaları, TPAO’ya Doğu Akdeniz’de arama ruhsatı verilmesi, sismik araştırma ve sondaj gemilerimizin bölgeye sevk edilmesi, Geçitkale Havaalanı’nınİnsansız Hava Araçları (İHA) ile Silahlı İnsansız Hava Araçları (SİHA) merkezi olarak kullanılmak üzere KKTC tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanımına tahsis edilmesi ve nihayet Kapalı Maraş’ın KKTC tarafından sivil kullanıma açılması, yerinde ve etkili adımlar olarak tarihe geçmiştir.
Esasen Doğu Akdeniz’de doğalgaz arama faaliyetleri son on yılda yoğunluk kazanmış ve bu bahaneyle Bölge; ABD, Rusya, Fransa, İngiltere ve İtalya gibi buraya sınırı dahi olmayan ülkelerin oyun alanına dönüşmüştür. Türkiye dışındaki Bölge ülkeleri ise yukarıda sayılan ülkelerin uluslararası enerji şirketlerine verdikleri izin ve ruhsatlarla tansiyonu iyice artırmış bulunmaktadır. Mesela GKRY ve İsrail’in Doğu Akdeniz’deki sözde Münhasır Ekonomik Bölge (MEB)alanlarında sondaj izni verdikleri İtalyan ENI, Fransız Total, Rus Novatek, Amerikan Noble Energy ve Exxon Mobil şirketlerine güvence sağlamak üzere bu devletlerin donanmalarının Doğu Akdeniz'de konuşlanması suretiyle bu ülkelerin Bölge’deki ekonomik ve askerî faaliyetlerinin yoğunlaşması, Doğu Akdeniz’de suların ısınmasına sebep olmaktadır. Öte yandan Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş ülkelerin kendi aralarında yaptıkları birtakım ittifaklar ile Türkiye ve KKTC’yi sürecin dışında tutmaya çalışmaları ve AB'nin tüm bu hukuksuz girişimler karşısında üyesi olan GKRY'ye arka çıkması, meselenin daha da derinleşmesine yol açmıştır.
Doğu Akdeniz’de, Türkiye ve KKTC’yi yok sayarak yürütülen bütün bu MEB belirleme, belirlenen alanlarda doğalgaz arama ve sondajlama gibi uluslararası hukuka aykırı, haksız faaliyetlere karşı Türkiye’nin diplomatik ve barışçı girişimleri devam etmiştir. Bu anlamda Türkiye, kendisini Akdeniz’de kuşatmaya, Kıbrıs Adası ile bağını koparmaya ve bölgenin enerji kaynaklarını gasp etmeye yönelik hamlelere karşı, gerek proaktifhamlelerle gerekse uygun misillemelerle cevap vermekten kaçınmamış ve bu vesileyle Doğu Akdeniz’deki varlığını ve ekonomik faaliyetlerini artırmış bulunmaktadır.
Rumların bu cüretkâr adımlarına karşı Türkiye’nin ilk cevabı olarak 21 Eylül 2011 tarihinde, New York’ta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, Türkiye ile KKTC arasında Kıta Sahanlığını Sınırlandırma Anlaşması’nı (KSSA) imzalamışlardır. Söz konusu Anlaşma, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve KKTC Cumhuriyet Meclisi'nde onaylanarak yürürlüğe girmiştir. Müteakiben Türkiye, Koca Piri Reis’i Doğu Akdeniz’e sevk ederek bölgede tek taraflı petrol/doğalgaz arama/araştırma çalışmaları başlatmıştır.
Ardından da KKTC Hükûmeti, Rumlarla aynı bölgeleri yani Kıbrıs Adası ve çevresini 8 parsele ayırarak Türk Petrolleri Anonim Ortaklığına (TPOA) ruhsatlandırmıştır. Buna göre, Rumların 13 parseli, hem KKTC’nin parselleri ile kesişmekte ve hem de Türkiye’nin Antalya açıklarında ilan ettiği yetki alanını ihlal etmektedir.
