1. Giriş
Kıbrıs’ta belki de son dönemece girdiğimiz şu günlerde, bir yandan K.K.T.C.nin 25. kuruluş yıldönümünün sessiz sedasız törenlerle geçiştirilmesi, öte yandan Hristofyas’ın kapsamlı çözüm görüşmelerini adeta baltalayacak nitelikteki eylemlerini tüm hızıyla devam ettirmesi, ister istemez “Kıbrıs nereye gidiyor?” sorusunu gündeme getirmektedir. Nitekim, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi Lideri Hristofyas ‘Kıbrıs Cumhuriyet’ adı altında güya tüm Ada’yı temsilen, haksız tezlerine yandaş bulmak amacıyla, BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyeleri turu kapsamında Çin ve Rusya’ya çıkarma yapmış bulunmaktadır. Bu esnada, Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un, liderler arasında yürütülmekte olan doğrudan müzakerelerden olumlu bir sonuç çıkmayacağından emin olduğu, şeklindeki açıklaması ise, esasen Kıbrıs’ta ne gibi oyunlar oynandığı konusunda yeterince fikir vermektedir kanaatindeyiz.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (K.K.T.C.) Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile Kıbrıs Rum Yönetimi (G.K.R.Y.) lideri Dimitris Hristofyas tarafından 3 Eylül’de esasları belirlenerek, 11 Eylül’de fiilen başlatılan ve haftalık periyodik toplantılarla devam eden kapsamlı Kıbrıs müzakereleri, ‘tam bir gizlilik’ içerisinde yürütülmekte ve görüşmelerin içeriği hakkında kamuoyuna herhangi bir açıklama yapılmamaktadır. Ne var ki, Kıbrıslı Liderler tarafından kapalı kapılar ardında yürütülen ve diplomasi kurallarına aykırı bir şekilde, kayıt altına bile alınmayan doğrudan görüşmeler hakkında, Kıbrıs Rum basını her nasılsa bilgi sahibi olabilmekte ve bu durum Rumlara psikolojik bir avantaj sağlamaktadır.
Liderlerin görüşmelerde neler konuştuğunu bilemeyiz ancak, Talat’ı “içeride başka, dışarıda başka konuşmakla” suçlayan Hristofyas’ın, Moskova’da verdiği aykırı mesajlar ve imzaladığı memorandum ile esasen bizatihi kendisinin çelişkiler içerisinde olduğunu iyi bilmekteyiz. Şüphesiz, Talat ve Hristofyas kendi halklarının ve uluslar arası toplumun baskılarından bağımsız olarak müzakere etmek amacıyla, toplantılar hakkında “açıklamada bulunmama” kararı almışlardır. Ancak, Kıbrıs meselesinde uzlaşmaz tarafın kim olduğu hususunun, son 50 yıl içerisinde yaşanan olaylarla dünya kamuoyunun gözleri önüne serildiği halde, Rum liderin bu olumsuz izlenimi silebilmek amacıyla, “gizlilik” kuralını çiğnemesi ve yürütülen uzlaşma sürecine aykırı davranışlara başvurması abesle iştigaldir.
2. Annan Planı ve 21 Mart Süreci
Bilindiği üzere, Birleşmiş Milletler tarafından, Ada’nın bir federasyon çatısı altında birleştirilerek bir bütün halinde AB’ye üye yapılması amacını güden Annan Planı da, Rumların uzlaşmaz tutumları nedeniyle daha öncekilerle aynı akıbete uğramaktan kurtulamamıştır. 24 Nisan 2004 tarihinde, Ada’nın her iki kesiminde eşzamanlı olarak referanduma sunulan Plan, Türklerin %65 evet demesine rağmen, Rumların %76 hayır oyu ile reddedilmiştir. Böylece Rumlar, Kıbrıslı her iki toplumun ortak bir devlet çatısı altında, birlikte bir arada yaşamalarına imkân verebilecek son bir fırsatı daha tek taraflı reddederek, Kıbrıs’ta asıl uzlaşmaz tarafın kim olduğunu, tüm dünyaya açıkça göstermişlerdir. Esasen Rumlar, Kıbrıslı Türkleri eriterek bir azınlık statüsüne indirgemek için, 15 yıl beklemeyi bile göze alamamışlardır. Çünkü, Annan Planı dikkatle incelendiğinde, Türkleri 15 yıl gibi bir sürede Ada’nın değişik yerlerine serpiştirmek suretiyle etkisizleştirmeyi ve böylece Rum egemenliğini hâkim kılmayı öngördüğünü anlamamız zor olmayacaktır.
