Kıbrıslı Liderler, 11 Eylül’de başlayan kapsamlı çözüm müzakereleri kapsamında, “yönetim ve güç paylaşımının” ardından, en zor ve karmaşık konu olan “mülkiyet” ana başlığının görüşülmesini kısa bir süre içinde tamamladıklarını ilan ederek çözüme hızla yaklaştıkları mesajını verseler de, gerçekte gelinen noktanın o kadar da iç açıcı olmadığı görülmektedir. Zira, Kuzey Kıbrıs’ta yapılan bir ankete göre Kıbrıslı Türklerin %74.5’i Talat ve Hristofyas arasında yürütülen görüşmelerin Kıbrıs sorununa çözüm getirmeyeceğine inandığını ortaya koymuştur. Ayrıca, Kıbrıslı Türklerin yaklaşık %63’nün Ada’da “tamamen bağımsız iki ayrı devlet” çözümüne evet diyor olması ise anlamlıdır. Bu durumu ise, Ada’da birleşik saf bir Rum Devleti, olmadı Kıbrıslı Türklerin azınlık statüsünde bırakan Rum ağırlıklı bir Federasyon emelleri taşıyan Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Hristofyas’ın planlarını suya düşürebilecek bir gelişme olarak değerlendirmemiz mümkündür. Çünkü, Kıbrıslı Liderler arasında varılacak bir çözümün her iki tarafta da eş zamanlı olarak referanduma sunulacak olması, özellikle Hristofyas’ı tedirgin etmeye yetmektedir.
Bilindiği üzere, KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ve Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, Lefkoşa’da bulunan ara bölgede, BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Taye Brook Zerihoun’un da katılımı ile 21. görüşmelerini gerçekleştirmiş bulunmaktadırlar. Mülkiyet konusundaki görüşmeleri tamamlayan liderler konuyu kendi heyetlerine havale etmiş durumdadırlar. Ne var ki Talat, Mülkiyet Kurulu Mekanizması kurulması konusunda prensip olarak anlaşmaya varıldığını ve bu konunun çözümü konusunda iyimser olduğunu belirtmesine rağmen temel noktalarda anlaşmazlık sağlanamadığı görülmektedir. Mesela, Türk tarafı, mülkiyet sorununun çözümü konusunda, Rumların Kuzey’de kalan eski mülkleri için takas-tazminat ve belirli koşullarda iade önerirken; Rum tarafı, mülkiyet kararının mal sahiplerine ait olduğunu iddia etmektedir. Her ne kadar Liderler, “Yönetim ve güç paylaşımı” konusunda olduğu gibi, “mülkiyet” konusunda da kritik noktalarda uzlaşma sağlanamadan bir sonraki başlık olan “AB Konuları” nı müzakere etmeyi kararlaştırmışlarsa da, Talat’ın, “göçmenlerin mallarındaki mülkiyet hakkı olmazsa olmaz” yaklaşımına sahip Hristofyas’la nasıl bir uzlaşmaya varacağı merak konusudur.
Fakat burada asıl üzerinde durulması gereken nokta, birtakım oyalama taktikleriyle uzlaşma sürecini geciktirmeye gayret gösteren Rum Liderin tavır değişikliğidir. Nitekim Hristofyas, "Adadaki insanların kaderi, bu görüşmelere bağlı. Zaman ilerliyor. Başlatılan müzakereler ne zaman başarısız olduysa adadaki durum daha da statik ve sabit hale geldi" şeklindeki beyanatıyla, devam eden müzakereleri ciddiye aldığı mesajını vermektedir. Esasen, bu açıklama, Ada’daki mevcut durumun, yani Kıbrıs’ın ikiye bölünmesinin asıl müsebbibinin bizatihi Rumların kendileri olduğunun Rum Lider tarafından anlaşılmış olduğunu işaret etmesi bakımından önem arz etmektedir. Şüphesiz Ada’da iki bağımsız devletli mevcut statünün devam etmesi ve bölünmenin gittikçe daha da derinleşmesi Hristofyas’ı ziyadesiyle rahatsız etmektedir. Uzlaşmaz tavırları ve iflah olmaz hırslarıyla Ada’da bölünmeyi teşvik eden Rumlar, şimdi hatalarının farkına varmış gibi görünmekle birlikte, duydukları pişmanlığın kapsamlı çözüm müzakerelerine nasıl yansıyacağı hususu belirleyici olacaktır.