Ardından, GKRY'nin tek yanlı parseller oluşturarak münhasır ekonomik bölge ilan etmesine karşılık, adanın çakışma olmayan kuzey, doğu ve güney kısımlarında Rum tarafının fiili durum yaratma olasılığına karşı, proaktif bir hamleyle KKTC tarafından Türkiye Petrolleri’ne ruhsat sahaları verilmiştir. Bu stratejik adımın akabinde, 2013 yılında petrol ve doğalgaz araştırmalarında kullanılmak üzere satın alınan Barbaros Hayrettin Paşa isimli sismik araştırma gemisi bölgeye gönderilerek 2 ve 3 boyutlu sismik araştırmalara başlanmış; ardından Fatih ve Yavuz sondaj gemileriyle KKTC'nin ruhsat verdiği A, B, C, D, E, F, G olarak adlandırılan alanlarda sondaj çalışmaları başlatılmıştır. Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait savaş gemileri de bölgedeki çalışmalarında bu gemilere refakat etmiştir. Altıncı nesil üst düzey teknolojiye sahip ve 12 bin metre deniz sondaj derinliğine ulaşabilen Türkiye’nin ilk sondaj gemisi Fatih, Mayıs 2019 tarihinde Kıbrıs Adası’nın batısında çalışmalarına başlamış;Yavuz isimli sondaj gemisi de 2019 yaz aylarında bölgeye sevk edilmiştir.
Son zamanlarda, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki varlığını artırma, egemenlik sahasının sınırlarını belirleme ve Bölge’deki ekonomik faaliyetlerini genişletme adımlarının belki de en önemlisi, Türkiye-Libya Anlaşması olmuştur. 27.11.2019 tarihinde imzalanan Türkiye-Libya Deniz Yetki alanlarının Sınırlandırılması Anlaşması ile Türkiye, Doğu Akdeniz’de büyük bir oyunu bozmuş ve gerek GKRY/Yunanistan tarafında gerek AB başta olmak üzere dünya kamuoyunda âdeta şok etkisi yaratmıştır. Yunanistan, GKRY, Mısır ve İsrail’in Doğu Akdeniz’de kurmaya çalıştığı ve Türkiye ile KKTC’ye yer verilmeyen enerji denklemi, Türkiye’nin bu girişimiyle bozulmuştur. Üstelik Türkiye, şu ana kadar KKTC ve Libya ile imzaladığı deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmalarıyla, Güney Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki diğer bazı ülkelerle imzaladığı anlaşmalarla kaybettiği haklarını tekrar kazanmasını bilmiş ve bu suretle deniz yetki alanlarını genişletmiş bulunmaktadır.
Öyle ki Türkiye, Libya ile yaptığı sınırlandırma anlaşmasıyla Yunanistan’ın GKRY ve İsrail ile yapmayı planladığı MEB anlaşmalarının da önünü kesmiş oldu. Bahse konu anlaşmayla, Doğu Akdeniz’de Türkiye aleyhine oluşturulmaya çalışılan oldubittiler engellenmiş; KKTC dışında başka bir kıyıdaş ülke ile deniz yetki sınırlandırma anlaşması imzalanmış, Türk MEB’inin batı sınırları belirlenmiş ve nihayet bölgede siyasi üstünlük elde edilerek hukuki bir zemin sağlanmıştır.
Türkiye-Libya Anlaşması’nı içine sindiremeyen Yunanistan ise GKRY ve İsrail ile East-Med Boru Hattı Anlaşması’nı apar topar imzalama kararı almıştır. ABD’nin de desteklediği ve AB’nin teknik çalışma maliyetine katkı sağladığı yaklaşık 2000 km’lik boru hattı projesinin alternatiflerine nazaran çok daha maliyetli olduğu ve hepsinden öte Türk Kıta Sahanlığı içerisinden geçtiğini dikkate aldığımızda, bu projenin gerçekleşme şansının bulunmadığı görülmektedir.
BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne göre, deniz yetki alanları sınırlandırmasının, devletlerin ilgili kıyı uzunluklarının orantısına göre adaların ana kıtaların önünü kapatmayacak şekilde ve ters yönde olup olmamaları dikkate alınarak yapılması gerekmektedir. Bu durumda Türkiye’nin Kıbrıs Adası’nın güneyinde hak ve menfaatleri ortaya çıkmaktadır. Bu kapsamda, Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Türkiye; Mısır, Suriye ve KKTC’nin yanı sıra Libya, İsrail hatta Lübnan ile de kıyıdaş devlet olarak anlaşma imzalayabilecektir. İşte Türkiye, şu ana kadar KKTC ve Libya ile bu anlaşmaları imzalayarak deniz yetki alanlarını genişletmiş bulunmaktadır.