Birçok olumsuzluklarına rağmen, uzlaşma adına Annan Planı’na “evet” diyen Kıbrıs Türk Toplumunun AB tarafından dışlanması ise, durumu daha da vahim bir hâle getirmiştir. Nitekim, 1 Mayıs 2004 tarihinde, Kıbrıslı Rumlar, sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ adı altında, güya tüm Ada’yı temsilen ve tek taraflı olarak, AB üyesi yapılmışlardır. Ne yazık ki AB, bu tutumuyla uluslar arası hukuku çiğnemekte tereddüt etmemiştir. Bilindiği gibi, 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları’na göre, Kıbrıs’ın tamamen veya kısmen dahi olsa, garantör ülkelerin herhangi birisinin içinde yer almadığı bir devletler topluluğuna veya uluslar arası örgüte katılması yasaklanmış bulunmaktadır.
Buna rağmen, Hristofyas’ın, Şubat 2008 tarihinde, Papadopulos’un ardından G.K.R.Y. Liderliğine seçilmesi ile birlikte, Ada’da olumlu bir hava esmiş ve Liderlerin 21 Mart’ta yaptığı görüşme ile, taraflar arasında çözüme dair umutlar yeşermeye başlamıştır. Zaten, Ekim 2005 tarihinde, Türkiye-AB katılım müzakerelerinin resmen başlatılması ile birlikte, Kıbrıs’ta acil bir çözüm bulma arayışları hızlandırılmıştı. Ayrıca, AB’nin, KKTC’ye uyguladığı izolâsyonlarla Kıbrıslı Türklerin yaşam alanlarını daraltmaya devam etmesi, Ada’nın Kuzey Kesimi üzerinde baskıyı artırmakta ve ivedilikle -AB üyeliği gibi- bir çözüme ulaşma heveslerini tahrik etmektedir.
Uluslar arası toplumun birleşme yönündeki baskısı neticesinde, 21 Mart görüşmesi ile başlayan yeni uzlaşma süreci, liderlerin 23 Mayıs, 1 Temmuz, 25 Temmuz ve 3 Eylül’de yaptığı görüşmelerle devam etmiş, bu görüşmelerde bazı parametreler üzerinde mutabık kalınmış ve nihayet 11 Eylül 2008 tarihi itibariyle, kapsamlı müzakereler başlamış bulunmaktadır. Fakat, ne yazık ki, acele bir çözüme ulaşma hevesiyle, Rum Lider Hristofyas’ın “tek egemenlik”, “tek vatandaşlık” ve “tek uluslararası kişilik” gibi temel kavramlara, tamamen Rum egemenliğini çağrıştıran anlamlar yüklemesine fazla ehemmiyet verilmemiş ve süreci engelleyeceği endişesiyle bu konuların görüşülmesi hep sonraya bırakılmıştır.
Geldiğimiz noktada ise, görüşmeler kapalı kapılar ardında, kayıt altına bile alınmadan yürütülmektedir. Bu durum ise, Liderlerin, meselenin kırılma noktasını teşkil eden yönetim ve güç paylaşımı konularında ne gibi pazarlıklar yürüttüğü ve ne gibi bir uzlaşmaya vardıkları konusundaki endişelerimizi daha da artırmaktadır. Her fırsatta, K.K.T.C.yi tanımadığını, buna karşın Rumların işgali altındaki ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin’ Ada’nın tek temsilcisi olduğu tezini tüm dünyaya kabul ettirmeye çalışan Rum Lider’in çözüm anlayışı ile Türklerin çözüm anlayışı, nasıl olup da ortak bir paydada buluşabilecektir? Kaldı ki, müzakerelerin devam ettiği bir ortamda, BM Genel Kurul Toplantısında, Hristofyas’ın “Bize söylemek istedikleri gibi yeni ortaklık yoktur, yeni devlet yoktur. Yeni bir devlet haline dönüşecek olan Kıbrıs Cumhuriyetidir” şeklinde açıklamada bulunması, Rum liderin uzlaşmaz tutumundan zerre kadar taviz vermeyeceğini işaret etmektedir.