Kıbrıs’ta kalıcı bir çözümün temel parametrelerini oluşturan, iki tarafın siyasi eşitliği ile kurulacak ortaklık devletinin yapısı ve federal yasama ve yürütme konularında güç paylaşımı hususlarında birçok anlaşmazlık ortada dururken, Liderlerin diğer konuları konuşmak üzere müzakerelere hız vermesi, aşırı iyimserlikten başka bir anlam ifade etmemektedir. Zira er ya da geç, ötelenmiş olan anlaşmazlık konuları tekrar gündeme gelecek ve bu konular çözülmeden nihai bir uzlaşmaya varılamayacaktır. Belki de bu yüzden, KKTC halkının büyük çoğunluğu, Liderler arasında yürütülmekte olan müzakerelerden bir çözüm çıkmayacağını düşünmektedirler. Ve belki de bu yüzden, sonucu çok iyi hesap eden Hristofyas, yeni bir çözümsüzlüğün vebali altında kalmamak için şimdiden uzlaşma mesajları vermektedir.
Ne var ki, Hristofyas’ın eylemleri ile söylemleri arasında ciddi manada çelişkiler mevcuttur. Mesela, bir yandan Ada’nın askersizleştirilmesini savunurken diğer taraftan silahlanmaya devam etmektedir. Bir yandan “Kıbrıslı çözüm” iddiasında bulunurken, diğer taraftan küresel güçlerin ve uluslar arası toplumun Türkiye’ye baskı yapması için girişimlerde bulunmaktadır. Bu kapsamda, Yunanistan Dışişleri Bakanı Dora Bakoyyani’nin Şubat sonlarında ABD’ye yaptığı ziyaret sırasında, Yunan-Rum tezlerini tekrar etmesi ve Türkiye’ye baskı yapılmasını istemesi, Hristofyas’ın uzlaşmazlık politikalarının bir yansımasından başka bir şey değildir. Fakat 8 Mart’da Türkiye’yi ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un Yunanistan’a uğramadan, doğrudan ABD’ye dönmesi, Yunanistan’a anlamlı bir cevap olmuştur kanaatindeyiz.
Bugüne kadar hep Türk-Yunan dengesini gözetmiş olan ABD’nin bu defa Türkiye lehine bir tavır takınmış olması ve Türkiye’yi bir “stratejik ortak” olarak görmesi önemli bir gelişmedir. Clinton’un Ankara ziyareti sırasında yapılan ortak açıklamada, “Kıbrıs sorunun BM’nin himayesinde, kapsamlı ve iki tarafın kabul edebileceği şekilde çözüme kavuşturulmasının güçlü bir şekilde desteklenmesi ve bu çerçevede Kıbrıs Türklerine uygulanmakta olan tecridin sona erdirilmesi” ifadesinin yer alması ise, Yunan-Rum tarafını ziyadesiyle endişelendirmiş olmalıdır. Yine, ABD Başkanı Barack Obama’nın, daha görev süresinin 100. gününü bile doldurmadan, Nisan Ayı içerisinde Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirecek olması ve bu gezi programında Atina’nın yer almamasının, Yunan Başkentinde soğuk duş etkisi yaptığını söylememiz mümkündür. Washington’un Ankara ile ayrıcalıklı ve çok yönlü işbirliğine gitme arzusunu ortaya koyması, Yunanistan’ın dış politikasında birtakım değişiklikler yapmasını zorunlu kılabileceğini düşünmekteyiz.
Netice itibariyle, Kıbrıslı Liderlerin yürüttükleri kapsamlı müzakerelerin Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğünde, iki kesimli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devleti çatısı altında sağlanacak bir çözümle sonuçlanması, hâlâ mümkün görünmektedir. Aksi bir çözüme Kıbrıs Türk Toplumunun da evet demesi düşünülemez. Rum Lider Hristofyas’ın “Ada’da saf bir Rum Devleti kurmanın mümkün olmadığına” dair son beyanatı da bu gerçeğin anlaşılmış olmasından başka bir şey değildir. Ancak, 21 Mart sürecinde yaşananların, Hristofyas’ın güvenilirliğini ciddi biçimde gölgelediğini de göz ardı etmemek gerekmektedir. Türkiye’yi, AB üyelik sürecini engellemekle tehdit eden Yunan-Rum tarafının, bu vesileyle 2009 yılı içinde Kıbrıs’ta önemli bir taviz koparmanın peşinde oldukları açıktır. Yunan-Rum tarafı, şüphesiz, uluslar arası baskı politikalarına ve Türkiye’nin AB üyelik sürecini koz olarak kullanmaya devam edecektir. Buna karşın Türkiye’nin, yeni ABD Yönetiminin de desteğini almak suretiyle milletlerarası camiadan gelebilecek muhtemel baskılara göğüs gerebilmesi ve Kıbrıs’ta hiçbir taviz vermeksizin AB ile ilişkilerini sürdürmesi mümkün bulunmaktadır.