Ayrıca, Libya’nın meşru hükûmeti olan Libya Ulusal Mutabakat Hükûmeti’nin talebi üzerine, Türk askerinin bu ülkeye gönderilmesi de yine Türkiye’nin uluslararası toplumdaki itibarını artırdığı gibi, Doğu Akdeniz’deki varlığını da pekiştiren bir diğer adım olarak tarihe geçmiştir. Bu stratejik adımla Türkiye, Doğu Akdeniz’de kurulan yeni güç dengesinin hâkim unsuru olduğunuda göstermiş oldu. Libya’da kalıcı barış ve huzur ortamının sağlanmasına katkıda bulunmak üzere bu ülkeye Türk askeri gönderilmesi, aynı zamanda Türk milletinin bölgedeki tarihî ve kültürel sorumluluklarının bilincinde olduğunu göstermesi bakımından anlamlı olmuştur.
Öte yandan son yıllarda Doğu Akdeniz’e ilgisi artan Fransa’nın, bölgesel sorunlar üzerinden kendisine Yunanistan, GKRY ve Mısır gibi bölgesel aktörlerin yanında Rusya, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan gibi bölge dışı müttefikler deedinmeye çalıştığına şahit olmaktayız. Bu amaca matuf olarak Libya ve Suriye’deki kanun dışı yapılanmalar ve terör örgütleriyle işbirliği yapmakta sakınca görmeyen Paris’in bu hamlelerini,Doğu Akdeniz’de kurulu bulunan dengeyi Türkiye hilafına bozmave bölgesel güç dengesine dâhil olma girişimlerinin son örnekleri olarak değerlendirmekteyiz.
Doğu Akdeniz ve Ege’de doğalgaz arama, kıta sahanlığı ve adalar konularında Yunanistan ile yaşanan gerginliği tırmandıran ve Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın hamiliğine soyunan Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un son zamanlarda Avrupa’da Türk, İslam ve yabancı düşmanı, ırkçı çevrelerin sesi hâline gelmesi ise manidardır. İç siyasette sıkışan Macron’un 2022 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kendisine yeni alan açmak için dış politikada bu tür irrasyonel politikalara yöneldiğini düşünmekteyiz.
Esasen Macron’u bu noktaya getiren AB’li siyasetçilerin de sorumlulukları bulunmaktadır. Kendi başarısızlıklarını örtbas etmeye çalışarak hayalperest Macron’un peşine takılıp Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Ege’deki egemenlik hak ve yetkilerini yok sayan ve Yunanistan/GKRY ile işbirliğine giden AB’li siyasetçiler, hep birlikte Türkiyesiz, KKTC’siz bir Kıbrıs, Doğu Akdeniz ve Ege için propaganda yürütmektedirler. Tarafsız bir duruş sergilemesi gereken AB’nin, uluslararası hukuku görmezden gelerek Macron’un değirmenine su taşıması, abesle iştigaldir. Unutmayalım ki Fransa, AB dönem başkanlığında, 6 Mart 1995’te, Brüksel’de, Türkiye ile Gümrük Birliği oluşturulmasına Yunanistan’ın vetosunu kaldırmasına karşılık, Kıbrıs’ın AB üyeliğini öngören bir anlaşmaya varılmasını sağlamıştır. Bu hareket, Fransa’nın AB’yi Türkiye’ye karşı kullanma girişimlerinin ilki olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır.
Bu noktada, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kıbrıs politikasının temel esaslarından kısaca bahsetmek isteriz. Bölge’de kurulan yeni güç dengesinin temel taşlarını oluşturan Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Kıbrıs politikası şu esasları ihtiva etmektedir:
1. Deniz yetki alanları, uluslararası hukuka uygun olarak hakça ve adil biçimde sınırlandırılarak kıta sahanlığımızdaki egemenlik haklarımız korunacaktır.
2. Kıbrıs Türklerinin Ada’nın eşit ortağı olarak hidrokarbon kaynakları üzerindeki hak ve çıkarları garanti altına alınacaktır.