3. Hristofyas’ın Rusya Çıkarması
Hristofyas, son olarak, Türkiye’yi şikayet etmek için gittiği Moskova’da, Rusya Devlet Başkanı Dimitri Medvedev ile 19 Kasım 2008 tarihinde bir memorandum imzalayarak, uluslar arası baskı politikası çerçevesinde, kışkırtıcı faaliyetlerini devam ettirmiştir. Rusya Federasyonu Cumhurbaşkanı Dimitri Medvedev’in, “Rusya’nın Kıbrıs sorununa BM Güvenlik Konseyi kararları zemininde adil bir çözüm bulma çabalarını desteklediği, Kıbrıs sorununun çözümünü Kıbrıslıların bulması gerektiği” şeklindeki beyanatının, Rumların Türkiye’yi ve K.K.T.C.yi dışlayan tutumlarıyla birebir örtüşmesi ise düşündürücüdür. Ne var ki, Kıbrıs’ta Rumlara arka çıkmak suretiyle, Ada üzerindeki stratejik hedeflerini gerçekleştirebilecek uygun bir zemin tesis etmeye gayret sarf eden Rusya’nın içine düştüğü çelişkili durum, dünya kamuoyunun dikkatlerinde kaçmayacaktır. Nitekim, 2008 Şubat’ında, Kosova’nın bağımsızlık ilanına sert tepki vererek, Batıyı, K.K.T.C. ye karşı “çifte standart” uygulamakla suçlayan Moskova, Ağustos 2008 tarihinde, Güney Osetya ve Abhazya’nın Gürcistan’dan bağımsızlık ilanını resmen tanırken, K.K.T.C.yi gündeme getirmemiş ve aynı “çifte standardı” bu defa kendisi Kıbrıs Türklerine karşı gösterebilmiştir.
4. AB’nin Kıbrıs Yaklaşımı
Öte yandan, AB, uluslar arası hukuku çiğneyerek, GKRY’yi, tek taraflı olarak üye yapmakla, esasen Kıbrıs’ta çözüme değil, çözümsüzlüğe katkıda bulunmuştur. Önce Yunanistan’ı, arkasından da Kıbrıslı Rumları içine alarak, Kıbrıs meselesini daha da içinden çıkılmaz bir hale sokan AB, Türkiye-AB üyelik sürecini de yokuşa sürmüş, bölgedeki Türkiye-Yunanistan ve Ada’daki Türk-Rum dengesinin, Yunan-Rum lehine bozulmasına sebebiyet vermiştir. AB’nin, ivedilikle Ada’yı yutma senaryosu, Annan Planı’nın Rumlar tarafından reddedilmesiyle şimdilik bozulmuş gibi görünmektedir. Fakat, ne yazık ki bu proje, tam üyelik sürecinde Türkiye’ye baskı yapılmak suretiyle hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Kıbrıs’ın, 3 Ekim 2005 tarihinde başlayan Türkiye-AB katılım müzakerelerinin devamının bir ön koşulu olarak Türkiye’ye dayatılması, müzakerelerin ne kadar zor geçeceğinin ilk işaretlerini vermiştir. Öyle ki, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ ile ilişkilerini normalleştirmediği gerekçesiyle 8 başlıkta müzakereleri askıya alan AB Konseyi, 2009 yılı Aralık zirvesine kadar Kıbrıs meselesinin çözüme ulaştırılması için Türkiye’ye süre tanımış, aksi takdirde katılım müzakerelerinin tümüyle askıya alınacağı tehdidinde bulunmuştur. Yunanistan ve GKRY’nin veto haklarını, Türkiye’ye karşı haksız bir şekilde kullanma girişimlerine karşı, Türkiye’nin çok yönlü politikalar üretmesi gerekmektedir.
