Yaklaşık iki yıllık bir aranın ardından, Kıbrıs’ta Türkler ve Rumlar arasındaki çözüm görüşmelerine yeniden başlandı. KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile Rum Yönetimi Lideri Nikos Anastasiadis’in Kıbrıs’ta barış umutlarının yeniden yeşermesine yol açan 11.02.2014 tarihli buluşmaları yeni bir sürecin başlangıcı olarak görülebilir. Fakat, Eroğlu-Anastasiadis sürecinin de Talat-Hristofyas süreciyle aynı akıbete uğrayacağı kuvvetle muhtemeldir. Zira, 21 Mart Süreci olarak da adlandırılan Talat-Hristofyas süreci, çok olumlu bir hava içerisinde başlamış ve hatta bu yeni süreç bir “fırsat penceresi” olarak görülmüştü. Ne var ki AB perspektifiyle yürütülen bu süreç, her iki Lideri de koltuğundan etmişti.
Hatırlanacağı üzere, Türkiye-AB katılım müzakere süreci, GKRY’nin AB Dönem Başkanlığı, Fransa ve Almanya’da yaşanan Cumhurbaşkanlığı ve Parlamento seçimleri gibi birtakım sebeplerle adeta durma noktasına gelmişti. Bu durgunluktan Kıbrıs’ta yürütülen çözüm müzakereleri de nasibini almıştı. Gelinen noktadan büyük rahatsızlık duyan Türkiye ve AB, yeni inisiyatifler başlatma çabasına girmişti. Bu kapsamda öncelikle Avrupa Birliği’nin geçtiğimiz Ekim ayında açıklanan 16. Türkiye İlerleme Raporunda Türkiye için olumlu bir tavır sergilenmiş ve ardından “bölgesel politika ve yapısal fonların koordinasyonu” başlıklı 22. Faslın müzakereye açılması ile Türkiye-AB katılım sürecinde yaşanan durgunluk önemli ölçüde giderilmişti.
Öte yandan, 2004 yılından itibaren Kıbrıs meselesi, Türkiye-AB katılım sürecinin önündeki en büyük engel olarak masaya yatırılmış bulunmaktadır. Zira Kıbrıs’ta sağlanacak kalıcı bir anlaşmanın Türkiye’nin AB yolunu açacağı yönündeki beklentiler giderek daha belirgin bir şekilde kendini göstermeye başlamıştır. Kuşkusuz, “Türkiye’nin AB yolu Kıbrıs’tan geçer” şantajına boyun eğenlerin sayısı arttıkça, bu nafile çözüm çabalarının başarılı olacağına inananların sayısı da aynı oranda artmaktadır. İşte bu yüzden AB ile ilişkilere bir ivme kazandırılmasının hemen ardından sıra Kıbrıs’a gelmiş ve uluslararası kamuoyu bu meseleyi tekrar gündemine almıştır.
KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu ile Kıbrıs Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis’in görüşmesi Ada’da adil, kapsamlı ve kalıcı bir barışın sağlanması çabalarında yeni bir başlangıç olarak görülmektedir. Ancak, bu sürecin de daha önceki birçok benzer nafile çözüm çabalarından farklı olmayacağını belirtmiştik. Zira, her iki Lider de muhtemel bir çözüme inanmamakta ve fakat BM, ABD ve AB’nin başını çektiği uluslararası camianın baskısıyla bir araya gelmek zorunda kalmaktadırlar. Mesela, Eroğlu-Anastasiadis’ın görüşmede resmiyet kazandırdıkları ortak metin, Annan Planı veya daha önceki birçok çözüm çabalarının temelini oluşturan parametrelerden farklı bir şey ortaya koymamaktadır. Bu açıklama sadece, 1977-1979 Doruk Anlaşmalarından bu yana BM çözüm paketlerinin çerçevesini çizen ve “görünürde” her iki tarafın da mutabık kaldığı hedeflerin bir kez daha ilan edilmesinden ibarettir.
Oysa toplumlararası görüşmelerin başladığı 1968 yılından bu yana hiç değişmeyen bir gerçek vardır ki o da Rumların iki toplumluluk, iki kesimlilik ve siyasi eşitlik gibi temel parametrelere inanmadıkları halde uluslararası topluma inanıyormuş gibi mesaj veriyor olmalarıdır. İşte, Kıbrıs’ta umutsuzlukları besleyen en ciddi problem, Rumların bu ikiyüzlü politikalarıdır.
Bu noktada, Eroğlu-Anastasiadis görüşmesinde mutabık kalınan ve esasen malumun ilanından başka bir anlam ifade etmeyen, ortak açıklamaya bir göz atalım:
- Müzakereler, ‘her konuda uzlaşı sağlanmadan hiçbir konuda uzlaşılmış sayılmayacağı’ prensibine dayalı olacaktır.
