Nejat ÇOĞAL
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Dimitris Hristofyas, 21 Mart 2008 tarihinde, BM Genel Sekreterinin Kıbrıs Özel Temsilcisi Michael Möller'in ara bölgedeki ikametgâhında bir araya gelerek, “BM'nin iyi niyet misyonu çerçevesinde 3 ay sonra kapsamlı müzakerelere başlanması ve en kısa sürede soruna çözüm bulunması” konusunda anlaştıklarını ilan ettiler. Ayrıca Liderler, Lokmacı Kapısı’nın en kısa sürede açılmasını da karalaştırmış bulunmaktadırlar. Kıbrıs meselesinin çözümü sürecinde büyük umutlar bağlanan bu buluşmanın, beklentileri tam olarak karşılamasa bile bir uzlaşma sürecinin başlangıç noktası olması muhtemel görünmektedir. Ancak, Rum Lider Hristofyas’ın, toplantının hemen ardından "Umarız iki eski dost olarak bu görüşmelerin sonunda iki düşman haline gelmeyiz" şeklindeki ifadesinin ise yeni müzakere sürecinin göründüğü kadar kolay olmayacağını işaret etmektedir.
Annan Planı’nı reddeden, Kıbrıs meselesinin AB platformunda ve belirsiz bir zaman sürecinde çözümünü savunan eski EOKA Lideri Papadopulos, bu uzlaşmaz tutumunun bedelini Şubat ayında yapılan başkanlık seçimlerini kaybederek ödemiştir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanlığına seçilen Komünist AKEL Partisi lideri Dimitris Hristofyas ise Adanın her iki kesiminde de yeni umutların yeşermesine yol açmıştır. Zira Papadopulos’un uzlaşmaz tavırları neticesinde, iki toplum arasındaki sınırların daha da belirginleştiği ve bölünme sürecinin sonuna yaklaşıldığını ve dolayısıyla Rumların kontrolünde birleşik bir Kıbrıs oluşturma hayalinden hızla uzaklaşıldığını gören Hristofyas, Kıbrıslı Türklerle uzlaşma adına bir şeyler yapılması gerekliliğini pekâlâ kavramıştı. Hatta Rusya Devlet Başkanı Putin’in, Kosova’nın bağımsızlık ilanından birkaç gün önce “Avrupa ülkelerini, Kıbrıs ve Kosova konusunda çifte standart uygulamakla suçlamasının” ardından, Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan, KKTC’nin dünya devletleri tarafından tanınabileceği endişesine kapılmışlardır. Rumların Cumhurbaşkanı, bu endişeler dolayısıyla çözüm için gayret etmek durumundadır.
Ancak, AB ve ABD tarafından alkışlanan 21 Mart görüşmesiyle beraber, Kıbrıs Meselesinin çözümü konusunda Talat ile Hristofyas arasındaki önemli görüş farklılıklarını da göz ardı etmememiz gerekmektedir. Zaten, Hristofyas’ın, görüşme sonrasında, iki arkadaşın yeni süreç içerisinde iki düşman haline gelebileceği endişesini açıkça belirtmesi, bu görüş ayrılıklarının varlığını ortaya koymaktadır.
İki toplum arasındaki uzlaşmayı baltalayabilecek nitelikteki bu önemli görüş farklılıklarından bahsetmeden yeni bir müzakere sürecinin başarısı konusunda fikir ileri sürmemiz zor görünmektedir. Zira, Kıbrıs meselesinin çözüm sürecinde, Hristofyas, 8 Temmuz Anlaşmasını hareket noktası olarak kabul edilmesi gereğini savunurken, Türk tarafı, Annan Planı'nın temel alınmasını istemektedir. Nitekim, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon, AB Komisyonu ve 26 AB üyesi devletin liderlerine gönderdiği 7 Mart tarihli Kıbrıs mektubunda, Annan Planı’nın, yeni müzakere sürecinde esas teşkil etmesi gerektiğini belirtmiştir.
KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Eski Lideri Tasos Papadopulos tarafından, BM Genel Sekreterinin eski yardımcısı İbrahim Gambari’nin başkanlığında 8 Temmuz 2006’da Lefkoşa’da, ara bölgede yaptıkları görüşmede imzalanan ve Papadopulos’un, Kıbrıs sorununun çözümünü zamana yayma taktiği nedeniyle hayata geçirilemeyen 8 Temmuz Anlaşması (Gambari Süreci), iki taraf arasındaki, insan kaçakçılığı, kuş gribi gibi gündelik sorunların görüşülerek halledilmesi için teknik komiteler kurulmasını, Kıbrıs sorununun özüne ilişkin konuların ele alınması için de çalışma grupları oluşturulmasını öngörmekteydi.
Buna karşın, 24 Nisan 2004 tarihinde Kuzey ve Güney Kıbrıs’ta eş zamanlı olarak yapılan referandumlarda, bazı olumsuzluklarına rağmen Kıbrıslı Türkler tarafından % 65 oyla kabul edilen ancak Kıbrıslı Rumlarca % 76 oyla reddedilen 31 Mart 2004 tarihli Annan Planı, “iki kesimlilik”, “iki toplumluluk” ve “siyasi eşitlik” gibi temel kriterlere dayanıyordu. Ayrıca, Türkiye ile birlikte Birleşik bir Kıbrıs’ın AB üyesi olacağı öngörüsüne dayanan Annan Planı, garanti ve ittifak anlaşmalarının aynen devamını güvence altına almakta ve Türkiye’nin, AB üyeliğinden sonra da Kıbrıs’ta asker bulundurmasına imkân vermekte idi.