5. Kıbrıs’ın Stratejik Önemi ve Çıkar Hesapları
Hristofyas, bir yandan AB’yi, diğer yandan ABD, Rusya ve İngiltere’yi, Türkiye’ye baskı yapmaya çağırırken, bu küresel oyuncuların farklı Kıbrıs stratejisine sahip oldukları hususunu ihmal etmektedir. Öncelikle ABD (ve dolayısıyla İsrail), İngiltere ve Rusya, Ada’nın bir AB eyaletine dönüşmesine kesinlikle karşı olmaları nedeniyle, Kıbrıs meselesinin, AB lehine çözülmektense, çözümsüz kalmasını daha uygun görmektedirler. Zira, Doğu Akdeniz’in tam kalbinde yer alan Kıbrıs, dünya devletleri için jeopolitik bir çekim merkezidir. Üç tarafı Müslüman Arap ülkeleri ile çevrili bulunan İsrail ile Orta Doğu’ya hâkim olmak isteyen ABD’nin, Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında, Ada ile ilgili ortak çıkarları bulunmaktadır. Orta Doğu’ya açılmak isteyen İngiltere ise, Ada’daki askeri üslerini muhafaza etmenin telaşı içerisindedir. Diğer taraftan, çok kutuplu yeni bir dünya düzeni kurma hevesine kapılan Rusya ise, Akdeniz’in sıcak sularına açılmak ve Doğu Akdeniz’de tutunabilmek için Kıbrıs Adası üzerinde hâkimiyet kurmayı planlamaktadır. Yine Fransa’nın, Akdeniz Birliği projesini gerçekleştirebilmek için Ada üzerindeki emelleri herkesin malûmudur.
Görüldüğü gibi, jeopolitik konumu nedeniyle, uluslar arası oyuncular, Kıbrıs üzerinde farklı senaryolar geliştirmektedirler. Her biri farklı amaçlar güden bu planların ortak paydası Kıbrıs Adası üzerinde mutlak hâkimiyet sağlamaktır. Bu oyuncuların her biri, Ada’nın kontrolünün tamamen diğer bir tarafın eline geçmektense, gerginliğin sürüp gitmesini ve böylece çözümsüzlüğün kalıcı olmasını istemektedirler. Durum bu iken, Hristofyas’ın Kıbrıs’ı birleştirerek, Rumları Ada’nın tümü üzerinde egemen kılmak ve dolaylı da olsa Enosis’i gerçekleştirmek amacıyla, ABD ve Rusya’dan destek beklemesi nafile bir çaba olacaktır. Hristofyas’ın, AB, ABD, İngiltere ve Rusya’nın gerçek niyetlerini iyi tahlil etmesi ve bu güçlerin elinde bir oyuncak haline gelmekten sakınması bilhassa Rumların yararına alacaktır.
Bu noktada, Ada’ya en yakın Ülke olan Türkiye’nin jeopolitik konumu, Kıbrıs üzerindeki tarihi ve kültürel bağları, uluslar arası anlaşmalardan kaynaklanan hak ve yetkileri, Ada’daki barış ve huzura sağladığı katkıları birlikte değerlendirildiğinde, Ada’da Türkiye’siz bir çözümün mümkün olmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır. Hepsinden önemlisi, Kıbrıs Adası, Türkiye’nin güvenliği açısından hayati bir önemi haiz bulunması nedeniyle, Kıbrıs’ın ne bir ‘Yunan Adası’ olmasına ve ne de ABD veya Rusya’nın uydusu haline getirilmesine müsaade edilemez. İşte bu yüzdendir ki, Türkiye, haklı Kıbrıs davasını yakından takip etmek, uluslar arası baskılara göğüs germek ve nihayet Kıbrıs’ta barış ve huzurun garantörlüğü misyonunu ilelebet sürdürmek mecburiyetindedir.
