Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas’ın, Avrupa Parlamentosu’nun 10 Şubat’ta onayladığı Türkiye Raporuna atfen “biz sessiz ve özlü çalışırız” şeklindeki açıklaması esasen malumun ilanından başka bir anlam ifade etmemektedir. Zaten tarih, Rumların ne kadar sessiz ve derinden faaliyet yürüttüklerini gösteren olaylarla doludur. 1878’den itibaren yürütülen enosis faaliyetleri kapsamında Kıbrıslı Türklere yönelik saldırılar, EOKA tedhiş örgütü, gizli Akritas Planı, ortak Kıbrıs Cumhuriyetinin yıkılışı ve takip eden saldırılar ancak 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı ile durdurulabilmiş ve Ada’ya huzur ve istikrar ortamı getirilebilmiştir.
Kuşkusuz Rumlar, 1974 Barış Harekâtının ardından da bu “sessiz ve özlü” faaliyetlerini siyasi alanda sürdürmüşlerdir. Mesela, Kıbrıs Türkleri ile eşit koşullarda bir arada yaşamayı reddeden Rumlar, toplumlararası barış görüşmelerini ve bu görüşmeler neticesinde ortaya çıkan BM çözüm planlarını, önce kabul eder gibi görünüp son anda reddederek Türk tarafını uzlaşmaz taraf olarak göstermeye çalışmışlardır. Nitekim, 1984 De Cuellar Belgeleri, 1992 Gali Fikirler Dizisi ve nihayet 2004 Annan Planı’nı reddeden taraf hep Rumlar olmuştur.
Uluslar arası camiada meşru Kıbrıs hükümeti olarak tanınıyor olmanın verdiği rahatlıkla Türkiye ve KKTC aleyhine faaliyetler yürüten Rum tarafı, 1 Mayıs 2004 tarihinde AB üyesi olduktan sonra bu eylemlerini daha da yoğunlaştırmıştır. Türkiye’nin AB sürecinin önündeki en büyük engel olarak sahneye sürülen GKRY, bu anlamda kendisine verilen rolü layıkıyla oynamaya çalışmaktadır. Rum Lider Hristofyas bir yandan KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile kapsamlı çözüm müzakereleri yürütürken, bir yandan da Türkiye’yi uluslar arası siyasi arenada köşeye sıkıştırmanın yollarını aramaktadır.
Ayrıca, siyasi nitelik arz eden ve müzakereler yoluyla çözülebilecek olan bir meseleyi, Avrupa mahkemelerinde açılan çok sayıda mülkiyet davaları ile farklı mecralara sürükleme gayretleri de yine Hristofyas’ın itiraf ettiği “sessiz ve özlü” çalışmaların birer parçası olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim, İngiliz İstinaf Mahkemesinin geçtiğimiz günlerde Rumlar lehine verdiği Orams Davası kararı, meseleyi daha da içinden çıkılmaz hale sokmuştur.
Bilindiği gibi, AB’nin 2009 Aralık Zirvesinde Türkiye’ye karşı bir yaptırım kararı aldıramayan Rumlar, tek taraflı bir deklarasyonla 6 başlıkta müzakerelerin açılmasını veto edeceklerini açıklamışlardı. 2010 başlarında Türkiye’nin önerdiği çözüm paketi karşısında adeta şaşkına dönen Rum tarafı, kısa sürede kendini toparlamış ve nihayet AP’nin Türkiye Raporuyla son hamlesini de gerçekleştirmiş oldu.
Peki, nedir bu Rumları sevindiren fakat Türkiye’nin sert tepkisine yol açan AP Türkiye Raporu?