3. Kıbrıs’ta çözüm, Ada’daki gerçekler çerçevesinde, egemen eşitlik temelinde iki devletli bir yapıyla, yani iki ayrı egemen devletin varlığını devam ettirmesi ile mümkün olabilecektir. Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisi devam edecektir.
Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikasının bir diğer temelini oluşturan Kıbrıs konusunu, iki farklı açıdan değerlendirmek durumundayız. Birincisi, Ada’nın jeostratejik konumu itibarıylaAnadolu’nun güvenliği açısından vazgeçilmez önemidir. İkincisi ise Türk milletinin, Osmanlı’nın bakiyesi olan Kıbrıs Türk halkı üzerindeki tarihî ve kültürel sorumluluklarıdır.
Bu noktada, Doğu Akdeniz’deki gerginliğin sona erdirilmesine ve 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları ve uluslararası deniz hukuku ile Türkiye’nin yapıcı girişimleri sayesinde bölgede sağlanan barış ve istikrar ortamının korunmasına yönelik önerilerimizi şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Bütün kıyıdaş ülkelerin katılımıyla, hakkaniyete dayalı bir Doğu Akdeniz veya Akdeniz Ekonomik İşbirliği Konferansı düzenlenmelidir. Bu meyanda Akdeniz’e en uzun kıyısı bulunan Türkiye’yi dışarıda bırakan “Doğu Akdeniz Gaz Forumu” gibi oluşumların, ne AB’ye ne de bölge ülkelerine bir yarar sağlayacağının bilhassa Brüksel tarafından dikkate alınması gerekmektedir.
2. Kıbrıs, Ege gibi haksız dayatmalardan vazgeçilmelidir.
3. Türkiye-AB Göç Anlaşması derhâl güncellenmelidir.
4. Kıbrıs konusunda hızlı ve etkili bir diplomasi faaliyeti başlatılmalıdır.
Bu kapsamda Kıbrıslı liderler arasında ağır aksak yürütülmeye çalışılan görüşmelere, siyasi eşitliğe sahip, egemen iki devlet temelinde ivme kazandırılması için milletlerarası camia nezdindeki diplomatik girişimlere hız verilmelidir. Özellikle BM ve ABD’nin süreçte etkin rol oynamaları sağlanmalıdır. (ABD Senatosu’nun, GKRY’ye karşı uyguladığı silah ambargosunun kaldırılmasına yönelik aldığı karar, Doğu Akdeniz’de ve bilhassa Kıbrıs meselesinde ABD’nin tarafsız konumunu terk ederek Yunanistan/GKRY lehine bir duruş sergilemeye başladığını işaret etmektedir.) Bugüne kadar hep Türk-Yunan dengesini gözetmiş olan ABD’nin bu defa Yunanistan lehine bir tavır takınmış olması, üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konudur.
Netice itibarıyla Doğu Akdeniz’de sular giderek ısınmaktadır. Doğu Akdeniz’in enerji jeopolitiğine odaklanan birtakım uzak güçler, bu vesileyle Bölge’nin yüzen üssü olarak değerlendirilebilecek Kıbrıs Adası’nın uluslararası statüsünü ihmal ederek sadece GKRY ile temasa geçmekte ve Kıbrıs Türk halkını ve KKTC’yi yok saymaktadırlar. Kıbrıs Türk halkının egemenlik hakları görmezden gelinerek atılan bu adımlar da garantör ülke Türkiye tarafından yok sayılmakta ve gerek Türkiye’nin gerek KKTC’nin egemenlik hak ve menfaatlerinin korunması için her türlü girişimde bulunulmaktadır. Bu anlamda Türkiye, ihtiyaç duyulan tüm Silahlı Kuvvetler unsurlarını Doğu Akdeniz’e sevk etmiş bulunmaktadır.
GKRY’nin uluslararası hukuka aykırı olarak tek yanlı attığı adımlarla bölgedeki siyasi tansiyonu yükseltmesi ise sadece kendisine zarar verecektir. Zira Rumların bu tahrik edici yaklaşımlarını devam ettirmeleri hâlinde Doğu Akdeniz’de sıcak bir çatışma çıkması ihtimali mümkün görünmektedir. Bütün bu haksız girişimlere karşı Türkiye, meseleyi diplomatik usullerle ve uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde çözüme kavuşturmanın yollarını aramış ve aramaya da devam etmektedir. Ancak, Türkiye’nin gerektiğinde askerî ve ekonomik tedbirlere başvurmaktan çekinmeyeceğini de dünya kamuoyunun bilmesi gerekmektedir.
Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarından tek taraflı olarak yararlanma hayaline kapılan Rumlar, uluslararası camianın baskısıyla oturdukları müzakere masasından kaçmayı başarmışlardır. Velhasıl Yunan/Rum tarafının dayatmalarıyla Kıbrıs ipoteği altına alınan Türkiye-AB ilişkileri, Ada’da Rumlar lehine sonuçlanacak bir çözüme odaklanmış bulunmaktadır. Türkiye’nin Ada üzerindeki uluslararası anlaşmalardan kaynaklanan garantörlük hak ve yetkisini kaldırıp yerine AB garantörlüğü getirmek isteyen Brüksel’in, Kıbrıs’ta taviz koparmadan Türkiye’nin AB sürecini ilerletmek istemediği açıktır. Ne var ki Kıbrıs’ta sağlanacak adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün Türkiye’nin birinci önceliği olduğu ve AB’nin şantajlarına boyun eğilmeyeceği de izahtan varestedir.
Doğu Akdeniz’in merkezinde yer alan ve dünya devletleri için jeopolitik bir çekim merkezi hâline gelen Kıbrıs’ın önemi, yeni keşfedilen petrol ve doğalgaz yatakları nedeniyle daha da artmış bulunmaktadır. Bundan dolayı uluslararası oyuncular, Kıbrıs üzerinde çeşitli senaryolar geliştirmektedirler. Her biri farklı amaçlar güden bu planların ortak paydası, Kıbrıs Adası üzerinde mutlak hâkimiyet sağlamak ve Bölge’deki enerji kaynaklarından pay almaktır. Ne var ki Türkiye’yi Ege Denizi’nde karasularına ve Doğu Akdeniz’de Antalya Körfezi’ne hapsetme çabaları başarısızlıkla neticelenecektir. Bu bakımdan, millî güvenliği açısından hayati bir öneme haiz bulunan haklı Kıbrıs davasını yakından takip etmek, giderek ağırlaşan uluslararası baskılara göğüs germek ve nihayet Kıbrıs’ta barış ve huzurun garantörlüğü misyonunu ilelebet sürdürmek, Türkiye için vazgeçilmez bir mecburiyettir.
Türkiye, son dönemde attığı stratejik dış politika adımlarıylagerek uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerini gerekse KKTC ile Kıbrıs Türk halkının siyasi ve ekonomik haklarını korumakta kararlı olduğunu göstermiştir. Türkiye-Libya sınırlandırma anlaşmasıyla Türk milleti, Mavi Vatan’ını korumakta hiç tereddüt etmeyeceğini dünyaya ilan etmiş oldu. Zira Türkiye, Doğu Akdeniz’de bir enerji meselesi gibi görünen hadisenin arka planında egemenlik mücadelesinin yattığının farkındadır.
Bu noktada, Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi dışlamak suretiyle birtakım ittifaklar kurmaya çalışan İsrail, Mısır ve Lübnan’a da şunu hatırlatmak isteriz: Kıyıdaş ülke olarak Türkiye ile ikili sınırlandırma anlaşmaları yapmaları hâlinde, GKRY tarafından gasp edilmiş yetki alanlarının bir kısmını geri kazanmaları mümkün bulunmaktadır. Yunanistan’ın ise Kıbrıs’ta ve Ege sorununda olduğu gibi Doğu Akdeniz’de de haksız olduğunu kabul etmekten ve Türkiye’nin önkoşulsuz diyalog çağrılarına olumlu karşılık vermekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır. Velhasıl Doğu Akdeniz’de kalıcı barış ve huzur, GKRY/Yunanistan ve bölge dışı ülkelerle yapılan Türkiyesiz ittifaklarla değil, bilakis bölgenin en güçlü ülkesi ve yeni güç dengesinin hâkim unsuru olan Türkiye ile birlikte hareket etmekle sağlanabilecektir.