6. Türkiye’nin Kıbrıs Yaklaşımı
Hristofyas’ın bu uzlaşmaz tavırları ve çözümü başka mecralarda arama gayretleri karşısında, Türkiye’nin Kıbrıs politikalarında takındığı istikrarlı ve kararlı tutum ise memnuniyet vericidir. Bilindiği üzere, KKTC Cumhurbaşkanı Talat, doğrudan müzakerelerin başlamasından kısa bir süre önce Ankara’yı ziyaret etmiş, yaptığı bir dizi görüşmelerden sonra Türkiye’nin tam desteğini alarak Ada’ya dönmüştü. Bu görüşmeler sırasında, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin parametrelerini açıkça belirtmiş ve Talat’a bir nevi yol haritasını vermişti. Buna göre, Kıbrıs'ta çözüm; BM çatısı altında, BM Genel Sekreteri'nin iyi niyet misyonu çerçevesinde, adadaki gerçekler temelinde, iki eşit halk ve iki kurucu devlet tarafından oluşturulacak yeni bir ortaklıkla bulunacaktır. Aynı yaklaşım, 2008 Türkiye Ulusal Programı’nda da kayda geçirilerek, AB’ye, gereken mesaj verilmiştir. Cumhurbaşkanı Gül, BM Genel Kurulu 63. Dönem görüşmeleri açılış konuşmasında da, uluslar arası topluma aynı hatırlatmayı yapma gereği hissetmiştir. Bu husus, en son 21 Kasım 2008 tarihinde Ankara’yı ziyaret eden K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat’a, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından bir kez daha hatırlatılmıştır.
7. Müzakereler ve Gerçekler
Her şeye rağmen, Kıbrıslı Liderler, haftalık görüşmelerine BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Temsilcisi ve BM Misyon Şefi Taye Brook Zerihoun’un arabuluculuğunda devam etmektedirler. Bu kapsamda, son günlerde –görüşmelerin gizliliği ilkesine rağmen- Rum basınında çıkan haberlere göre, Kıbrıs Türk Tarafı, İsviçre’de uygulanan Başkanlık Konseyi modelini teklif etmiş, buna karşın Hristofyas, cumhurbaşkanı ile veto hakkına sahip olmayan yardımcısının dönüşümlü görev yapacağı başkanlık sistemini önermiştir. Her iki teklifin de karşılıklı olarak kabul görmediğini belirtmemiz, herhalde şaşırtıcı olmayacaktır. Liderlerin, nasıl bir çözüm üzerinde anlaşacaklarını öğrenebilmek için ise Rum basınını dikkatle izlemeye devam etmemiz gerekecektir.
Ne garantörlük, ne Ada’daki Türk Barış Gücü, ne yerleşikler ve ne de toplumların siyasi eşitliği konusunda Türkiye’nin taviz vermesinin mümkün olmadığı hususu, Talat ve Hristofyas tarafından çok iyi bilinmektedir. Ayrıca, Rumların, Kıbrıs Türk Toplumunu bir azınlık statüsüne indirgemek suretiyle, işgalleri altındaki ‘Kıbrıs Cumhuriyetine’ eklemleme hayallerinin de gerçekleşmesi söz konusu olamayacaktır. Hepsinden önemlisi, iki toplumda da son derece zayıf olan birlikte yaşama arzusunun, temel belirleyici faktör olarak karşımıza çıkacağının gözlerden uzak tutuluyor olmasıdır. Bilhassa 1960 ve 1970’li yıllarda Kıbrıslı Türklere karşı uyguladıkları baskı ve şiddet eylemleri ile Ada’yı yaşanılmaz hale getiren Rumlar, bu konudaki isteksizliklerini, Annan planı’nı reddederek bir kez daha teyit etmiş oldular. Kıbrıs Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos’un, 17 Kasım’da, liderler arasında yürütülmekte olan doğrudan müzakerelerden olumlu bir sonuç çıkmayacağından emin olduğunu, müzakerelerde çıkmazın kesinleşmesi durumunda KKTC ile Güney Kıbrıs arasındaki sınır kapılarının ve barikatların kapatılmasının en uygun çözüm olacağını" beyan etmesi ise, Rumların bakış açılarını göstermesi bakımından dikkate değerdir. Kıbrıslı Türklerin ise yaklaşık %60’ının Rumlarla birlikte yaşamak istemedikleri, kamuoyu yoklamaları ile ortaya konulmuştur.