- Kıbrıs’ta varılacak çözüm, iki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayalı bir federasyon şeklinde olacaktır.
- Birleşik Kıbrıs, AB’ye ve BM’ye üye, tek uluslararası kimliği, tek vatandaşlığı ve tek egemenliği bulunan bir devlet olacaktır.
- Egemenlik Türk ve Rum halklarından kaynaklanacak, Birleşik Kıbrıs vatandaşları, aynı zamanda Türk ve Rum kurucu devletlerin de vatandaşı olacaktır.
- Ortak Devletin nitelikleri, iki eşit kurucu devletin oluşturduğu anayasada yer alacaktır. İki bölgeli, iki toplumlu AB normlarına uygun federal yapı tüm Ada’da geçerli olacak ve bu yapı hiçbir şekilde değiştirilemeyecek biçimde korunacaktır.
- Kurucu devletler, kendi bölgelerinde kendi yetkilerini federal devletten bağımsız olarak kullanacak, taraflardan hiçbiri diğerine tahakküm edemeyecektir.
Kıbrıslı Liderler tarafından Bundan sonra yürütülecek müzakerelerin çerçevesini oluşturacak bu parametreler, 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilanıyla Türk tarafınca kabul ve Dünyaya ilan edilmiştir. KTFD zaten iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyonun Türk kanadı olarak kurulmuştur. Hatta 1983 yılında KKTC’nin kurulması sırasında da bu federasyon çözümüne açık kapı bırakılmıştır. 1984 yılında BM Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın “Birleştirilmiş Belgeleri”, 1992 yılında BM Genel Sekreteri Butros Gali’nin “Fikirler Dizisi”, 2004 Annan Planı, 2008 yılında 21 Mart Mutabakatı hep bu çözüm parametreleri üzerine inşa edilmiştir. Ne var ki bu kapsamlı çözüm girişimlerinin hiçbirisi başarıya ulaşamamıştır.
Peki bu başarısızlıkların asıl sorumlusu kimdir? Bütün BM Planlarına evet diyen Türk tarafı mı? Yoksa, BM’nin bu kapsamlı çözüm planlarını tarihin tozlu raflarına gönderen Rum tarafı mı? Tarih, bu sorunun cevabını açıkça vermektedir. 10 yıl GKRY Liderliği yapan Glafkos Klerides’in şu itirafı belki bize bir cevap olabilecektir: “Yıllarca masaya oturduk ama anlaşma niyetimiz yoktu. Hiçbir anlaşmaya da imza atmadan, laf ola görüşmeleri sürdürdük ve sonunda da Türkleri anlaşmazlıkla suçladık.”
Geldiğimiz noktada GKRY Lideri Nikos Anastasiadis’in farklı bir psikoloji içinde olduğunu söylememiz güçtür. Zira, daha görüşmeler başlamadan, kapalı Maraş Bölgesi’nin Rumlara verilmesini istemesi tam bir samimiyetsizlik örneğidir. Ancak kapsamlı bir çözümün parçası olabilecek olan Maraş’ın yerleşime açılmasının mümkün olmadığı hususu bilinmesine rağmen bu haksız talebin yapılmaya devam edilmesi mesela Anastasiadis’in bir Klerides’ten veya bir Hristofyas’tan farklı olmadığını, olamayacağını açıkça göstermektedir.
Netice itibariyle, Kıbrıs’ta yeni bir sürecin başlangıcı olarak görülen Eroğlu-Anastasiadis görüşmesi, ABD ve AB tarafından ve özellikle de Türkiye tarafından desteklenmektedir. Kuşkusuz Türkiye’nin desteği, milletlerarası arenada psikolojik üstünlük sağlaması açısından yararlı bir diplomatik tavırdır. Ancak peşinen olumlu bir hava estirirken, ihtiyatı elden bırakmamak, Ada’nın gerçeklerini görmek ve Kıbrıs’ın son 50 yıllık tarihinden de ders çıkarmak gerekmektedir. Mesela, Ada’da iki ayrı halk, iki ayrı demokrasi ve iki ayrı egemen devlet vardır. 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları yürürlüktedir. Türkiye’nin Ada üzerinde garantörlük hak ve yetkisi bulunmaktadır. Mesela, kapsamlı ve kalıcı bir çözüm, 1963 yılında geçerliliğini yitiren sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” çatısı altında değil, yeni bir ortaklık devleti çatısı altında gerçekleşebilecektir. İşte Kıbrıs’ta umutların yeniden yeşerebilmesi için evvela Rumların bu gerçeklere inanmış olmaları ve ikiyüzlü diplomasiyle dünya kamuoyunu aldatmaktan vazgeçmeleri gerekmektedir. Türkiye’nin ise, Rum-Yunan şantajlarına boyun eğmeden dik duruşunu devam ettirmesi, uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkilerinden asla taviz vermemesi büyük önem arz etmektedir.