Kıbrıs Adası’nın bölünmeye doğru hızla yaklaştığını gören Rum Kesimi, istemediği bu gidişata engel olabilmek için elini çabuk tutması gerektiğini fark etmiştir. Zira dünya devletleri tarafından tanınmış bir KKTC’nin varlığı herhalde Kıbrıslı Rumların isteyebileceği en son şey olacaktır. Bu nedenledir ki, Kıbrıs Rum Toplumunda hatırı sayılır derecede bir tutum değişikliği baş göstermiştir. Neticede de, liderler, 21 Mart 2008 tarihli görüşmede bulunan ara formülle, 8 Temmuz Anlaşması çerçevesinde kurulacak komiteler seviyesinde başlayan görüşmelerden kısa bir süre sonra ve bunların varacağı sonuçlara dayanarak BM Genel Sekreteri’nin gözetiminde tam teşekküllü müzakereleri başlatmak konusunda anlaşmaya varmışlardır. Meselenin çözümünün BM çatısı altına taşınacağı yolundaki açıklamalar bu olumlu tavır değişikliğine bir delil teşkil etmektedir. Zira BM’nin çözüm önerileri genellikle iki bölgeli, iki toplumlu, bağımsız kurucu devletlerden oluşan birleşik bir Kıbrıs Cumhuriyetini esas almıştır.
Ancak, Hristofyas ile başlayan yeni sürecin bir “fırsat penceresi” olarak değerlendirilebilmesi için zamanın henüz erken olduğunu düşünmekteyiz. Zaten, Türkiye’nin de bu önemli görüşmenin sonuçlarına ilişkin olarak “çok ihtiyatlı” bir tutum izlediği görülmektedir. Kuşkusuz, Kıbrıs Meselesi’nin kalıcı bir çözüme kavuşturulması özellikle Türkiye-AB ilişkileri açısından büyük bir rahatlamaya yol açacaktır. Zira Türkiye’nin Gümrük Birliği Ek Protokolünü Güney Kıbrıs Rum Kesimine uygulamadığı, limanların AB üyesi herkese açılması gerektiği gerekçesiyle, 8 başlıkta müzakereler AB tarafından askıya alınmış bulunmaktadır. Ancak, ne var ki, Türkiye’nin, Rum Kesimi’ni tanımak anlamına gelecek herhangi bir tasarruftan kaçınması, bu aşamada en doğal hakkı olacaktır. Bu nedenledir ki, Ek Protokolün imzalanmasının Rum Kesimi’ni tanıma anlamına gelmediği hususu, eş zamanlı bir deklarasyonla tüm dünyaya ilan edilmiştir.
Güney Kıbrıs Rum Kesimi Yönetimi’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında tüm Ada’yı temsil ettiği iddiasının, AB’nin dayatmalarıyla Türkiye’ye ve Kıbrıslı Türklere kabul ettirilebilmesinin imkânsız olduğunun nihayet Kıbrıslı Rumlar tarafından anlaşılması ve farklı çözüm arayışı içine girilmesi elbette sevindirici bir gelişmedir. Kıbrıs haritasında “KKTC” ibaresini bile görmeye tahammül edemeyen Kıbrıs Rumlarıyla kalıcı bir çözümün sadece Talat ve Hristofyas'ın dostluğuna bağlanması da doğru olmayacaktır kanaatindeyiz. Zira Türkiye’nin Ada’daki askeri varlığını ‘işgal’ olarak nitelendiren Hristofyas’ın uzlaşma mesajlarına karşı bir jest olsun diye Ada’daki Türk Asker sayısını azaltmayı düşünen KKTC’nin, 1960 ve 1970’li yıllarda Rumların Enosis hayali uğruna Kıbrıslı Türklere karşı uyguladıkları katliamları unutmaması gerektiğini burada belirtmeliyiz.
Sonuç olarak, Türkiye’nin 1960 Garanti, İttifak ve Kuruluş Anlaşmalarından kaynaklanan hak ve mükellefiyetlerine halel getirmeyecek şekilde ve kendi kaderini tayin etme hakkı kapsamında, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin müzakereleri kendisinin yürütmesi, Türkiye açısından bir sorun teşkil etmeyecektir. Ancak, bu konuda Türkiye’nin kırmızıçizgilerini her zaman hatırlamak gereği ortadadır. Türkiye ise, siyasi eşitliğe dayalı, bağımsız, iki bölgeli, iki toplumlu bir federal cumhuriyeti, Kıbrıs’ta adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün vazgeçilmez unsuru olarak görmektedir. BM kapsamlı böylesi bir çözüm planının, hem Ada’da barış ve huzuru sağlayacağından ve hem de Türkiye-AB ilişkilerine yeni bir ivme kazandıracağından dolayı, Garantör Devlet olan Türkiye tarafından da destek görmesi elbette mümkün olacaktır.
Nejat ÇOĞAL
TO Akademik Çalışma Grubu Üyesi