Tüm bu gerçeklerin iyi bilinmesine rağmen, Kıbrıslı liderlerin, olmayacak duaya âmin demelerinin sebebinin izahında yarar bulunmaktadır. Mesela, Türkleri sindirebileceğini düşünen Hristofyas, eğer bir çözüme ulaşılamazsa, Ada’nın geri dönüşü olmayan bir bölünmeye doğru sürükleneceği endişesine kapılmıştır. Amacı, Kıbrıslı Türkleri de Rum egemenliğine dâhil ederek, tüm Ada’yı kontrol altına almak ve bu cihetle AB ve ABD’nin çıkarlarına hizmet etmektir. Talat ise, bir an evvel, Rumlar gibi, AB vatandaşlığını kapmanın peşine düşmüş vaziyettedir. Kuşkusuz, aynı coğrafyada yaşayan Kıbrıslı Türklerin de, tüm izolâsyonlardan kurtularak, Rumlar gibi AB vatandaşı olmaları ve Kıbrıs Türk Toplumunun dünya ile entegre olması yararlı olacaktır. Fakat, Kıbrıs Türklerinin, AB ile bütünleşmeye çalışırken, aynı zamanda millî onurunu, egemenliğini ve uluslar arası saygınlığını da muhafaza etmesi gerektiği hususu, izahtan varestedir.
1977-1979 Doruk Anlaşmaları ve BM Güvenlik Konseyi kararlarını çarpıtarak, BMGK Daimi üyeleri ile ortak siyasi deklarasyonlar imzalayan Hristofyas, tedirginlik içersindedir. Zira, iyi bilmektedir ki Türkiye’nin Kıbrıs davasında eli güçlüdür ve zaman Türklerin lehine işlemektedir. Ayrıca Rum Lider, Annan Planı’na hayır demeleri nedeniyle, uluslar arası kamuoyunda, kendileri hakkında oluşan “uzlaşmaz taraf” imajından dolayı rahatsızlık hissetmektedir. Ortada, 25 yıllık, bağımsız bir Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vardır. Kuzey komşusu Kıbrıslı Türklerle, eşit şartlarda bir arada yaşamayı reddeden Rumlar, sonuçta mevcut statüyü kabul etmekten başka bir çare bulamayacaklardır. O halde Liderlerin, Kıbrıslı Türklerle Rumların birlikte bir arada yaşamalarının imkânsız olduğu gerçeğini kabul etmeleri ve bu temel üzerinde çözüm aramaları, son derece yararlı olacaktır. Kaldı ki, Türkiye’nin içinde yer almadığı bir Avrupa Birliği’ne Kıbrıslı Türkler dâhil edilseler bile, kısa zamanda bir azınlık durumuna düşürülmeleri kaçınılmaz olacaktır. Bu meyanda, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Talat’ın, 34 yıldır Ada’da barış ve huzurun güvencesi olan Türkiye’nin hassasiyetleri çerçevesinde, millî bir politika takip etmesi ve Türkiye’siz bir AB’ye dâhil olmanın, Kıbrıs Türklerine yarardan ziyade zarar getireceğini bilmelidir.