AP Raportörü Ria Oomen-Ruijten tarafından hazırlanan ve Türkiye’nin katılım sürecinde 2009 yılında kaydettiği ilerlemeye ilişkin tespitler içeren Rapor 10 Şubat’ta AP Genel Kurulu’nda kabul edilmiştir. Kıbrıs ile ilgili bölümünde, Türkiye’den derhal asker çekmesi, Ada’ya yerleştirilen Türkler sorununun çözülmesi, Maraş’ın “meşru sahiplerine iade edilmesi ve Rumların D. Akdeniz’de petrol aramasının engellenmemesi gibi haksız talepler içeren Rapor, Rum ve Yunan lobisinin sessiz ve derin çalışmalarının bir ürünü olarak şekillendirilmiştir. Ancak, burada asıl üzerinde durulması gereken husus, Kıbrıslı liderlerin çözüm için müzakere yürüttükleri bir ortamda, AB’nin sürece tek yanlı olarak müdahale etmesi ve enosis hayallerini ihya edebilecek yeni bir senaryoya daha alet olmasıdır.
Doğal olarak Rapor Türkiye tarafından sert tepkiyle karşılanmıştır. Nitekim, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AB ülkelerinin büyükelçilerine verdiği yemek sırasında yaptığı konuşmada Avrupa Parlamentosu’na atfen "Bu AP’nin gözü kör müdür Allah aşkına. Eğer bu adaleti görmezden gelirlerse bu adalet bir gün onlara da lazım olacaktır" şeklinde eleştirmiştir. Ayrıca Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada “AP’nin işlevinin, Kıbrıs Rum tarafının sözcüsü gibi davranmak ve tüm mesnetsiz iddia ve taleplerini karşılamak olmaması gerekir” denilerek, Raporun yol açtığı hayal kırıklığı açıkça ifade edilmiştir.
AP’nin Türkiye Raporunu “son yıllarda elde edilmiş en güçlü rapor” olarak değerlendiren Rumların, AB üyeliğini Türkiye’ye karşı koz olarak kullanma siyasetleri nafile bir çaba olmaktan öteye gidemeyecektir. Zira, Rumlar da iyi bilmektedirler ki Türkiye uluslar arası anlaşmalara dayanarak Ada’ya müdahale etmiştir ve Türk Askeri, 1974’ten bu yana Ada’daki barış ve huzurun yegane teminatıdır. Kıbrıs’ta her iki tarafın meşru ve temel haklarını güvence altına alacak, adil ve kalıcı bir çözüm sağlanmadığı sürece Türk Askeri Ada’dan çekilmeyecektir. Türkiye’nin Kıbrıs Türk Halkı üzerinde tarihi ve kültürel sorumlulukları vardır. Ayrıca, Ada’nın Türkiye açısından sahip olduğu jeostratejik değer ortadadır. Tüm bunlar birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye’nin, Kıbrıs milli davasından taviz vermesinin mümkün olmadığı kolaylıkla görülebilecektir.
Netice itibariyle, AB’nin 2006 yılında 8 başlıkta müzakerelerin açılmasına ve açılan tüm başlıkların kapatılmasına Kıbrıs şartı getirmesi, 2009’da Rumların tek taraflı olarak 6 başlıkta açılış kriterleri koyması, 2010 başlarında İngiliz istinaf Mahkemesinin Orams Davasında Rumlar lehine karar vermesi ve nihayet geçtiğimiz günlerde Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye Raporunda Kıbrıs ile ilgili olarak kabul edilmesi mümkün olmayan haksız ifadelere yer verilmiş olması, Rumların ne kadar sessiz ve derinden çalıştığını açıkça ortaya koymuştur. Fakat iyi bilinmelidir ki Türkiye, “Ya AB üyeliği ya Kıbrıs” dayatmasına da boyun eğmeyecektir. O halde, Türkiye’nin Kıbrıs davasında taviz vermez tutumunu devam ettirmesi, uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yükümlülüklerini dünya kamuoyuna iyi anlatması ve nihayet Kıbrıs’ın Türkiye’nin AB süreciyle ilişkilendirilmesi çabalarını bertaraf edecek projeler üretmesinden başka çıkar yol bulunmamaktadır.