8. Sonuç
Rumların, yerleşik BM parametreleri olan iki toplumlu, iki kesimli, siyasi eşitliğe sahip iki kurucu devletin oluşturacağı yeni bir ortaklık devletini bile kabule yanaşmadıkları artık aşikârdır. Rumlar, Türklerle eşit statüde bir arada yaşamak istememektedirler. Bu anlamda, Türkiye’yi süreçten dışlamak isteyen, Ada’daki Türk Barış Gücü’nü “işgal ve kolonizasyon” olarak nitelendiren Hristofyas’ın esasen, eski EOKA’cı Makarios veya Papadopulos’tan hiçbir farkının olmadığı, son zamanlarda sergilediği tavırlardan kolaylıkla anlaşılabilmektedir. Daha da önemlisi, Cumhurbaşkanı Talat’ın, Hristofyas’ın gerçek niyetini nihayet görmeye başlamış olmasıdır. O halde, toplumları zorla bir araya getirmek yerine, Ada’daki gerçekler temelinde, her iki kesimin kendi siyasi egemenliğine sahip olduğu bir çözüm üzerinde çalışılması daha doğru olacaktır. Rumların yapması gereken şey, Enosis’ten ve 1963 yılında hukuken geçerliliğini yitirmiş bulunan ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, tüm Ada’yı temsil ettiği şeklindeki iddialarından vazgeçmek ve Kuzey komşusu K.K.T.C.yi egemen bir devlet olarak tanımak olmalıdır. Aksi halde, Ada’da ne Rumlar ve ne de Türkler için kapsamlı, adil ve kalıcı bir çözüm bulunması mümkün olamayacaktır.
Kıbrıslı Liderler arasında yürütülen görüşmeler, Türkiye’nin Kıbrıs parametreleri çerçevesinde devam ettiği sürece, Anavatan tarafından desteklenecektir. Fakat, eşitlik temelinde oluşturulacak bir federasyon fikrinin hatırlatılmasını bile “kışkırtıcı” olarak nitelendiren ve görüşmelerin devam ettiği bir ortamda, başka ülkelerle tek taraflı mutabakat muhtıraları imzalayarak müzakere sürecini baltalamaya çalışan Hristofyas ile bir uzlaşmaya varılamayacağı gerçeği de ortada durmaktadır. Rum Lider, çözüm için, “Yeni Bir Ortaklık Devletinden” ziyade, “Yenilenmiş Kıbrıs Cumhuriyeti” tezini savunmaya devam etmektedir. Bunun ise, Kıbrıs Türkleri için çözüm değil, yıkım olacağı kesindir. O halde, Talat ve Hristofyas’ın, gerek kendi toplumlarını ve gerekse uluslar arası kamuoyunu oyalamaktan vazgeçip, öngörülebilir çözümler üzerinde çalışmaları daha uygun olacaktır.
Son elli yılda verdikleri mücadeleler neticesinde, cemaat statüsünden bağımsız bir devlet statüsüne ulaşan Kıbrıslı Türklerin elde ettikleri kazanımlar, acil bir çözüm hevesine kurban edilmemelidir. Bu nedenle, ya K.K.T.C.nin, Kosova örneğinde olduğu gibi, uluslararası camia tarafından bağımsız bir devlet olarak tanınması sağlanmalı ve Ada’da iki ayrı bağımsız devlet varlığını sürdürmeli ya da iki ayrı bağımsız devletin teşkil ettiği konfederal bir birlik tesis edilmelidir. Türkiye’nin Millî Kıbrıs Davasının “kırmızı çizgileri” dikkate alındığında, bu iki çözümden başka çıkar yol bulunmadığı anlaşılmaktadır. 2009-2010 döneminde, BM Güvenlik Konseyi üyeliğini yürütecek olan ve dünya siyasi arenasında ağırlığını giderek daha çok hissettiren Türkiye’nin ise, bağımsız K.K.T.C.nin uluslararası toplum tarafından tanınması için, diplomatik alanda yapabileceği çok şey bulunmaktadır. Nitekim, 14’üncü temsilciliğini Katar’ın başkenti Doha’da açan ve Avrupa Birliği ve İslam Konferansı Örgütü ülkelerinde yeni temsilcilikler açma hazırlıkları içerisinde bulunan K.K.T.C.nin bu son girişimleri, dünya ülkeleri ile entegre olma yolunda, ümit verici gelişmeler olarak karşımızda durmaktadır. Uluslar arası camia tarafından tanınmış, bağımsız bir K.K.T.C. ise, aynı zamanda, küresel oyuncuların Kıbrıs Adası üzerindeki çıkar hesaplarını nafile kılacak ve Türkiye’nin bölgesel güvenliğine katkıda bulunabilecektir.